Yeryüzünün eksiğini gediğini yazdıklarıyla kapatmaya çabalayan bir şair: Edip Cansever

"Nihilizmi erken keşfettiği için mi bir büyük yalnızlığa yargılı kılmıştı kendini yoksa bu büyük yalnızlık mı taşımıştı Edip Cansever'i adım adım nihilizmin kıyısına?"

18 Mart 2020 18:32

–g.g. için, daima–

1.

“Kafam çok büyüktü gövdeme göre. Okulda, ‘Koca kafa Edip’ diye kızdırırlardı”[1] cümlesini okur okumaz, Konya Devrim Ortaokulu ile Urfa Merkez Ortaokulu’nun koridorlarında, “kafa değil yafa” çığlığıyla peşimde gezinen çocuklar düşüverdi kirpiklerimin önüne. Edip (Cansever) bey’in çocuk yaştaki kafasının boyutlarına dair herhangi bir bilgim bulunmasa da, kendi kafamın büyüklüğünü gayet iyi biliyordum çünkü. Hani Ahmet Haşim,

“Bî-haber gövdeme gelmiş konmuş
Müteheyyiç, mütekallis bir baş
Ayırır sanki bu baştan etimi
Ömr-ü ehrama muadil bir yaş”

der ya, yaşlılık kısmı hariç, buna benzer bir anatomi kuşatıyordu beni de işte.

Doğrusu bu ya, “kafa değil yafa” kafiyesi eşliğinde benimle alay eden arkadaşlarım hiç de haksız sayılmazdı. Zira, yırtma yapıştırma tekniğiyle kısacık çocuk bedenini üçe ayırdığımız durumlarda bile, benim kafam o üçlünün en üst bölümünü teşkil ediyordu ve yafa portakalıyla kıyas kabul etmez bir biçimde yusyuvarlaktı. Diğerlerinden bir miktar daha zeki olduğumu o yıllarda fark eden kimi öğretmenlerim, “Sen aldırma onlara, o kafanın içi akıl dolu” dese de, teselli kabiliyeti son derece düşük bir yüreklendirme çabası diye yorumluyordum bunu hep. Zaten o zekânın hakkını verip veremeyeceğim de son derece şüpheliydi.

Edip bey nasıl üstesinden geldi bilmiyorum ama ergenlikle birlikte serpildikçe başım da bedenim de farklı bir yörünge edindi kendisine. Boyum uzadı, o tuhaf kafa, yafa portakalı görüntüsünden kurtulup bugünkü makuliyetine kavuştu. Muhtemelen bu dönüşüm esnasında, öğretmenlerimin pek umutlu olduğu akıl ve fikir de yörünge değiştirdi – ama meselenin o kısmını kurcalamanın anlamı yok artık!

İlginç olan, hemen her şeyi bir tür travma ekseninde kabullenen zihnimin, en azından bu badireden kazasız belâsız çıkabilmesi. Böyle bir küçümsemeyi travmaya dönüştürüp başka alanlarda hareket kabiliyeti kazanmak daha iyi olabilirdi hiç şüphesiz, ancak o yaşta seçim yapmayı öngörebilmek bir hayli zormuş anlaşılan. Fazla müşkülpesent davranmadan kabul etmek gerekiyor ki, travmalar konusunda bugünkü kadar maharetli de değilmişim...

2.

Hayır, amacım Edip bey’le kendi aramda benzerlikler arayıp bulmak, oradan yola çıkarak yazdığımız şiirleri kılcal damarlar eşliğinde birbirine bağlayan paralellikler kurmak değil elbette. Fakat öyle bir paralellik mevcut bir taraftan da. Söz gelişi, o çok sevdiğim, şiirde veya nesirde kullanmaktan hiçbir zaman bıkmadığım ‘karanlık kar yağışı’ imgesini bütünüyle Edip bey’den ödünç aldığımı fark ettim yıllar sonra. Geçtiğimiz günlerde, zaten ezbere bildiğimi sandığım Eski Bir Takvim İçin Şiirler’i yeniden okurken karşıma çıkan, “Neyiz ki bu karanlık kar yağışında” mısraı, asıl adresin ta kendisiydi işte.[2] Gene de, Behçet Necatigil, İsmet Özel yahut Attilâ İlhan’la kıyaslandığında, hayli uzak bir noktada duruyordu Edip Cansever şiiri benim için. (Yazdığım şiirlerde ısrarla Yahya Kemal tesiri arayan Baki Asıltürk beyanıma itimat eder mi bilemem.)

Aslında durum bugün de öyle. Oktay Rifat - Turgut Uyar - Cemal Süreya ve Edip Cansever denkleminde, benim tercihimi belirleyen öncelik Cemal Süreya’da idi hemen her seferinde. Tomris Uyar başta olmak üzere sevdiğini söylediği kadınları dövdüğünü öğrendikten sonra Cemal Süreya’nın kendisinden de, şiirinden uzaklaştım uzunca bir süredir.[3] Bir başka ifadeyle, o güzelim şiirleri, şairinin kişiliğini sarıp sarmalayan nobranlık ve hoyratlık yüzünden çekip çıkardım gönül defterimden. Zihin haritamın parçalı bulutlu ara sokaklarında gezinen, Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti türünden mısraları ise yüksek sesle tekrarlamıyorum artık. Oktay Rifat ile Turgut Uyar ise birkaç Perçemli Sokak ve Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndan ibaretti zaten.

