"Kolıma Öyküleri’nde Şalamov çalışma kampında yaşadıklarını ve tanık olduklarını anlatır; onun metinlerinde hatırayla öykü arasındaki sınır hayli bulanık, yine de bunları sadece tanıklık olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır. Mesafeli, duygudan ve süsten yalıtılmış, çok güçlü bir anlatımı var Şalamov’un öykülerinin. Üslubu anlattığı dünyanın rengini andırıyor, buz gibi."
24 Nisan 2020 11:00
Platonov ve Grossman’ın pek çok yapıtını İngilizceye çeviren Robert Chandler, 2010 yılında Çukur’un İngilizcesinin yayımlanması vesilesiyle The Guardian’da yapılan mülakatta, onyıllar boyunca uluslararası skandala neden olmamış Sovyet yazarlarının Batıda ünlenmesinin imkânsız olduğunu vurguladıktan sonra, “Pasternak ve Soljenistsin’de olan buydu,” der, “ikisi de önemli yazarlardır, ama Grossman, Platonov ve Şalamov’dan daha büyük değillerdir.”[1]
Şalamov’un adını anarken onun Rusların Primo Levi’si olduğunun da altını çizen Chandler, Kolıma Öyküleri’nin İngilizcede tam tercümesinin de hazırlanmakta olduğu müjdesini verir. Daha önce 1980’de İngilizcede Kolıma Masalları başlığıyla Şalamov’un yapıtlarından bir seçki yayımlanmış, bu kitap biraz daha genişletilerek 1994’te yeniden basılmış. Chandler’ın müjdesinden sonraysa, 2018’te Kolıma Öyküleri ve 2020’de de Suçlu Bir Dünyanın Taslakları yayımlandı.
Platonov ve Grossman Türkiye’de de son yıllarda tanınan yazarlar oldular,[2] roman ve öykülerinin yanında hatıra ve mektupları yayımlandı, bir hayli ilgi de gördü.[3] Şalamov’un öyküleri Türkçede de biraz gecikerek, geçtiğimiz yılın sonlarında yayımlandı.[4] Kolıma Öyküleri adıyla yayımlanan kitap Şalamov’un toplamda yedi cilt olan düzyazılarının Kolıma Öyküleri başlıklı cildinin tamamının yanı sıra Irmağın Sol Yakası, Karaçamın Dirilişi ve Kürek Sanatçısı başlıklı ciltlerden seçilmiş öykülerden oluşuyor. Kitapta yer alan “Yayıncının Notu”nda öykülerin “editöryal bir kararla böyle bir sıralamaya tabi tutul[duğu]” vurgulanıyor. (Bu arada sözü edilen öbür üç kitabın da Jaguar Kitap’ın yayın programında olduğu belirtiliyor.)
1907’de Vologda’da doğan Varlam Şalamov, Stalin döneminde 18 yıla yakın süre çalışma kamplarında kalıp kurtulabilen az sayıdaki insandan biri. Kolıma Öyküleri’nin İngilizce baskısına[5] yazdığı giriş yazısında çevirmen Donald Rayfield, iç savaş sırasında Vologda’da korkunç gaddarlıklar yaşandığını, bunlara rağmen Şalamov’un devrimden yana tutum aldığını, Troçkist gruplarla beraber olduğunu belirtiyor. Bir süre Moskova Üniversitesi Hukuk Fakültesine devam eden Şalamov, ailesinin kökenlerini sakladığı ihbar edilince okuldan uzaklaştırılıyor. Babasının başka dinlere karşı hoşgörülü, politik olarak da liberal bir din adamı olmakla beraber ailesine karşı tiranlık eden biri olduğunu belirten Rayfield, Şalamov’un babasından dik kafalı bir inatçılıkla otoriteye karşı direnme alışkanlığını aldığını vurguluyor. Bir rahibin oğlu olmasına rağmen Şalamov’un küçük yaşta bütün inançları reddettiğini de eklemek lazım. Fakülteden ayrıldıktan sonra geçici gazetecilik işleri yapan Şalamov, Lenin’in vasiyetnamesinin açıklanmasının talep edildiği bir öğrenci eylemine katıldığı için tutuklanarak Butirskaya Hapishanesine gönderilir. (İngilizce Wikipedia’da talep etmeyip Lenin’in vasiyetnamesini basıp dağıtan grubun içinde olduğu için tutuklandığı yazıyor.) Üç yıl sonra, 1931’de salıverilen Şalamov 1934’te evlenir; 1935’te kızı Elena doğar. Şalamov 1937’de karşıdevrimci Troçkist faaliyetlerde bulunmaktan yeniden tutuklanır ve beş yıl hapis cezasına çarptırılarak Kolıma’ya gönderilir. Eşi ve kızı da Türkmenistan’a sürgün edilirler. 1942’de cezası biten Şalamov 1943’te bu kez devrim ve Komünizm karşıtı faaliyet suçlamasıyla SSCB Ceza Kanununu 58. Maddesinden on yıl ceza alır ve çalışma kampına gönderilir. Şalamov çalışma kampındayken eşi boşanma davası açar, kızı da onu reddeder.
