K24'ün Türkiye'de Editörlük dosyası yankı uyandırmaya devam ediyor. Meselenin örgütlenme boyutunu masaya yatırdık ve Türkiye Gazeteciler Sendikası ile Yayınevi Emekçileri Kolektifi'nin kapısını çaldık...
17 Eylül 2015 15:15
Yayın dünyasındaki birçok insana göre kısa süreli de olsa editörlük deneyimi olmuş biri olarak K24’ün editörlük dosyasına bakarken sosyal medyada da ifade edilen nitelikli bir eksikliği fark ettim: İşin örgütlenme boyutu. Türkiye’deki kanunlara bakıldığında gazetecilik sendikalarının yayınevlerindeki emekçileri örgütlemek konusunda yetkinlikleri olduğu göze çarpıyor. Sendikaların yanı sıra yayınevlerine ve yayınevindeki emek süreçlerine odaklanan grup ve kolektifler de var. Buna bağlı olarak TGS ile ve Yayınevi Emekçileri Kolektifi ile iletişime geçtim. Bu işin örgütlenme boyutu için onları dinledim. TGS ile kısa bir görüşme yaparken YEK ile uzunca bir söyleşi yapma şansım oldu. Her iki taraftan da duyduğum şeyler yayın evlerindeki sömürü ortamının derinliği konusundaki endişemi arttırırken, örgütlenme konusunda gösterilen azim de umut yarattı.
TGS’den Gökhan Durmuş’a önce nasıl olup da yayınevlerinin TGS’nin iş koluna girdiğini soruyorum ve öğreniyorum ki 2012 yılında yeni sendikalar yasasıyla daha önce 28 olan iş kolu sayısı 20’ye düşürülünce, bu düzenlemeye göre gazetecilik iş kolu, matbaa, prodüksiyon ve yayınevlerinin de içinde bulunduğu iş koluna girmiş. Bu aslında bugün gazetecilik alanında yapılan örgütlenme faaliyetlerine de gazeteciliğe ilişkin Türkiye odaklı akademik çalışmalara da yansıyan önemli bir durum. Peki gökten zembille inmemiş olsalar da günün sonunda sendikanın etki alanında olan yayınevi çalışanları için sendika ne düşünüyor, neler yapmak istiyor? Aslında sadece yönetmelik meselesi değil mesele. Aşağıdan yukarıya yükselen bir talep de var işin ucunda. Yayınevi emekçileri hem hukuki hem de iş süreçleri ile ilgili destek almak için koşulların her geçen gün daha da kırılganlaştığı sektörde bir dayanak olarak gördükleri sendikaya ulaşmışlar.
Türkiye’de gazetecilik alanındaki sürekli baskı ve kriz atmosferi her ne kadar TGS’yi sürekli olarak kriz yönetmek ve hak savunuculuğunu gazetecilik alanında hareket etmek zorunda bıraksa da TGS bu alanda hukuki ve emek tabanlı destek sunma gücüne sahip bir sendika. Yasaların yarattığı bu rastlantı ilk bakışta bazılarına komik görünüyor olabilir; ancak gelişen medya koşulları ve yeni medya teknolojileri aslen yeni haber odaları ile bulut modelleriyle çalışan yayınevlerini birbirine fena halde bağlayacağa benziyor. Neredeyse tamamı örgütsüz olan ve hatta kültür endüstrisinin yapısı gereği bazı şirketlerin ve yayınevlerinin yapıları emekçinin örgütlenememesi üzerine kurgulanan bu piyasanın koşullarını belirlemek içinse elbette çok derinlikli efora ihtiyaç var.