Niçin öyleydi acaba, niçin bir türlü yürekten benimseyememiştim Oktay Rifat ve Turgut Uyar şiirini? Nedense üzerimde hep emekli bir üsteğmen izlenimi uyandıran Turgut Uyar, Arz- Hal gibi sımsıcak bir başlangıçtan hızla uzaklaşıp bir şiir memuruna dönüştüğü için hem kendisine hem de edebiyatına yazık etmişti fikrimce. Her şey bir yana,

hazırladım hazıra durdum giydirdim gölgemi
kuş çığlığı senin bölgen sorma benim bölgemi
aşklar telef olup gider sokak köpeği gibi
gitsin. Harcansın bazı şeyler. Sen dur e mi[4]

diyebilen bir şair, bütün o lüzumsuz gevezeliklerin altında imzası olan insan mıydı sahiden de? (Oktay Rifat için ayrı bir portre yazmayı düşündüğüm için, bilinçli bir biçimde girmiyorum o konuya.)

3.

Edip bey’in ilk şiir terbiyesini, Aksaray’da oturdukları evde hem kapı hem de bahçe komşusu olan Ahmet Hamdi Tanpınar’dan aldığını daha önce öğrensem de, yazdıklarımız arasında akrabalık kurmakta zorlanırdım muhtemelen. Geç Kalan Adam: Ahmet Hamdi Tanpınar’da hayli detaylı bir şekilde anlattığım Şehzadebaşı’ndaki baba evinde, “Bîçâre ablası Nigâr, Nigâr’dan daha bîçâre eniştesi, eniştesinin eski evliliğinden olan hasta kızı, o kızın bir ayağı sakat kocası, bir başka problem sıradağı halinde duran Kenan ve ablasının sokaklardan topladığı sayısı her gün değişen kedilerle” birlikte yaşıyordu Tanpınar.[5] O evin bitişik bahçe duvarının arkasında Edip Cansever’in çocukluğunun geçtiğini ve baharlarda yan bahçeye atlayıp erik topladığını o yıllarda okumuş olsam, edebiyat tarihi açısından kitap biraz daha renklenirdi tabii ki. Ama sadece o kadar.

Zira Tanpınar terbiyesini hayli yadırgatan o tedirgin edici gevezelik, muazzam bir mesafelenmeyi de beraberinde getiriyordu hemen her seferinde. Işıltılı mısralar, bu gevezelik tutkusunun ya da saplantısının pencerelerini aralayamıyordu ne yazık ki. İlk kitabı İkindi Üstü’nü teşkil edecek şiirleri koltuğunun altına kıstırıp Narmanlı Yurdu’nda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kapısını çalan 19 yaşındaki genç insan, “Bunlar çok güzel şeyler, ama çok. Ne var ki hiçbiri şiir değil” cümlelerinin üzerinde biraz daha fazla düşünseydi, o lüzumsuz gevezelik dizginlenebilir miydi acaba?[6]Bilmiyorum. Bildiğim, Tanpınar’ın o gün Edip Cansever’e reprodüksiyonlar eşliğinde resim tarihini anlattığı, aradaki boşlukları da müzik ve Paul Valéry ile doldurduğu hakikati.

Edip bey de adım attığı bu yeni dünyaya ziyadesiyle heveslidir aslında. Öyle ki, Narmanlı Yurdu’ndan ayrılır ayrılmaz hemen karşı köşedeki Haşet’e koşup bir sürü resimle birlikte Valéry’nin kitaplarını satın alması kadar, ertesi gün bir Fransızca hocası tutup şairi kendi dilinden okumaya soyunması da somut göstergesidir bunun. Sanki o günkü bütün Türkçe-Edebiyat hocaları Yahya Kemal’i, Ahmet Haşim’i ve Tanpınar’ı, bugünküler Behçet Necatigil’i, Ahmet Arif’i, Fazıl Hüsnü’yü, Attilâ İlhan’ı ya da Edip Cansever’i tanıyıp anlıyormuş gibi, tuhaf bir beklenti, arkasından da tepki içine girecektir Edip Bey. Fransızca hocasının Valéry bahsindeki cahilliğidir bu tepkinin esas sebebi. Paul Valéry meselesinde yaşadığı hayal kırıklığı yüzünden, en azından bir süre Fransız şiirinin karasularından çekilecektir Edip bey. “Hoca çeviremezse ben nasıl çeviririm Valéry’yi ilerde” diyerek âşinası olduğu şiire dönecektir yüzünü bir kez daha.[7]

4.

En azından benim açımdan çarpıcı olan veya bana çarpıcı gelen, edebiyat tarihine sıralanmış şairleri isimleriyle anarken,Cansever’in nezdimde ve nezdimizde hep Edip bey olarak kalmasıydı. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nâzım Hikmet, Ahmet Muhip Dıranas, Necip Fazıl, Fazıl Hüsnü, Sezai Karakoç, Asaf Halet, Ahmet Arif filan hep böyleydi dilimde ve düşümde. Tanımak onuruna eriştiğim İsmet Özel, Hilmi Yavuz, Attilâ İlhan ise ‘ağabey’ sıfatıyla kayıtlıydı zihin tarihime. Behçet Necatigil’den ‘Behçet Hoca’ diye söz etmenin de anlaşılır bir tarafı vardı tabii ki ama Cansever neden hep Edip bey’di acaba?

Muhtemelen bunun gerisinde, bizim Fahri’nin (Dilekcan), Boğaz kıyısında gençliğimizi harmanladığımız Edebiyat Fakültesi yıllarında durup dururken Ben Ruhi Bey Nasılım diye kendini paralamasının rolü vardı. 12 Eylül darbesinin sarsıntılarından korunabilmek amacıyla tepeden tırnağa şiire sığındığımız o dönemde, Fahri, Edebiyat Fakültesi’nin Edip Cansever şubesi gibiydi. Öyle ki, Eylülün Sesiyle şiirini de, Kanlıca’daki Mihrâbât Tepesi’nde bir ikindi vakti ilk kez onun o tok sesinden dinlemiş ve hemen nakışlamıştık gönül defterlerimize. (Şiirde geçen Baylar kelimesi nedense irkiltici gelmişti bana hemen, bugün bile hâlâ öyle.)