On sekiz yıllık tutsaklıktan sonra Şalamov dört şiir kitabı yayımlayabilmiştir,[6] devrim öncesinin sembolist Rus şiirine yakın olan şiirlerinin yayımlanabilmesine rağmen sadece bir öyküsü sağlığında yayımlanma şansı bulabilmiştir. Kolıma Öyküleri’nde de yer alan “Sedir Ağacı” öyküsüdür bu, kitapta yer alan “Çocuk Oyuncağı” öyküsünü de hayli andıran bu öyküde “kamp” hayatından hemen hiç iz yoktur, sadece kutba yakın yerlerde yetişen sedir ağacının doğadaki uyanıştan nasıl erkenden haberdar olduğu vs. anlatılır, oysa öbür öyküde çalışma kampı hayatı baskındır. “Sedir Ağacı” öyküsünde kamp hayatına çok uzaktan bir anıştırma var – öykünün son cümlesi: “Ve tabii bir de sedir ağacının odunu daha iyi ısıtır.” Bu arada; bu tek öykünün yayımlanması bile yayımlandığı derginin yazı kurulunun azledilmesine neden olmuş!
Şalamov’un öyküleri 1960’larda tanışıp arkadaş olduğu İrina Sirotinskaya sayesinde bugüne kalabilmiş. Rayfield, Rusya Edebiyat ve Sanat Devlet Arşivinde çalışan Sirotinskaya’yla yakınlığına Şalamov’un kendisi gibi kamptan sağ dönmeyi başarabilmiş arkadaşlarının kuşkuyla yaklaştığını belirtiyor; devlet arşivlerinde çalışanların genellikle KGB’ye işbirliği yapan kişiler olması bu kuşkunun nedeniymiş, bir yazarın yapıtlarının arşive alınması da korumaktan ziyade el koymak anlamına gelebilmekteymiş. Şalamov da Kolıma’dan döndükten sonra sağ kalanların çoğu gibi aşırı kuşkucu davranışlar sergilermiş, çok az konuşurmuş, biriyle konuşurken bir üçüncü kişi geldiğinde susarmış, ama her nasılsa Sirotinskaya’ya güvenmiş.
1968’de Kolıma Öyküleri’in ilk cildi yurtdışına çıkartılarak önce sürgündeki Rusların dergilerinde, sonrasında da Batı Almanya ve Fransa’da Şalanov (Şalamov değil!) imzasıyla yayımlanmış. Şalamov bu durumu önce kişisel olarak protesto etmiş (bu arada teliflerini ve kendisine gönderilecek nüshaları talep etmekten de geri durmamış), sonra da gördüğü baskı sonucu resmi Edebiyat Gazetesi’nde kamuya açıklamış protestosunu. Anti-Sovyet ve Batılı yayıncıları açıkça kınamasının ardından Yazarlar Birliğine kabul talebi kabul edilmiş. Şalamov’un yapıtlarını Perestroyka döneminde Sirotinskaya derleyip toparlamış ve yayına hazırlamış.
