Edebiyatı aramayan okur, yazarı arar. Çünkü yazar artık kusurlu, kekeme, göbekli veya yaşlı bir kişi olmaktan çıkıp popüler ikon haline gelmiştir. Pantolon giyip erkek kılığında fotoğraf çektirebilir...
30 Aralık 2015 13:00
Bütün edebi yapıtlar ilk yazıldıklarında önce çöplüğe düşer. Ne kadar albenili olursa olsun, ne kadar satarsa satsın, ne kadar beğenilirse beğenilsin bütün edebi yapıtlar önce çöplük malıdır. Zaman denen çöp toplayıcısı gelmeden, o çöplükten iyi mallar seçilip antikacıya gidemez. Her edebi yapıt o çöplükte başkalarıyla sıkış tepiş halde derin bir yalnızlık yaşar; zamanı bekler, çilesini doldurur. Zaman, çöpten iyileri seçerken, bazı iyi parçaları da kasıtlı olarak orada bırakır; örneğin Monte Kristo gibi parlak cilalı bir eseri oradan almaz ki, çöplüktekiler neyin ileriye gidebileceğini daha iyi görsünler. Kendini parlak raflarda çöplükten uzak sanan kibir budalalarına da yine zaman dersini verir; çöplükte bile kalamayıp geri dönüşüm tanklarına girerler. Fakat ne yazık ki yazarı yaşarken çöplükten çıkmaya fırsat bulamamış, yazarı öldükten sonra değeri anlaşılıp müzeye kaldırılmış yapıtların ahı da, hiçbir şeye kâr etmez. O ah, yazarın seçtiği yalnızlık cehenneminin yankısız duvarları arasında yazarla birlikte unutulur gider. Yaşam adaletsiz bir yerdir.
Büyük edebi yapıtları okurken hayran olan okurun, yazarın ahını işitmesi için dâhi olması beklenir. Eh, bu da en azından iyi edebiyatın niçin seyrek okur bulduğunun açıklaması sayılır.
Yazar
Yazar, sürekli olarak kendindeki başkaları ile savaşan kişidir. Dille savaşır; çünkü dil, insanın doğasında hazır bulunan şeylere benzemez. Öğrenilmiştir ve çoğu kez de yazarın ifade etmek istemeyeceği düşünce ve söz kalıplarından oluşur..
Yazar, ailesiyle savaşır; çünkü aile “sahneye çıkmayı” zorlaştırır, yazarın “kendisi gibi söylemesinden” ilk önce o dehşete kapılır. Bu yüzden, hiç kimse, içindeki buyurgan babayı ve anneyi yok etmeden özgürce yazamaz.
Yazar, toplumun değer yargılarıyla da savaşır. Çünkü bunlar insan ruhunda inzibatlar gibi dolaşırlar. Bir yazar için toplumun değer yargılarının doğruluğu ya da yanlışlığı kanıtlanabilir bir şey değildir. Bu nedenle yazar katıldığı, sevdiği değer yargılarını övmediği gibi, reddettiği değer yargılarını yermekten kaçınır. Edebi metinde, değer yargılarıyla savaş, onlar hakkında yargıdan uzak durmakla mümkün olur ve kazanacaksa böyle anlam kazanır.
Yazar aslında kendi adıyla da savaştadır. Bu nedenle takma ad, yazar için bir fiyaka değil, gerekliliktir.
Yazarın kimlik değiştirerek yazmasıyla ilgili olarak Umberto Eco’nun vecize gibi bir sözü aklımdadır: “Yalnızca” diyordu Eco, “mahalledeki kasap ve bakkal tarafından tanınmak isteyenler kendi adıyla yazar.”
Herkesçe görülen bir isim olmadan herkesi görmek, sanırım gizlenmekle mümkündür, takma ad konusu aklımıza bunu getirir.
Fakat öte yandan gizlenerek bir şey yapmanın tekilliği, obsesif bir kişiliğe işaret edebilir. Doğrusu yazarların buluşmaları ve tartışmaları beklenir. Bu buluşmalar, yazarın benzerleri gibi düşündüğü cemaat yoklamaları olamaz, yazara kendi farklılığını tartma olanağı veren ortamlar yarar getirir. Ama bunun yerine kitap tanıtım kokteyli yapılıyor artık. O da zengin yayınevleri tarafından çok satar yazara.
Duralım ve elimize bir çöp alıp duvarı kazıya kazıya şunu yazalım derim: Yazar, kendi lânetli yalnızlığını bilerek seçtiği ve yazısını oradan yeşerttiği ölçüde herkesin yazarı olabilir.