Ontoloji kavramı dahil pek çok bilinmezliği, ömürlere parantez olan Gençlik Bir Mavi Bulut günlerinde gündeme taşıyan Fahri’nin böyle garip huyları da mevcuttu. Attilâ İlhan’ın hayli vasat şiirlerinden Aysel Git Başımdan’ı da Fahri etkili bir biçimde okuduğu için hemen sevmiş, Kandilli kıyıları kadar Fakülte koridorlarını da, ‘hem karanlığım kötüyüm biraz çirkinim’ mısraı eşliğinde adımlamaya başlamıştık zaten. Ama nedense hepimiz daha ziyade, Fahri’nin, ‘Baylar! Bin dokuz yüz seksen birdeyiz / karşınızda eylülün sesi” sakinliğine hazırlardık kendimizi usul usul. Fahri de fazla nazlanmaz, beş litrelik şarap galonları aramızda eksilirken, “Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar” diyerek bir büyük aldanışa sürüklerdi hepimizi.[8]

5.

Bütün bunlar ne kadar etkili olmuştur bilmiyorum ama dediğim gibi, Cansever hep Edip bey olarak kaldı benim nazarımda. Yıllar sonra, yalnızlığa yargılı bir insan olduğumu nihayet kavrayıp da yüzümü bir kez daha Edip bey’in yalnızlığına döndüğümde de değişmedi bu durum. Edip bey’in yalnızlığı diyorum fakat Murat Belge’nin, Mehmet H. Doğan’ın, Selahattin Hilav’ın ve Fethi Naci’nin anlattıklarından öğrendiğim kadarıyla, hayli kalabalık yaşayan bir insan var karşımızda aslında. Yalnızlığının, Kapalıçarşı’daki dükkânın üst katındaki çalışma mekânıyla sınırlı olması kanaatimde herhangi bir anafora yol açmadı doğrusu. Zira, meyhane masalarında ya da dergi yazıhanelerinde, etrafı sevdikleriyle kuşatılmışken belki daha bile yalnızdır insan.

Edip bey’in yeryüzünden çekildiği 1986 yılında İnsan Bir Yalnızlıktır diye şiirler yazan ve sonra bunu kitabına isim olarak seçen Sefa Kaplan’ın tanıklığı bir anlam ifade ediyorsa eğer, bir masumiyet, bir mahcubiyet arayışıdır esasen yalnızlık. Gene de, tercih edilen yalnızlıkla maruz kalınan yalnızlık arasında düğümlenen derin uçurum, kurbanına ve kervanına hasret cinayetleri hatırlatır bana her zaman. Tercih, en azından görüntü itibariyle o kadar travmatik sonuçlara yol açmasa da, maruz kalmak, bütün cephelerinden akrepler sarkan bir çaresizliktir bütünüyle. Aynaların kırılmak, sevdaların darılmak, inançların savrulmak için fırsat kolladığı inceliklerden uzak bir depremdir söz konusu olan.

Edip bey’in yalnızlığını hangisine dahil etmek daha doğrudur kestirmek güç fakat giderek nihilizmin gölgesinde teselliler aradığını tespit etmek o kadar da zor değil artık. Yabancı dil eksikliği dolayısıyla çeviriler aracılığıyla yeni ufuklar peşinde koşan Edip bey, nihilizmi erken keşfettiği için mi bir büyük yalnızlığa yargılı kılmıştı kendini yoksa bu büyük yalnızlık mı taşımıştı onu adım adım nihilizmin kıyısına? Kesin bir yargıya varmak imkânsız gerçi, lâkin bir tür –mış gibiyapmak uğruna böyle davranmadığı da ortada. Buna rağmen, yadırgatıcı sorular köşe kapmaca ve birdirbir oynamayı sürdürüyor zihnimde. İdeolojik ortamın acımazlığını ise hem kendisi, hem de Murat Belge dile getiriyor zaten. İdeolojiye hizmet eden şiir anlayışına gösterdiği tepkiydi belki de Edip Cansever’i asıl yalnızlaştıran.[9]

6.

Tanışamadığım için hayıflandığım insanlardan birisi Behçet Necatigil ise diğeri de hiç kuşku yok ki Edip Cansever’dir. Kimi şairlerle hiç tanışmamanın ve yazdıkları şiirle yetinmenin çok daha doğru olduğuna dair sarsılmaz bir kanaate sahip çıkarak söylüyorum üstelik bunu. Adalet Ağaoğlu ve Hilmi Yavuz dostlukları sayesinde, Behçet Hoca’yla gıyabında az rakı içip az söyleşmedik gerçi ama Edip bey için aynı şeyi terennüm edecek birileri çıkmadı karşıma bugüne dek. Ortak masalarda ömür eskitmiş insanlar nedense suskun kalıyorlar Edip Cansever bahsi açıldığında. En yakınlarından Murat Belge’nin o günleri anlatmak için Şairaneden Şiirsele kadar beklemesi mesela, ne taraftan bakarsak bakalım hüzün verici. Keşke Türkiye’de siyaset sanılan şeye bunca vakit harcamak yerine, daha önce eğileydi bu konuların üzerine sevgili Murat Ağabeyim.[10] 