“Soğuk insanların ruhuna kadar nüfuz etmişti”
Kolıma Öyküleri’nde Şalamov çalışma kampında yaşadıklarını ve tanık olduklarını anlatır; onun metinlerinde hatırayla öykü arasındaki sınır hayli bulanık, yine de bunları sadece tanıklık olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır. Mesafeli, duygudan ve süsten yalıtılmış, çok güçlü bir anlatımı var Şalamov’un öykülerinin. Üslubu anlattığı dünyanın rengini andırıyor, buz gibi (sadece iklim koşulları olarak değil, metaforik olarak da “buz gibi”), bu dil öykülerin atmosferini daha derinden hissetme imkânı sunuyor. Şalamov, öyküyü özellikle buralarda, yalınlıkta ve mesafelilikte arayan yazarlardan. Sirotinskaya’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyor:
“Pratik olarak bir romanın nasıl yazılacağına kafa yormamış olsam da öykü üzerine eskiden beri, onyıllardır düşünürüm. Bir kurşun kalem alır [İzak] Babel’in öykülerindeki bütün güzelliklerin üzerini çizerim, bütün bu ateşli dirilişleri – ve sonrasında ne kalmış ona bakarım.”[7]
İzak Babel’in öykülerini, öykülerindeki sert dünyayı ve yalın anlatımı bilenleri şaşırtabilir bu cümle, ama Şalamov’un öykülerinin yanında Babel’in dünyasının nispeten süslü görünmesi de hayli mümkün. Birazdan göreceğimiz gibi Babel’e başka bir nedenle de çatar Şalamov. Kolıma Öyküleri’ndeki metinlerin bazısında çalışma kampındaki adi suçluların dünyalarından da sahneler var, orada yapıp ettikleri, siyasi mahkûmların yaşadıklarından nasıl farklı bir hapishane hayatları olduğu vs anlatılır. Şalamov onları yakından tanımıştır, uzun yıllarını aralarında geçirmiştir. Kamp yöneticileri nezdinde bu azılı suçluların siyasi tutsaklardan çok daha itibarlı olduklarını da hemen seferinde belirtir. Devletin nezdinde onların ıslahı çok daha ihtimal dahilindedir. Bunun hiç de öyle olmadığının altını çizen Şalamov (çalışma kamplarının herhangi bir mahkûmu ıslah edeceğine inanmaz, kaldı ki çeteleşmiş adi mahkûmlar için bu çok daha imkânsızdır) birkaç öyküde Dostoyevski’yi suçluların dünyasını estetize etmesinden ötürü eleştirir – Dostoyevski’nin çalışmanın ıslah edici bir faydası olacağına dair cümlelerini de kınar. Şalamov ısrarla şunu vurgular: Dostoyevski suçluların dünyasını yakından bilseydi suçluları güzelleyen yapıtlar yazmazdı. Yazılarından birinde benzer bir eleştiriyi İzak Babel’e de yöneltir Şalamov[8]. 1920’lerde Rus edebiyatçılarında soyguncu portreleri yazma modasının ortaya çıktığından söz ederken Babel’in Odessa Öyküleri’ndeki meşhur gangster Benya Krik’i de anar. Suçluluğun böyle dizginsizce şiirselleştirilmesinin o zamanlar edebiyatta taze bir akım olarak selamlandığını vurgular.
Suçluluk ya da suçlular hakkında güzellemeler yapılmasını yanlış bulan Şalamov çalışma kampında yaşadıklarına, tanık olduklarına dair de herhangi bir şeyi güzellemeye çalışmaz, şu ya da bu tutumu yahut kişiyi ululaştırmaz. Kamplarda ölenleri mesela bir tür şehit olarak görmek yanlısı değildir. Genç yaşta inançlarla işi olmadığına karar vermiş, yaşadığı çok zor koşullar altında da bu fikrini değiştirmemiştir. Benzer biçimde bu ölüm kamplarından sağ çıkanları da kutsamaz, şansları yaver gitmiştir sadece, başka bir şey söz konusu değildir. Bir öyküde bir çuvalın “kutsal” olduğundan söz edilir, çünkü içi yiyecekle doludur. İnsanların sürekli aç oldukları çalışma kampında kutsiyet sadece ona izafe edilir.
