Tarih ve roman

Günümüz okuru edebiyatçı kılığı altında propaganda yapan ideologları yadırgamıyor. Yeni okur din, siyaset, millet yahut bilmemnecilik uğruna anlatılan ilkel masalları edebiyat olarak görüyor ve tarihi de ideolojiyi de dini de kurmacadan öğreniyor

17 Eylül 2015 15:30

Tarihsel olayların bilinmeyen yanlarını açığa çıkarmak mı, yoksa tarihsel bir zemin üzerinde, estetiğin olanakları içinde, insani hakikatle yüzleşmek mi? Roman yazarının niteliği bunlardan hangisini seçtiğine bakınca anlaşılır. Romancının bu konudaki seçimi onu ya iktidar söylemine ya da her türlü iktidardan bağımsız olmaya ihtiyaç duyan estetiğin diline götürecektir.

Konusu “geçmiş zaman” olan kurmacada sanatı öne çıkarmak ve tarih tezi öne sürmemek romancıya, estetiğe boş verip “tarih bildirisi” yazmak ise ideologa işaret eder. Şüphesiz bu iki tutum da politiktir ve birbirine taban tabana karşıttır. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyeyim, tarih zemini üzerinde insanla ve estetikle uğraşanlar özgürlükten; tez öne sürenler despotizmden yana tercihlerini kullananlardır.

Tarih mi kurmaca mı?

Önce kavramı netleştirelim: Tarih romanı nedir?

Tarihsel roman, tarih romanı, tarihi roman gibi kavramları birbirinden ayrı tanımlamaya çalışmayı gereksiz ve kafa karıştırıcı buluyorum. Hepsi aynıdır; içinde tarihsel bir olay geçen, dramatik kuruluşu tarihsel olaylara göre ilerleyen romanlara tarih romanı denir.

Roman, dinden ve sözlü kültürden kopan, bilimsel yazılı kültüre uygun düşünen modern insanın eylemi olarak doğmuştur. Yazarların nesnel anlatıcılığı bilim dilinden öğrendiği açıktır. Bir doğabilimci gibi doğayı ve insanı kavrayan yazarların elinde kişilik kazanan roman sanatı çok gençtir. Öykü de dahil bütün diğer sanat dalları romandan önce doğmuş, yalnızca sinema romandan sonra ortaya çıkmıştır. Bu nedenle roman ve sinema, muktedirlerin en çok göz koyduğu, politik dünyanın hep ele geçirmeye çalıştığı iki sanat disiplinidir.

Roman, her şeye gücü yeten kahramanların ve tanrıların öykülerinden insan öykülerine geçmeyi ifade eder; barbarlık çağından henüz çıkmamış olan insanlığın ruhunun keşfi için en önemli olanaktır.

Dünyamız halen sözel kültürlerden gelen düşünüş biçimlerinin istilası altındadır. Roman ve sinema da haliyle bu istiladan etkilenmekte, ideolojiyi ve politikayı açıkça temsil etmek hatasını işleyen sanatçılar yüzünden, sanatın alanı daraltılmaktadır.

Nesnelliğin dili

“Kahraman”ları değil de “karakter”leri olan, insana özgü hakikatleri araştıran, ötekileştirici dili dışlayan roman sanatı, söyleyiş tarzını ve bakış açısını destan-masal dilinin dışına çıkarak kurmuştur. “Roman bir Avrupa sanatıdır” diyenler bunun için böyle söyler. Çünkü Avrupa’dan başka bir yerde Rönesans ve Aydınlanma yaşanmamıştır. Denebilir ki Rönesans ve Klasik Çağ öncesi’nde kalan bütün büyük dinsel, masalsı, destansı yapıların sonu “insan hikâyeleriyle” gelmiştir. Konular gökten yere inmiş, bakış açısı tanrının değil -tanrı gibi her şeyi gören- insanın bakış açısı olmuştur.

Şehir yaşamına bakarak insanın ruhuna gitmeyi Balzac’tan, bilimlere bakarak “deneysel roman” yazmayı Emile Zola’dan, nesnel yaklaşımla tarih romanı yazmayı Lev Tolstoy’dan öğrendikçe, yazar tavrının kökleştiği bir yazın tarihi oluştu. Bu tarih bazı ilkeleri geçerli kıldı. “Yazın geleneği” olarak beliren bu ilkeler, kurmaca yapıtlar aracılığıyla sonraki kuşaklara aktarıldı.