Talihsizlik o kadarla da sınırlı değil aslında. Ayıptır söylemesi, tıpkı diğer İstanbul mezarlıkları gibi Âşiyan’ı da gayet iyi bilirim ben. Mezarlıklar Müdürlüğü’nün bunca hevesli birini kadrolarına dahil etmemesi onların ayıbı tabii ki fakat bütün o Âşiyan beyhûdeliklerinde Edip bey’in mezarını bir türlü bulamamak da benim ayıbım. Hayatı kestirme çözümlerden ibaret gören hamakat ehli, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mezarının tam karşısındaki kulübesinde çekirdek çitleyen mezarlık görevlisine neden sormadığımı merak edecektir hemen. Hamakat ehlini incitmeyi göze alarak mukabil bir soruyla karşılayabilirim bu saldırıyı: Mermeri kararmış mezar taşları arasında seke seke dolaşırken birdenbire Orhan Veli ya da Hilmi Ziya Ülken’le karşılaşmanın tuhaf ve hüzünlü saadetini bir kez olsun yaşadınız mı siz?

Yahya Kemal’in başucunda yer alan mısralara rağmen göğsünde açan gül sararıp solduğunda, ortalığı hafif tertip ayaklandıran bir insanın istikrarsızlığı olarak kayıtlara geçirilmeyi hak eden bir beceriksizlik elbette bu. Hem Âşiyan’ı bu kadar iyi bildiğini iddia edeceksin, hem Hava General Suat Eraybar’ın mezarının kıyısındaki mermer banklara kurulup Küçüksu üzerinden Boğaz’a serpilen ikindi yahut yatsı ezanlarını dinleyerek şaraplar içeceksin ama Edip bey’le karşılaşamayacaksın bir türlü. Asıl hamakat budur belki de...

7.

Birden fazla Edip Cansever mevcut aslında. Şair coğrafyasını sarıp sarmalayan pejmürdelikler hesaba katıldığında son derece doğal bir durum bu. Fakat gene de, Tragedyalar şairini Altunizâde’de top peşinde koştururken düşünmekte zorlanıyorum nedense. Robert Kolej’in nadir Antepli mezunlarından Ülkü Tamer’in yalancısıyım, meğerse Memet Fuat’ın teknik direktörlüğünde rakip takımın kalesine gol atmaya çabalayanlardan birisi de, Orhan Kemal, Demir Özlü, Cemal Süreya ve Ferit Öngören’in yanı sıra Edip Cansever’in ta kendisiymiş, iyi mi?[11]

Beni asıl şaşırtan, Edip bey’in futbol merakından ziyade, Behçet Necatigil’in zarif mektubu karşısında takındığı tutum oldu. 1977 yılında, Edip Cansever’in Sevda ile Sevgi isimli şiir kitabı yayımlanıyor. Behçet Hoca da, şu cümlelerle başlayan son derece zarif bir mektup yazıyor Cansever’e:

 “Sevgili Edip Cansever, Cuma gecesi (8 Nisan 77) benim için Sevda ve Sevgi gecesiydi adeta. Sevincimin serpintileri sürüyor. – Sana o gece kitabın son şiirinde o anda beni yadırgatan bir iki nokta üzerinde görüşlerimi belirtmek istediğimi söylemiştim. Sözümde duruyor, şimdi yazıyorum. Hoş karşıla, bağışla!”[12]

1977’de Behçet Necatigil tarafından böylesine önemsenip incelikli bir mektuba muhatap kılınmak ne anlama geliyordu, tahmin etmek için Camgöz Sokağı’nda ya da Barbaros Bulvarı’nda dolanmanın anlamı yok. Behçet Hoca, Edip bey’in alınganlığının farkında ki, eleştirilerini dile getirdikten sonra, “Edip, sakın bu değinmelerimi bir ukalalık, bir ‘haddi tecavüz’ olarak alma! Bilirsin, her şair ‘ben olsam’a, ‘bana kalırsa’ya sığınarak kendi bildiğini okumaya, kabul ettirmeye kalkar. Benim bu satırlarım, bir dostluğa güvenerek, kendi görüşümü dile getirmek sadece (...) Mektubuma içerledinse hemen yırt, at. İşin mi yok, işimize bakalım” demek zorunda hissediyor kendisini zarafetini gölgelendirmeden.[13] 

Gerisini Fethi Naci’den aktarıyorum: “Edip Cansever’in böyle bir mektup karşısında nasıl bir tepki duyacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Behçet Necatigil, ne kadar iyi niyetle yazarsa yazsın, yazdığı o satırlar Edip’i çileden çıkarmıştır. Çünkü Edip’in en küçük bir eleştiriye bile tahammülü yoktu. Nitekim aradan epey bir zaman geçtikten sonra bir akşamüstü Bebek’teki Bebek Bar’da içiyorduk. Ben, Edip, Rauf Mutluay, Behçet Necatigil, Mehmet. H. Doğan... Galiba Turgay Gönenç de vardı. Edip’in oturduğu masada, Edip ne yapıp edip sözü şiire getirirdi. Tabii, ardından kendi şiirine! Bir ara sözü Behçet’in şiirine getirdi: ‘Ben senin yazdığın gibi şiirlerin 4-5 tanesini beş dakikada yazarım!’ dedi. Hepimiz Edip’in densizliği karşısında buz gibi olmuştuk. Çok kızdığımı, ‘Ayıptır be!’ dediğimi hatırlıyorum.”[14]

8.