Buz gibi bir dünyayı sopsoğuk bir dille anlatır Şalamov. Her şey donmuştur. Her duygu, beyin bile donmak üzeredir. Bütün bunların yanında, çalışma kampına gönderilen mahkûmlar için zaman da donmuştur. Bir öyküde mahkûmun “önceki hayatından” söz edilir mesela; bir başka öyküde de “ilk hayatından”, mahkûmun geçmişinden değil, önceki hayatından söz edilmesi, önceki ile şimdiki arasında bir bağ kalmadığını ima eder. Pek çok öyküde bu bağ kopukluğuna ilişkin olaylar anlatılır. Geçmişle bağ koptuğu gibi gelecekle de kurulabilecek bir bağ yoktur; zaman şimdide donmuştur. Tahmin edileceği üzere, bu bir “ân’ı yaşa” hali değildir, aksine kayıtsızlık yaratır mahkûmlarda. Ölüme bile kayıtsızdırlar, intihar akıllara gelse bile, bir küçük şans değişikliği beklentisi onu ötelemelerine yeter. Akşama bir fazla tas çorba alma şansı ya da termometrenin eksi altmış dereceyi göstermesi nedeniyle çalışmaya gidilmeme olasılığı intihardan vazgeçmeye yetebilir. Büyük talihsizlik karşısında küçük şanstan yana zar atmaktadırlar. (Eksi altmış derecede çalışılmaz ama eksi ellide çalışmaya gider mahkûmlar, bir öyküde eksi otuz derecenin ılık bir bahar havası olduğu söylenir!)
“Önceki hayatın” iplerini söktüğü söylenebilir Şalamov’un; doğru bilinenlerdeki yanlışları, eksikleri. Hatalar aslında eksik bilgiden kaynaklanıyordur, başka koşullar altında yapılmış saptamalar bu koşulların evrensel ve değişmez olduğu önkabulünü içermektedir, oysa hayat değişebilir, önceki hayat sonrakine evrilebilir. Bu sonraki hayatta geçerlilikleri yoktur eski bilgilerin. Dostluk mesela. “İnsan sıcaklığı” deriz, bir gülümseme, bir bakış, belli belirsiz bir temas için, oysa Kolıma’da bu tabir ancak donmalarına ramak kalmış iki insanın sırtlarını birbirlerine dayayıp vücut sıcaklıklarını öbürüne vermesi anlamına gelir. Bu kişiyi tanımak, ahbap olmak gerekmez. Zaten dostluk mümkün de değildir çalışma kampında. Dostluk da önceki hayata dair bir kavramdır.
“Soğuk, açlık ve uykusuzluk burada dostluk kurmayı imkânsız kılıyordu ve Dugayev, genç yaşına rağmen, dostluğun yolculukta ve zor anlarda sınanabileceğine dair atasözlerinin koca bir yalan olduğunu çoktan anlamıştı. Dostluğun dostluk olabilmesi için, yaşam koşullarının bir insanda kötülük, yalan ve güvensizlikten başka insanlık namına hiçbir şey bırakmadığı o sınıra gelmeden önce sağlam bir temele oturtulmuş olması gerekirdi.” (“Bireysel Görev”, s. 30)
Bir başka öyküde bahse yeniden döner:
“Dostluk, ihtiyaç ya da sıkıntı durumlarında doğmaz. Kitaplardaki masallar dostluğun oluşmasında temel bir unsur olan ‘zor’ yaşam koşullarından bahseder, ancak bu tür koşullar yeterince zor değildir. Eğer trajedi ve ihtiyaç insanları bir araya getirip bir dostluk doğuruyorsa, demek ki ihtiyaç aşırı değildir ve trajedi de büyük değildir. Keder eğer arkadaşlar arasında paylaşılabiliyorsa, yeterince acı ve derin değil demektir.” (“Kumanya”, s. 64)