Bu ilkelerin en önemlisi “yazarın kendi karakterlerine mesafeli olması gerektiği”dir. Bir diğeri toplum analizi yapmakla toplumu anlatmanın aynı şey olmadığıdır; bir başkası da sanatın özerk bir toplumsal etkinlik düzeyi olduğudur…

Burada birçok ilkeyi daha anabilirim ama yazının bağlamıyla ilgisi olmadığı için bunların arasından özellikle birinci ilkeyi yeniden anarak bir şey göstermek istiyorum: Bu da “yazarın kendi karakterlerine mesafeli olması gerektiği”ni anlamanın, yazarlığa başlangıç için zorunlu olduğudur. Yazar bunu başardığı andan itibaren anlattığı kişilerin tarafı veya karşıtı olamaz. Bu, kurmacayı masaldan ve destandan ayırır. Modern çağda yazar olmak, diyebilirim ki seçtiği karakterlerin safında yahut karşısında durmamayı öğrenmek demektir.

“Taraf tutan yazar”

Bu nedenle “taraf tutan yazarların” modern öncesi çağdaki destan ve masal kalıplarıyla hareket ettiği, yazarlığın “yazı” boyutundan gelen deneyimlerinden haberdar olmadığı rahatlıkla söylenmelidir.

Tarihsel romanın bir geçmiş özlemi ve bir retorik rüyası olmaktan çıkıp, “elzem” hale gelmesinde milliyetçi hareketlerin payı olduğu anlaşılıyor. Tarihi yeniden yazan milliyetçilik, “güncellenmiş tarihin” söz düzenini kurmak için edebiyata başvurmak zorundaydı. Böylece romanda kahramanlıklar, “biz ve öteki” kalıpları, şiddet, erkek egemenliği, din ve etnik böbürlenmeler olağan hale geldi. Böylece milli romanın doğuşuyla birlikte tarih romanı politik aygıtın ideolojik şubelerinden biri oldu. Kilisenin kabul ettiği kitaplarla bir din kanonu yaratması gibi, milli devletler de bazı edebi ürünleri seçip bazılarını reddederek edebi kanon kurdular.

Oysa roman sanatının ilk örnekleri sayılabilecek, şiirsel ve ironik diliyle romans sınırlarında gezen Don Kişot (Cervantes) ve adalet özlemini dile getiren Michael Kohlhaas (Erich V. Kleist) bile tarihteki olayları değil, tarihsel olaylar içindeki kişilerin hallerini anlatıyordu. Alexandre Dumas Üç Silahşör romanıyla romantik bir popüler kültür ikonu yaratsa bile yine de tek tek insanların öykülerini ve tutkularını görmek bakımından hafifsenemezdi.

Romanın masumiyeti “taraf tutan yazar”ın ortaya çıkmasıyla birlikte bozulmuş görünüyor: Siyaset, politik amaçları için sanata el koydu. Yunan milli edebiyatıyla başlayan bu çığır, Balkanlardaki milliyetçi edebiyatlarla, din romanlarıyla sürdü, İttihatçıların, Stalinizmin, McCarthy’nin ve Maoculuğun elinde “rafine”leşti.

Romana, insan hikâyelerine gözünü diken, bunun tadını alan okurun belleğinden politik ve ideolojik amaçlara uygun olarak edebiyatın tadı yavaş yavaş silindi: Yeniden kahraman hikâyelerine, korkunç masallara, erkek maceralarına, minyatüresk edebiyata, din propagandasına döndük. İçinde insanın derinliğini barındıran, her biri insanlığın bir yönünü keşfeden derin yapıtlar okur bulamaz oldu.

Günümüz okuru edebiyatçı kılığı altında propaganda yapan ideologları yadırgamıyor. Yeni okur din, siyaset, millet yahut bilmemnecilik uğruna anlatılan ilkel masalları edebiyat olarak görüyor ve büyük bir ciddiyetle tarihi de ideolojiyi de dini de kurmacadan öğreniyor!

Romanda tarih: Niye?

İşte bu noktada, “romanda tarih neden vardır” sorusu sorulmalıdır. Bu soruya verilen yanıt, tarihsel rom ana bakış açısını belirler.

Roman tarihinin “en çok tarih kitabına benzeyen romanı” olarak gördüğüm Savaş ve Barış, romanda tarihin ne işi olduğunu hem tarihten hem de romandan yanıtlayabilmek lüksüne sahip ender yapıtlardandır. Yani 1812 Borodino Savaşları’nda ne olduğunu öğrenmek isteyenlere tarihçi titizliğiyle yanıt veren bu roman, aynı zamanda kahramanlarının insani özelliklerine de titizlikle yaklaşır.

Unutulmamalıdır ki bu romanda herhangi bir şekilde Rus tarafı tutulmamıştır, insan hikâyeleri ön plandadır ve yazar, tarihsel olayları arka planda tutmayı kesin olarak başarmıştır. Tolstoy hem kişilerine bir ruh hekimi gibi uzaktır hem de topluma bir tarihçi kadar soğukkanlı bakmaktadır.