Zira TGS’nin yayınevi emekçilerine yönelik hazırladığı broşür bize çok şey söylüyor: “Sigortasız çalışmaya, telif sömürüsüne, güvencesizliğe, angaryaya karşı örgütlen.” Gerçekten özellikle küçük yayınevleri söz konusuysa editör olarak girdiğiniz işyerinde tezgâhtarlık yapmış, “mal taşımış”, patron faturası yatırmış, çocuk bakmış olmanız çok da şaşırtıcı bir durum olarak karşılanmayabiliyor. Sanılmasın ki kurumsallaşma angaryayı azaltıyor. Orada da özellikle toplumsal cinsiyet meselesinin kritik başlığı olan taciz ve mobbing ortaya çıkıyor. Yayınevi emekçilerinin anonim ya da kendi isimleriyle yayınladıkları sömürü ve taciz ifşalarının son dönemde arttığı göz önüne alınırsa, bu alanda söylenecek daha çok söz var. O nedenle sektörün içinde daha spesifik bir alanda söz alan ve sözünü söylemekten çoğu zaman çekinmeyen Yayınevi Emekçileri Kolektifi’ne sözü bırakmakta büyük fayda var.
Bu derinlikli eforu sarf etmek konusunda en iddialı kuruluşlardan biri de Yayınevi Emekçileri Kolektifi. Kolektif üyeleri ile Internet üzerinden gerçekleştirdiğim görüşmelerde kolektif bir akıl işliyor. Bu kolektif aklın geniş tabanlı bir alan örgütlenmesi için gerçekten umut verdiğini kendi adıma söyleyebilirim.
Yayınevi Emekçileri Kolektifi’nden bahsedebilir misiniz ilk olarak. DİSK ve TÜRK-İŞ'in alanına giren sendikalardan farklı olarak bir kolektif kurma fikri nereden geliyor?
YEK, bir kolektif olarak yola çıktı. Aslında buna bir tür alan örgütlenmesi denebilir. Bir oda, meslek birliği, sendika vs. bunların hepsi de denenmiş ve denenebilecek yöntemlerdir/araçlardır ve işin aslı birbirinin alternatifi olmak zorunda da değil. Biz yola çıkarken farklı yayınevlerindeki, yayıncılık faaliyeti yürütülen farklı kurumlardaki emekçilerle bir araya gelmek ve birbirimizin sorunlarına müdahil olmak istedik. Bunu en iyi kaldırabilecek olan da bir alan örgütlenmesi ve kolektif bir yapı olur diye düşündük. Sonuçta yaptığımız işin ortak bir tanımının bile olmadığı, iş kolu düzenlemeleriyle kırk parçaya ayrılmış bir yayıncılık dünyasından söz ediyoruz. Bu alandaki düşünsel ve örgütsel birikimi oluşturabileceğimiz herkesin eşit söz hakkı olan bir kolektif yapının önümüzü açacağını düşündük. Ancak elbette içimizde sendikalılar ya da oda mensupları da var ve olacaktır. Kaldı ki alanımızda örgütlü olan sendikalardan hem DİSK Basın-İş'le hem de TÜRK-İŞ TGS ile yakın diyalog halindeyiz. Ortak etkinlikler düzenliyor, birlikte toplantılar alıyoruz. ÇEVBİR ile birlikte etkinlikler düzenledik. Alanda var olan diğer emek ve meslek örgütleri ile de temas halindeyiz. Önümüze koyduğumuz gündemlerle birlikte alandaki en geniş bileşeni birlikte hareket ettirmeyi hedefliyoruz. Tekil olarak şu ya da bu örgütün niceliğinin artmasından ziyade alanın toplamında örgütlülük düzeyinin artmasının daha önemli olduğunu düşünüyoruz.
Yayınevi Emekçileri Kolektifinin etki alanında kimler var? Sadece editörler veya geniş bağlamda entelektüel emek verenler mi? Örneğin kitapların lojistik işlerinde ya da muhasebe veya pazarlama departmanında görev alan kimseler dahil mi etki alanına?