Mahkûmlar arasında dostluk olmadığı gibi düşmanlıktan da söz edilemez, bu birbirlerine kötülük yapmayacakları anlamına gelmiyordur, aksine dondurucu soğukta sürekli aç ve mecalsizken birbirlerine her türlü şeyi yapmaları olağandır. “Paket” öyküsünde anlatıcının kafasına sert bir şeyle vurulması ve evden gönderilen çizmeyi satarak satın aldıklarını koyduğu alışveriş torbasının çalınması öbür mahkûmları eğlendirir. “Böyle durumlarda bir mahkûm iki kat sevinirdi: Birincisi, birisine kötü bir şey olmuştu ve ikincisi, bu kişi kendisi değildi. Bu, kıskançlık değildir, hayır…” Kıskançlık değilse nedir? Bunun adını koymaz Şalamov, tanımlamaz, ne olduğuna dair bir şey de söylemez. Bunun yanıtı belki Kolıma Öyküleri’nin tamamında mevcuttur – kutuplara yakın bir çalışma kampında olmaktır. “Marangozlar” öyküsünde bir ipucu bulunabilir bu soruya:
“Çevresindekileri vurdumduymaz oldukları için suçladığı yoktu. Bu ruhsal körleşmenin, ruhsal soğukluğun sebebini çoktan kavramıştı. Havadaki tükürüğü dona çeviren soğuk, insanların ruhuna kadar nüfuz etmişti. Eğer kemikler donabiliyorsa, beyin de donup körleşebilirdi, ruh da. Soğukta bir şey düşünebilmek mümkün değildi. Her şey basitti. Soğukta ve açlıkta beyin iyi beslenemiyor, hücreler kuruyup yok oluyordu. Bu bariz bir fiziksel süreçti. […] İşte ruh da böyleydi. Donmuştu, büzülmüştü ve belki de ömür boyu buz gibi kalacaktı. Bu düşünceler Potaşnikov’da eskiden mevcuttu; şimdi ise geriye soğukla baş edebilme ve hayatta kalma arzusu dışında hiçbir şey kalmamıştı.” (s. 25)
Sanırım, kıskançlık olmayan böyle bir şey: “soğukla baş edebilme ve hayatta kalma arzusu.” Her anda ilk ve tek bu vardır, rüyalar bile uçan ekmeklerle doludur. Cesaret ya da arzu değildir önemli olan yahut herhangi başka zihinsel, duygusal faaliyet; sadece dayanıklılık önemlidir orada, bedenin açlığının giderilmesi, donmamak. İnsan olmak, insanların hayvanlardan ayrılması da Şalamov’a göre büyük beyinleri olmasının bir sonucu değildir, hayatta kalabilmiş olmalarıdır, öncelikle fiziksel yeterlilikleridir.
“İnsanı kurtaran şey, kendini koruma ve hayata sıkı sıkı sarılma duygusudur; özellikle bilinci toparlayan şey fiziksel azimdir. İnsan bir taşın, ağacın, kuşun ya da köpeğin yaşadığı şeylerle yaşar ama hayata onlardan daha sıkı sarılır. Ve herhangi bir hayvandan daha dayanıklıdır.” (“Yılan Oynatıcısı”, s.120)
Varlam Şamalov'un deneyimlerine dayanan, 2014 yapımı Opet Yunoshi (yöneten Pavel Pechenkin) filminden bir sahne.