Oysa, Edip bey’in, “Ben mişim –neymiş?– su sesiymiş / Oymuş – cam kırıkları gibi  gövdemi yakan– / Yanağında sardunya kokusuyla yazdan / Kimmiş o gelen ya giden kimmiş / Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş / Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan” diye başlayan ve “Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları / Söyleşin benimle, bir kere gelmiş bulundum” mısraları ile nihayetlenen güzelim şiirini hatırlayalım önce.[15]  Arkasından da, Behçet Necatigil’in insanın içine içine işleyen Dönme Dolap şiirinin bütününü ama bilhassa, “Benim tek düşüncem büzüldüğüm köşede / Nasıl kalkıp gideceğim kalk git dediklerinde / Çünkü çıkmak sıkışık sıralardan mesele / Kalkacaklar yol vermeye bakacaklar ardımdan / Az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken / Zaten ben geldiğimde” finalini düşünelim.[16] Bu iki şiir arasında somut bir akrabalık bağlantısı kurmak için birkaç yokuşu birden tırmanmaya ihtiyaç yok herhalde. (İncelikleri örseleyen, ‘şair tabiatı’ denilen uçurumlar eşliğinde büyütülen kırgın karanfillerdir muhtemelen.)[17]

Dediğim gibi, Edip bey şiiriyle benim yazdıklarım arasında, ödünç alınmış birkaç metafor dışında buna benzer akrabalıklar aramak beyhude bir çaba olur. Hatta, Derken karanfil elden ele dizesi ile Yahya Kemal’in Bir meşaledir devredilir elden ele diye nihayetlenen gazeli türünden bir ünsiyet bile mevcut değil. Gene de, beni Edip bey’e yakın tutan bir perspektif gizli sanki onca tedirgin edici gevezeliğin arkasında. Bu aralık pencereden bakıldığında, Sevgili Şavkar’ın (Altınel), Cansever için zihninin ücra bir köşesinden çekip çıkardığı ‘şehir şairi’ tanımlaması açıklayıcı ipuçları taşıyor olabilir mi acaba?

Bu aşamada bu soruya somut bir cevap verebilmem bir hayli güç. Zira, Şavkar’ın ‘şehir şairi’ tespitini, ‘şehrinin şairi’ olarak yorumladığımda bile, Paris için Baudelaire ve İstanbul için Yahya Kemal dışında pek bir isim gelmiyor aklıma. Londra’nın, New York’un, Prag’ın, Viyana’nın, Roma’nın, Berlin’in, Saraybosna’nın, Saint Petersburg’un, Moskova’nın, Kahire’nin, Tahran’ın, Newfoundland’in... bu sıfatla anılmayı hak eden şairleri var mıdır, bilmiyorum hakikaten. Ancak, Edip bey’in doğup büyüdüğü İstanbul’la münasebeti, en azından Yahya Kemal’le kıyaslandığında, hayli uzak bir ufukta yağmura hasret Yerçekimli Karanfil aranıyor kendisine sanki...[18]  

9.

Edip Cansever, şiiri ziyadesiyle ciddiye alan bir insan. Uyku dışındaki bütün saatlerini, hatta belki uykusunu da şiir peşinde koşarak, şiir düşünerek geçirmesi değil sadece bunun sebebi. Kendi ifadesine göre, çalışma masasına geçmeden önce ev kıyafetlerini çıkarıp özel olarak giyiniyor ve mutlaka tıraş oluyor. Hani bir de kravat kuşansa veya papyon taksa Ruhi Bey gibi, kimse yadırgamayacak muhtemelen: “Rasgele bir ev giysisiyle ve tıraşsız olarak masaya oturduğum enderdir. Bu, şiire duyduğum özel bir saygı da olabilir, onunla anlaşmak için başvurduğum bir hile de.”[19] Bu kadar da değil üstelik, çalışırken bol miktarda sigara içse de, alkolden uzak duruyor bilinçli bir biçimde.[20] Bir söyleşide, alkolle ilgili soruya, yadırgatıcı bir netlikte şu cevabı veren de Edip bey zaten: “Bugüne kadar içkiliyken tek satır yazmış değilim. Ben çok sağlıklı bir kafayla yazarım.”[21]

Hiç kuşkusuz her şair, şiiri ve ondan daha ziyade kendi yazdığı şiiri ciddiye alır elbette lâkin şiirin yeryüzünün ve gökyüzünün anlamsızlığına karşı bulunmuş yahut icat edilmiş beyhûde bir teselli olduğunu da bilir bir taraftan. Neden söylemeyelim ki, tıpkı Behçet Hoca’nın, Bile/Yazdı’da, “Bir kişiyle bile konuşulamaz şeylerle dolmuşsa bardak – başlar şiir taşkını” sözleriyle ifade ettiği gibi, bir hâldir esasen şiir, bir çeşit muhatabı meçhul arz-ı hâldir, o meçhul muhatapla hemhâl olma çabasıdır bütün o yörünge aranışlarında. “Ben bugün şiir yazayım bari” diye oturanlar da vardır belki masanın başına ama oradan çıkacak olanlar profesyonel sıradanlıklardır sadece. Hem bütün şiirler birdenbire gündemden çekilse ne olurdu mesela? Zaten yavan olan hayatımız biraz daha yavanlaşırdı en fazla. Bir başka ifadeyle, vazgeçilmezlerin başında gelmiyor işte şiir.