Kolektif olarak, kültür üretiminin yarattığı yanılsamaların ardına saklanan ve türlü söylemlerle görünmez kılınmış emek sömürüsünün ortadan kaldırılması için gerekli mücadeleyi vermek temel amacımız. Bu amaç çevresinde bir araya gelme iradesini gösterebilen tüm yayınevi emekçileri YEK'in parçasıdır. Çevirmeni, redaktörü, editörü, illüstratörü, son okumacısı, dizgicisi, depocusu, satış elemanı ve diğer tüm mesleklerden yayınevi emekçileri kendisini YEK'te ifade edebilir.
K24'ün dosyası genel olarak editörlük üstüne kuruluydu. Editörlerin çalışma koşullarının prekerleştiği (esnekleştiği, zaman mekân bağımsız hale geldiği ve güvencesizleştiği) bir sistem söz konusu. Bazı editörler bunun avantajları olduğunu söylerken bazıları da bunun güvencesizleştirme politikasının bir parçası olduğunu söylüyorlar, sizin görüşünüz ne yönde?
Mevcut teknolojik gelişmeler kitap hazırlık sürecindeki yayınevi emekçilerinin işyeri mekânına bağımlılığını azaltmıştır. Bir editör, grafiker ya da redaktörün işini yapması için her gün yayınevine gitmesine gerek yok artık. Ancak bu mekândan bağımsızlaşma, emekçilerin örgütsüzlüğünden dolayı, işverenler lehine kullanılmakta, daha az ücret ve güvencesizlik anlamına gelmektedir. Bu nedenle yayınevi emekçilerine, “ya gel işini gözümün önünde (yayınevinde) yap ya da her türlü güvenceden yoksun ol” demek en hafif tabirle insafsızlıktır. Freelance editörün hazırladığı da yayınevinde çalışan editörün hazırladığı da kitap ise eğer, iki çalışan da güvenceli olarak çalışmalıdır. YEK olarak da bunun mücadelesini veriyoruz.
Bir de şimdilerde ortaya çıkan yeni trendler var. Merkezi olmayan yayınevleri gibi. Sadece belirli depolar kullanan, tamamıyla dijital ortamda çalışan. Bunlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bu gelişmeler yayınevi emekçilerinin çalışma şartları açısından önemli ancak çalışma mekânı nasıl olursa olsun, ister plazada çalışsın, ister evinde pijamayla, yayınevi emekçileri insani şartlarda yaşayabileceği bir ücret alıyor mu, güvenceli mi, mobinge maruz kalıyor mu, kafasını kaldıramayacağı bir iş yükünün altında eziliyor mu vb. bizim için önemli olan bunlar.
Yayın sektöründe çalışanların hakları hakkında yeterince bilinçli olduğunu düşünüyor musunuz? Mesela bir arkadaşımın sigortalı çalıştığı işyerinde sigortasının asgari ücret üstünden yattığını 3 yılın sonunda işten ayrılırken fark ettiğini biliyorum. Bunlar sizce sadece şahsi eksiklikler mi?
Yayınevi emekçilerinin genel anlamda haklarını bilmek ve bunlar için mücadele etmek konusunda zaaf taşıdıklarını kabul etmemiz gerekiyor. Bunun hem toplumsal muhalefeti ve genel emek mücadelesini ilgilendiren hem de sektöre has nedenleri var. Toplumsal muhalefet ve emek mücadelesinin genelini kesen nedenleri bir yana bırakıp, sektöre has nedenlere yoğunlaşmak gerek burada. Ama baştan belirtmeliyiz ki, sorun tek tek yayınevi emekçilerinin bireysel eksikliği olarak açıklanamaz. Zaaf sektör çalışanlarının ortak bilincine aittir. Kökleri baskıcı yasalara, zorlu çalışma koşullarına, iş gücü rekabetine ve "idealizm sömürüsüne" dayanır. Çözümü de ortak mücadeleden geçer. Bu mücadelenin bir ayağı da tek tek bireylerin algısında yer alan "kültür üretiminin kutsallığı" algısını kırmak olarak tanımlanabilir.