Zamanla Tolstoy gibi tarihi olayları titizlikle bilmeyi gerektirmeyen bir tarih romancılığı ortaya çıksa da roman yazarlığının yazılı olmayan ahlâk kuralları arasına tarihi olayları değiştirmemek, kişileri yargılamamak, kahraman mitosunun dışına çıkmak gibi moderniteye özgü, modernlik öncesi biçimleri dışlayan kurallar da (Savaş ve Barış’ın kural koyucu ağırlığı yardımıyla) yerleşmiş oldu.

Bunu yapamayan yazarlar edebiyat sınıfında yer alamamış amatör tarihçilerdir. Şüphesiz edebi ürün verdiklerini düşünmek hem onların, hem muktedirlerin, hem de okuyucuların kusurudur.

Günümüzün “taraf tutan” yazarı, tarih romanı yazdığında insani deneyim ve estetik düzleminde değil de, tarih, siyaset veya din bilgisi düzleminde bulunmayı yeğlediği için edebiyat sınıfına alınmaya ehil değildir. Çünkü tarihi bilmek ve açıklamak romancı için temel hareket nedeni sayılamaz. Romancı tarihçiliğe özenemez. Roman yazarı insan davranışıyla ilgili bir hakikatin keşfini bir kenara itip, “tarihin bilinmeyen yönlerinin keşfini” seçemez.

Romanda amatör tarihçiliğe reddiye

Tarih ve roman hakkında hep belirttiğim yedi önermem vardır, burada yinelemek isterim:

1) Tarihsel roman, tarihi açıklayan roman değildir.

2) Tarihsel romanda tarihi kişiler ve tarihsel önermeler, kurmacanın önüne geçerse, yapılan iş siyaset ve propaganda olur.

3) Romanda tarihsel tezler öne sürmek ve tarihle ilgili tartışmalar yapmak, kabul edilebilir bir tutum değildir.

4) Tarihsel romanda anakronizma mümkündür; bütünüyle anakronik yapılar da kurulabilir, yer yer anakronik hallerin göze çarptığı yapılar da.

5) Tarihsel roman, yazarın kendi yaşadığı tarihten geçmişe doğru baktığı varsayımsal bir geçmiş bilgisine dayanır. Romancı, geçmiş üzerinde fikir yürütürken bile şimdiki zamanın bilgisiyle geçmişi tartıştığını unutmaz. Bu nedenle “geçmişi açıklamak” tezi hem estetik dışıdır hem de olanaksızdır.

6) Tarihsel roman, bugünden geçmişe doğru uzanan bir süreci mantıksal ve kavramsal çapta tanımlamakla uğraşmaz. Bu olsa olsa tarihin işidir. Tarihsel roman, varsayımsal bir tarih zemini üstünde yaratılan estetik yapıttır; geçmişte olduğu ifade edilen yaşam hallerine bağlı kalarak, insanı duyular ve imgelem düzeyinde kavramak ister.

7) Büyük tarihsel kişiler hakkında yazmak, büyük roman yazmak anlamına gelmediği gibi, tarihte hiç işitilmemiş kişiler hakkında yazmak da önemsiz şeyler yazıldığı anlamına gelmez. Tarihsel roman yazan kişinin estetik normları, genel roman estetiğinin normlarından hiçbir biçimde ayrılmaz.

Ölçütler

Bir romandaki tarihsel olayların aslına uygun olmadığını söyleyerek tartışma açmak da yanlıştır. Kurmaca yapıt, bütünüyle doğru tarihsel olaylarla örülse bile güzel olmadıktan sonra işe yaramaz. Demek ki bir tarih romanında aranacak ölçütlerden biri dönemin havasını çok gülünç çelişkilere düşmeden anlatabilmesi fakat asıl olarak çekici bir hikâye anlatmasıdır.

Romanın politik olarak yargılanması, yahut “değerlerimizi” temsil etmediğinin söylenmesi siyasal hegemonya dilidir ve roman yazarının bu dile karşı mücadele etmesi kaçınılmazdır. Bunun yolu sanatı siyasal, dinsel veya ideolojik bütün hegemonik dil süreçlerinden arındırmaktır. Sanat her şeyi konu edinebilir fakat konu edindiği şeyin dilini değil, kendi dilini kullanır.

Bir sanatçı, düşünceye boyunduruk takmak isteyenlerin elinden sanatı çekip alabilmek için harcanan emeği hep aklında tutmak zorundadır. İttihat ve Terakki’nin, Stalin’in, “Muhafazakâr Sanat Bildirisi” yazanların ve McCarthy’nin sanata neyi reva gördüğünü anlamak için, sanat üzerinden ideoloji, politika veya din pompalamak isteyen karanlık odaklara bakmamız yeterlidir.

 

Yazının ana görseli olarak, Erich von Kleist'ın Michael Kohlhaas novellasından Arnaud des Pallières'nin Age of Uprising adıyla beyazperdeye uyarladığı eserden bir kare kullanılmıştır.