Edebiyat tarihinde şiiri Edip bey ölçüsünde ciddiye alan iki insan düşüyor zihnime hemen: Ahmet Hamdi Tanpınar ve İsmet Özel. Hiç şüphesiz Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Behçet Necatigil, Cahit Sıtkı, Attilâ İlhan, Oktay Rifat, Ahmet Arif, Ahmet Muhip Dıranas veya Sezai Karakoç da ciddiye alıyorlar şiiri fakat aynı boyutta değil.[22] Tanpınar’ın Günlükler’ine yansıyan satırlara baktığımızda, neredeyse diğer metinlerini yazarken bile esasen şiirle meşgul olduğunu gizlemeyen bir mahcubiyet çıkıyor karşımıza. Fakat Tanpınar’ın şiiri önemseme şekliyle diğer iki şairinki taban tabana zıt birbirine. Zira, Tanpınar, ne yazarsa yazsın asla istediğini yapamadığını düşünüyor ve bir süre sonra işkence yanı ağır basan bir saplantıya da dönüştürüyor bunu. [23]

Oysa, Edip Cansever ile İsmet Özel, Tanpınar’ın tam aksine, ne yazarlarsa yazsınlar şiir olduğundan zerre kuşku duymuyorlar. Bu inanç, bu saplantı, bu kıstırılmışlık, bu sabit fikir bir küçümseme edasıyla birlikte tavırlarına da sirayet ediyor ve kırıp dökme kolaylıkları ile tanımlanıyorlar yakın çevreleri tarafından. Umursamazlık ve kibir, özenle gizlenen yaralanmışlıkların asıl adresidir çünkü. Yaramaz bir çocuğun en sevdiği oyuncağıyla kurduğu ilişkiyi hatırlatan bu garip tutum yaşantıları da örselemeye başlayınca, “Şiiri mi yoksa aslında kendilerini mi ciddiye alıyorlar” türünden bir soru meşruluk kazanıyor. Kaçınılmaz bir biçimde, “Kendilerini bu kadar ciddiye aldıklarına göre, üstünü örtmeye çalıştıkları mühim bir şey ya da aralık kalmasından tedirginlik duydukları bir pencere olmalı mutlaka” diye düşünmeye başlıyorsunuz bir süre sonra da. Patolojik narsisizm, böyle bir dönemeçte varlığını hatırlatıyor zaten. Soruyu tekrarlayalım: Edip Cansever ve İsmet Özel, şiiri mi ciddiye alıyorlar hakikaten yoksa kendilerini mi gereğinden fazla önemsiyorlar?[24]

10.

“Patolojik narsisizm” kavramını, bitip tükenmeyen Bostancı tartışmalarımızdan birinde, sevgili Süha Oğuzertem getirip bırakıverdi masanın ortasına. Narsisizmin zaten patolojik bir yansıma olduğuna dair itirazım ise Freud ve Melanie Klein’in, çocukluk dönemindeki narsisizmi olumlu bulduğunu hatırlamamla birlikte düşüverdi tutunduğu kadehin kıyısından. O son derece kırılgan çocukluk evresinin kazasız belasız atlatılması açısından elzem olan narsisizm, erişkinlikte de sürdürüldüğünde patolojik bir niteliğe bürünüyordu kaçınılmaz bir biçimde. Edip Cansever ve İsmet Özel bu bakımdan çok iyi iki örnek değil miydi?[25]

Dediğim gibi, İsmet Özel ve Edip Cansever’in şiiri mi yoksa şiirin arkasına sığınarak travmalarla yüklü kişiliklerini mi ön plana çektikleri meçhul. Meçhul olmayan, her ikisinin de kendilerinden başka herhangi birisini şair olarak zerre önemsemedikleri hakikati. Hem narsisizm hem de patoloji, müdahale vaktinin nihayet geldiğini düşünüp böyle bir keskin kavşakta devreye giriyor zaten. Edip bey’in, Kulis’te Selahattin Hilav ve Fethi Naci’nin de bulunduğu bir masada, “Bence Nâzım vasat bir şair” derken takındığı hoyratlık bunun bir göstergesi mesela.[26] İsmet Özel ağabeyim ise Dergâh Yayınevi’nden çıkıp da Sultanahmet’e doğru yürüdüğümüz bir gün, Behçet Necatigil’i ‘minör şair’ sıfatıyla niteleyip küçümsemekten hiç çekinmemişti.

Dolayısıyla, patolojik narsisizm, Edip Cansever şiirini yorumlama kabiliyetine sahip bir tespit gibi geliyor bana artık. Narsisizm ve benzeri travmatik yansımalar, patolojik bir mahiyet kazanmadığı sürece şiiri besler tabii ki ancak her iki şair için de bunu söylemek bir hayli zor. “Bu hastalar” diyor Otto F. Kernberg, “diğer insanlarla etkileşimlerinde alışılmadık düzeyde kendilerinden söz ederler, başkaları tarafından sevilmeye ve hayranlık duyulmaya büyük bir ihtiyaç duyarlar (...) Çoğu zaman bu hastaların, başkalarının hayranlık ve takdirine öylesine ihtiyaç duydukları için ‘bağımlı’ oldukları düşünülür, ancak daha derin bir düzeyde, derin güvensizlikleri ve başkalarını küçümseme nedeniyle herhangi bir kişiye gerçekten kesinlikle bağlı olamazlar.”[27]

Patolojik narsisizmin şiire yansıması kimi zaman son derece vahim sonuçlara da yol açabiliyor işte. Edip bey örneğinde, giderek bir saplantıya dönüşüyor bu tutku ve şiirin uzatılarak değil azaltılarak yazılması gerektiğine dair temel bilgi umursanmıyor bile. Edip Cansever’in şair sezgisi, yapılan bunca gevezeliğin ‘kaliteli şiir’ kavramıyla tanımlanamayacağını bir kez bile fısıldamamış olabilir mi kulaklarına acaba? Fısıldamışsa, haykırmışsa, sezdirmişse, göstermişse bir yolunu bulup dışına çıkmama tavrı veya o parantezin içinde direnme ısrarı patolojik narsisizm dışında başka nasıl açıklanabilir ki?

11.