Yayınevi sahiplerinin “düşük kitap satışlarından” şikayetle ve “kültür üretiminin kutsallığından” dem vurarak sıklıkla bizi sömürülmeye “gönüllü” kılmaya çalıştıkları hepimizin malûmudur. Ama daha kötüsü, yayınevi emekçilerinin önemli bir bölümünün de, patronlarının bu çabalarına bile gerek kalmadan aynı hayal dünyası içinde yaşamalarıdır. Bizim “idealizm sömürüsü” diye adlandırdığımız durum tam da burada tezahür eder. YEK; baskıcı yasalara, zorlu çalışma koşullarına, emek sömürüsünün her biçimine karşı ortak mücadeleyi yükseltmeyi hedeflerken, bu gönüllü sömürü mekanizmasını da dağıtmayı amaçlar.
Yayınevi Emekçileri Kolektifi dendiğinde aklıma hemen kooperatif fikri geldi benim. Biliyorsunuz bu tür deneyimler aslında alternatif ekonomik modelleri denemek ve oluşturmak için şart. Kolektif etrafında hiç böyle bir örgütlenme fikri oldu mu?
Yayınevi Emekçileri Kolektifi kendisini mücadele örgütü olarak tanımlamakta ve kendi önüne ülkenin her yanında, bir yayınevinde ya da freelance çalışan tüm yayınevi emekçilerini örgütlemeyi ve bu alana ilişkin politika üretmeyi hedef olarak koymakta. Yayınevi emekçileri arasında dayanışma ilişkisini artıracak her türlü örgütlenme YEK açısından da önemlidir. Kooperatif ya da diğer dayanışma kuruluşları emekçilerin hak mücadelesine katkı yapacak şekilde kurulursa elbette ki önemsenmeli ve destek verilmelidir. YEK bileşenleri bu tarz organizasyonların aktivisti, gönüllüsü olabilirler ancak YEK’in şu anki amacı başta belirttiğimiz hedeflerini daha iyi yapabilmek.
Yayın evlerinde herkesin bildiği "sır" var bir de. Mobbing. Birçok yayıncılık emekçisi bununla karşı karşıya kalıyor. YEK olarak buna karşı politikalarınız neler?
Mobbingi de diğer hak gasplarından ayrı ele almamak gerekir. YEK de bir emek örgütü olarak her emekçinin ekonomik ve sosyal haklarını elde edebilmesi, insanca bir çalışma ortamına sahip olabilmesi için mücadeleyi hedef alır. Diğer beyaz yakalılardan ayrı olarak yayınevlerinde uygulanan mobbingi bizim de ilk günlerimizden itibaren sürdürdüğümüz “idealizm sömürüsü” tartışmalarıyla da birlikte ele almak gerekir. Sonuç olarak “kültür üretimi” yaldızı altına bürünmüş bir saldırı sonrasında “yaptım ama sor bir niye yaptım” anlayışını meşrulaştırıyor.
Son dönemlerde yayınevlerinden ayrılan ya da ilişikleri sonlandırılan emekçilerin ifşa mektupları da artmaya başladı. Sizce bu sektörel bir uyanışın işareti mi?
Öyle olmasını elbette biz de isteriz. Ancak görebildiğimiz kadarıyla bu ifşalar çoğunlukla ya emekli olurken ya da sektör değiştirirken yayınevi sahibine “ağzının payını verme” çıkışları. Yoksa işe ihtiyaç duyan bir yayınevi emekçisi bırakın ifşayı, hakkı olan dava sürecini bile maalesef işletememekte. Çünkü yayınevi sahipleri birbirini sevmeseler, bir bir arkalarında bol laf etseler de mesele emekçi oldu mu, kendi sınıf dayanışmalarını hayata geçirip emekçinin yeni iş bulmasını engelleyebilmekteler. Bu çerçevede ifşa vb. girişimler elbette ki önemli ancak yayınevi emekçisinin işsizlik ve güvencesizlik cenderesinden kurtulması kolektif bir mücadeleyi örmekten geçiyor.