Yazarları en çok övenler edebiyat dışından gelen okurlardır; en çok da onlar edebiyatın kıymetinden söz ederler. Büyük bir olasılıkla daha fazla kitap alır ve güncel yazarları kovalarlar.
Yazarlar hakkında bilgi sahibi olmak, bazıları için edebiyat hakkında konuşmaktan daha çekicidir. Kitapları edebi açıdan değil de “zevkine göre” değerlendirmek de öyle. “Beğenmedim” sözü, insanı bilme zahmetinden kurtarır.
Edebiyatı aramayan okur, yazarı arar. Çünkü yazar artık kusurlu, kekeme, göbekli veya yaşlı bir kişi olmaktan çıkıp popüler ikon haline gelmiştir. Pantolon giyip erkek kılığında fotoğraf çektirebilir, topuklu ayakkabı giyip kanepeye uzanarak kendini teşhir edebilir.
Edebiyatı aramayan okur, yazarın mahremiyetini arar. Onun aşk mektupları, edebiyatından değerlidir. Kullandığı kalem, gittiği mekân çok önemlidir. Bu, “yaşayan yazarları takip etmenin bir yolu”dur, pop ikonuyla özdeşleşmek ve onun “çıktığı yerlere” ulaşmak için “kısa yol tuşunu” arayan kişiler böyle davranır. Fakat edebi açıdan bunun bir değeri olsaydı, yalnızca İstanbul’da Nerval’den Baudelaire’e, Melville’den Hemingway’e dünya kadar yazarın izini süren yığınla okur görmemiz gerekirdi. İstanbul’da pek çok yazarın izlenimleriyle görünür hale gelmiş mekânlar içinden geçilir ama “balıklar derya içre olduklarını” bilmezler.
Edebiyatı aramayan okur, başkasının düğününde zevkten köpüren mahalle kızlarına benzer. Çünkü onun sorunu “bir hali kendi başına yaşamak” değil, “orada olabilmek”tir. Yazarın bulunduğu yerde. Mümkünse yazarın ve onunla yan yana gelebilen seçilmişlerin olduğu yerde.
Oysa yazarı tanımak okura bir şey katmaz, “onunla anılmak” da. Edebiyat bunların hiçbirine gerek duymayan içkin bir eylemdir. Has okur, edebi yapıttan ötesine sırtını dönüp hayatını yaşayan kişidir.
Popüler edebiyat bir cehennemse, edebiyatı aramayan okur onun kütüğü sayılır.
Bu durum birçok yazarın ıskalanacağı anlamına gelir. Elbette yazar da boş durmaz: İlgi görmemiş her yazarın okur üstüne salınmış bir ahı vardır. Fakat bu ah, okuru asla değiştirmez, okur yine olduğu gibi kalır.
Okurun yanlışları saymakla bitmez; ilgi görmüş bütün kötü yazarların sorumluluğu onun omuzlarındadır. Bütün bunlar okuru asla yolundan döndüremez: Kötüler onunla umur bulur, iyiler onun elinde kahrolur. Ama o yine olduğu gibi kalır.
Fakat şu da önemli bir gerçektir: Pek çok yazar okurun ilgisizliğinden demlenir, okur yokluğunda olgunlaşır. Okurun yokluğu, şımarması olası bir yüreği bilgeleştirir; çünkü etrafına baktığında çok az kişi görmek bir yazarın ruhunu soldursa da, yazısına renk katar. Okurun kavrayışsızlığı yazarın kavrayışını artırır, onun edebiyata ilgisizliği yazarın edebiyata düşkünlüğünü çoğaltır. Okur hiç de öyle yaptığını bilmeden, bazı yazarları büyütür.
Zaman geçer, okur ilgilenmediği yazarlardan birini keşfeder. Kendi beğenisini yazarın sözünden değerli bulan biriyse, o anda elinde tuttuğu inciyi leblebi zannedenlere benzeyecektir, üstelik yazarla alay bile eder. Fakat aklı başındaysa yazarın acılarını hisseder ve bu acılar onun gözünde değer kazanır.
“Nasıl da fark etmemişler onu!” diyerek ilgisizlikte kavrulmuş yazarı kollayan, okura kızan yine okurdur. Okur yokluğunda derinleşen acılar bu kez okurun ilgisine mazhar olmuştur. Okur bu kez de o acıları algılamış olmakla böbürlenmeye başlar. Düşünmez ki, ilgisizlikle olgunlaştırdığı yazarı bu kez ilgisiyle sıradan hale getirmektedir.
Okur yine değişmez, olan yazara olur.