Burada bir miktar nefeslenip doğrudan Edip Cansever şiiri ile kurduğum parçalı bulutlu ilişkiye değinmem gerekiyor belki de. Bu ilişkinin en belirgin örneği, bazı mısralarındaki boşluklara ve zayıflıklara rağmen (‘umudu dürt’) çok sevdiğim Mendilimde Kan Sesleri değil, Eski Bir Takvim İçin Şiirler’dir benim nazarımda. Gerçi bu şiirler de, Ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim diyerek ‘mendil’ metaforuyla mevzileniyor ama o meselenin başka bir tarafı. En azından benim şiir anlayışım bakımından asıl önemli olan, üçe bölünmüş şiiri üç tarafından birden kuşatan ve insana çaresizliğini bütün boyutlarıyla birden yaşatan anlamlar manzumesi.

Bir önceki paragrafta ‘anlamlar manzumesi’ demiş olsam da, Eski Bir Takvim İçin Şiirler, yeryüzünün ve gökyüzünün anlamsızlığına yönelik sessiz bir isyan çığlığı bütünüyle. “Evlerin saat beş olma hali” mısraıyla geniş bir uçuruma açılan şiir, şairi tepeden tırnağa sarıp sarmalayan uysallaştırılmış bir cehennemi yüklenerek bir yörünge arıyor kendisine sanki. Bulamayacağı daha baştan kayıtlıdır hayatların solgun bir tarafına tabii ki. Alkollere bir mektup gibi giden ve alkollerden bir mektup gibi gelen bir insan nereye sığınabilir ki yağmurlardan başka? O da bir yere kadar zaten.

Her okuyuşta beyhudelikleri omuzlayıp nihilizmin çaresizliğine sokulduğum Tragedyalar ise bambaşka bir muamma bana göre. Orada, Yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur / Islanırım ıslanırım anlamam / Sanki nedir bir yağmurun güzel olması / Sahi bir yağmurun güzel olması / Yağarken kendine severek bakmasından türünden insanı duvarlara çarpan mısralar bulunmasa da, Edip bey bir başka boyutta kendisiyle hesaplaşmaktadır her fırsatta. ‘Kendisi’ dediğim de, o ‘kendisi gibi’ görünenin arkasında nefes alıp veren bir büyük bozgun elbette. Benden bir şey sorulamaz gibiyim çığlığı, kesintisiz bir karanlıkta kendisinin gölgesinden ibarettir artık...[28] 


[1] Edip Cansever, Mehmet H. Doğan’a gönderdiği bir mektupta söylüyor bunu. Şiiri Şiirle Ölçmek, Hazırlayan: Devrim Dirlikyapan, YKY, 2009, s. 65

[2] Sonrası Kalır I, Edip Cansever, YKY, İstanbul 2005, s. 483

[3] Konuyla ilgilenebilecekler için faydalı bir yazı: “Dayak, taciz ve tecavüz şairliğin şanından mıdır?” https://t24.com.tr/k24/yazi/dayak-taciz-tecavuz,1900

[4] Büyük Saat, Turgut Uyar, YKY, İstanbul, s. 376

[5] Geç Kalan Adam: Ahmet Hamdi Tanpınar, Sefa Kaplan, Doğan, İstanbul 2014, s. 298, 399.

[6] Birbirinden farklı iki mektup var bu konuda ve her ikisi de Edip Cansever’e ait. Türkiye Yazıları’ndaki metin ile Mehmet H. Doğan’a gönderdiği mektup çelişmese bile tam olarak örtüşmüyor birbiriyle. Mukayese için: Şiiri Şiirle Ölçmek, Mehmet H. Doğan’a gönderilen mektup, s. 63-69, Türkiye Yazıları metni s. 17-25

[7] Mehmet H. Doğan’a gönderilen mektup. Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 67-68

[8] Sonrası Kalır II, Edip Cansever, YKY, İstanbul 2005, s. 226

[9] “Marksizm, ‘Sınıflar ortadan kalkınca, sömürü ortadan kalkınca, insanlar daha mutlu olur,’ der. Edip Cansever, ‘Ee, sınıflar ortadan kalkınca hayat ‘absürd’ olmaktan çıkar mı?’ diye kurcalayacaktır bunu. Bu, bana göre, Edip’in Marksizmle uyuşmadığını göstermiyordu ama edebi çevre içinde uyuşmayacağını düşünenler çoğunluktaydı. Bu da Edip Cansever’in canını sıkan durumlardan biriydi.” Şairaneden Şiirsele, Murat Belge, İletişim, İstanbul 2018, s. 469

[10] Hâlâ duruyor mu bilmiyorum ama 80’lerin ortasında Murat Belge’nin İletişim Yayınları’ndaki odasının duvarında bir ‘siyasi ehliyet belgesi’ asılıydı. Fahri (Aral), Nihat (Tuna) ve Tuğrul’un (Paşaoğlu) düzenlediği bir tür ‘politik komplo’ydu aslında bu! Oysa, Murat Ağabeyimin ‘edebî ehliyet belgesi’nin tarihi çok daha eskiydi ve orada ısrar etmemesi, edebiyat tarihi açısından tam bir talihsizlik bana sorarsanız eğer.

[11] Yaşamak Hatırlamaktır, Ülkü Tamer, Kitap Yayınevi, 2005, s. 112-113

[12] Mektuplar, Behçet Necatigil, YKY, İstanbul 2001, s. 267-268

[13] a.g.e. s. 268

[14] Anılar Kitabı, Fethi Naci, Sel, İstanbul 2009, s. 194. Fethi Naci’nin yazdığına göre, benzer bir şeyi Orhan Pamuk için de yapıyor Edip Cansever. Mekân Bodrum bu kez, “Edip’in kötü bir huyu vardı” diyor Fethi Naci ve şöyle devam ediyor: “Yetenekli, kültürlü bir genci görünce, tutamaz kendini, o gence yüklenir, o gencin keyfini kaçırmak ister, masadan uzaklaştırmak için elinden geleni yapardı (Orhan’a Edip’in bu yanını anlatmıştım; bunun için saldırıları karşısında Edip’e birkaç sözcük söylüyor  ve susuyordu. Edip de buna kızıyordu. Çünkü ancak Orhan’ı ‘madara’ edebilirse mutlu olacaktı. (s. 232)”

[15] Sonrası Kalır II, s. 223

[16] Şiirler 1948-1972, Behçet Necatigil, YKY, İstanbul 2000 (Üçüncü Baskı), s. 42

[17] Edip Cansever’in kibrini ortaya koyan örneklerin çokluğuna inat, sevecenlik bakımından hayli tekil bir detay da mevcut.  Selahattin Hilav, Edip Cansever’i İslam Çupi ile tanıştırdığını ve Edip bey’in yazılarına hayran olduğu İslam Çupi’yi, “Sen, büyük bir futbol şairisin” diye övdüğünü söylüyor. Selahattin Hilav’la Konuşmalar, Hazırlayan: Selahattin Bağdatlı, YKY, İstanbul 2012, s. 40

[18] Şavkar, yazdığım yorumu okuduktan sonra şu satırlarla başka bir boyut getirdi meseleye: “’Şehir şairi’ derken tam da Cansever’in ‘İstanbul’un şairi’ OLMADIĞINI söylemeye çalıştığımı belirteyim. İstanbul’u yazmaya soyunanlar Yahya Kemal, İlhan Berk, Attilâ İlhan gibi taşralılar. Nedim taşralı değil belki, ama onun için de İstanbul sonuçta dışarıdan bakılan bir ‘harika’. Cansever içinse İstanbul bir ‘harika’ değil, içinde yaşadığı doğal ortam. Borges’in ‘Kuran’ın Araplara gönderildiği, develerden hiç söz etmemesinden belli’ demesi gibi, Cansever de İstanbul’dan neredeyse hiç açıkça söz etmiyor, ama şehir, pasajları, meyhaneleri, yokuşları, otelleri, Arnavut kaldırımı sokakları, tramvayları vb. ile her zaman orada ve giderek bu sıradan gerçekler tuhaf/çarpıcı/’harika’ durmaya başlıyor. Murat Belge’nin terminolojisini kullanacak olursak, bir anlamda, ötekilerinin İstanbul’u şairane, Cansever’inki ise şiirsel.”

[19] Şiiri Şiirle Ölçmek, s. 35

[20] a. g. e. s. 33

[21] a. g. e. s. 299

[22] Necip Fazıl da son derece önemli bir örnek elbette ancak Necip Fazıl, şiiri bile kendisi kadar ciddiye almıyordu. Bir başka ifadeyle, tepeden tırnağa narsisizmden ibaretti Necip Fazıl, hem de en patolojik olanından...

[23] Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Hazırlayanlar: İnci Enginün-Zeynep Kerman, Dergâh, İstanbul 2007

[24] Otto F. Kernberg’e göre, patolojik narsisistik kişilerin en temel özelliği, yadırgatıcı bir biçimde sürekli kendilerinden söz etmeleri. Başkaları tarafından sevilmeye ve hayranlık duyulmaya olan ihtiyaçları da bir diğer gösterge. “Görünüşte garip bir çelişki yaratacak şekilde” diyor Otto F. Kernberg, “çok şişkin bir kendilik kavramının yanı sıra başka insanlardan haddinden fazla takdir alma ihtiyacı gösterirler.” Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm, Otto F. Kernberg, Çeviren: Mustafa Atakay, Metis, 2006 (2. baskı), s. 30-31

[25] Otto Kernberg, patolojik nitelikler gösteren narsisistik kişilikleri tanımlarken, bir bakıma Edip Cansever’in temel niteliklerinden söz ediyor gibidir. (Tercüme bozuk maalesef): “Narsisistik kişiliklerin başlıca özellikleri, büyüklenmecilik, aşırı bencillik ve başka insanlardan hayranlık ve takdir elde etmeye çok hevesli olmalarına karşılık, başkalarına karşı çarpıcı bir ilgi ve eşduyum yokluğudur. Bu hastalar, kendilerinin sahip olmadığı şeylere sahip görünen ya da hayatlarından memnun görünen kişilere çarpıcı bir biçimde yoğun haset duyarlar. (Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm, s. 200)

[26] Fethi Naci’nin anılarında yer alıyor anekdot. Edip Cansever’in bu sözü üzerine, “Nâzım vasat şairse, sen de cüce şairsin” diyor Fethi Naci. Neticede iki yıl küsüyorlar birbirlerine. Anılar Kitabı, Fethi Naci, Sel, İstanbul 2009, s. 195. Otto Kernberg, Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm kitabında buna benzer davranışlara ilişkin şöyle bir yorum yapıyor: “”Bu kişilik yapısına sahip çok zeki hastalar, alanlarında oldukça yaratıcı görünebilirler (...) ayrıca bu kişilikler, bir sanat dalında çok iyi icracı olabilirler. Ancak üretkenlikleri uzun bir süre boyunca dikkatle gözlendiğinde, çalışmalarındaki yüzeysellik ve değişkenlik, bu pırıltının arkasındaki boşluğu açığa çıkaran bir sığlık ortaya koyar. (s. 201)

[27] Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm, s. 199-200

[28] Sevgili Edip bey, o mısrada ‘artık’ kelimesini unutmuşsunuz sanki ve sanki şu söyleyiş çok daha anlamlı ve derinlikli: “Benden artık bir şey sorulamaz gibiyim...”