Bir tas çorba ve hayata sıkı sıkı sarılma
“Yılan Oynatıcısı” öyküsünde anlatıcının bahsettiği kişinin ismi Andrey Fyodoroviç Platonov’dur. Yazar değildir, “ilk hayatında” senaristtir. Yine de bizim tanıyıp bildiğimiz Andrey Platonoviç Platonov’a bir gönderme olduğunu düşünmek mümkün bu öykü kişisinin. Nitekim Robert Chandler da aynı fikirde[9]. Gerçek Platonov’un da pek çok senaryo yazdığını belirtiyor, ama daha çarpıcı başka kanıtlar da sunuyor. Kurmaca Platonov Kolıma’ya Canhara Madeni’nden gelir. Chandler bu isimde bir maden olmadığını ve bu ismin Platonov’un “Can” romanına gönderme olabileceğini savunuyor. (İngilizce metinde “Dzhankhara” ve “Dzhan”) Chandler ayrıca kurmaca Platonov’un aile adının Fyodoroviç olmasına da dikkat çekiyor, 19. yüzyılın Rus felsefecisi Fyodorov’un Platonov üzerindeki etkisinin bilindiğini vurgulayarak.[10]
Chandler, Platonov’u sevmesine ve saygı duymasına rağmen neden onu kamptaki azılı suçluların aşağıladığı bir karakter olarak çizdiği sorusunu Şalamov’un 20. yüzyıl başlarındaki liberal-hümanist Rus edebiyatına tepki duymasıyla ilişkilendirerek yanıt veriyor. Bence bu soruya öykü içinde de bir yanıt bulmak mümkün. Öyküde kurmaca Platonov için şunu söyler anlatıcı.
“Platonov’u, mavi denizlerin ve yüksek dağların ardında kalan, bizi bunca kilometre uzağa atıp bunca yıl hasret bıraktıkları ve artık inanmaktan neredeyse vazgeçtiğimiz […] o yaşama olan ilgisini kaybetmediği için seviyordum.” [Vurgu eklenmiştir.] (s. 118)
“Yaşama olan ilgi” ile yukarıda “Yılan Oynatıcısı”ndan yaptığım ilk alıntıdaki “hayata sıkı sarılma” ilk anda birbirine yakın iki hal gibi algılanabilir, temel bir fark var oysa aralarında. “Yaşama olan ilgi” bir duygu durumunu ifade ederken “hayata sıkı sarılmak” fiziksel bir edim. Bu nedenle yakın değil karşıtlar. Şalamov’un öykülerinde en sık altını çizdiği, yukarıda da değindiğim üzere, çalışma kampı koşullarında insanın sadece hayatta kalmaya odaklandığıdır. Her türlü kültürel, duygusal, ruhsal kıyafetinden soyunmuş en çıplak halinde kalmıştır mahkûmlar orada. Önceki hayatlarındaki hiçbir şey eski anlamını ifade etmiyordur artık – “anlamını ifade etmek” tabiri bile dahil edilebilir buna.
Öyküdeki Platonov bir başka yanılsama içindedir. Âdi mahkûmlara, azılı suçlulara romanlar anlatmayı iş edinmiştir. Anlatıcıya göre bunu yaparak “onları gerçek edebiyatla tanıştıracaktı[r]. Onları aydınlatacaktı[r]. Edebî konuşmalara ilgi uyandıracak, burada, hayatın dibe vurduğu bir yerde bile kendi işini, kendi mesleğini icra edebilecekti[r].” Şalamov’a (ya da anlatıcısına) göre bunu yapmasının gerçek nedeni bir tas çorba alabilecek olmasıdır, ne ki bunu kendisine bile itiraf edemiyordur kurmaca Platonov. Şalamov bu koşullar altında edebiyata yüce bir anlam biçmenin anlamsızlığını göstermek istemiş olmalı. Mümkün tek anlam bir tas çorba daha almasına katkısı olabilir.
Şalamov’un hayat hikâyesinden söz ederken Batıda yayımlanan kitapla ilgili olarak Batılı yayıncıları protesto ettiğini, bu sayede Yazarlar Birliğine üye olabildiğini belirtmiştim. Platonov’un mektuplarından oluşan Birbirimiz İçin Yaşayacağız’ı okuyanlar Platonov’un Stalin’e yazdığı mektupları hatırlayacaktır. Bu noktada Platonov’la Şalamov galiba yan yana düşüyorlar – tam da Şalamov’un vurguladığı nokta burası, bir tas çorba ve hayata sıkı sarılarak hayatta kalabilmek uğruna…
Yaşamın tam da ölümün eşiğinde ilham olduğu
Kolıma Öyküleri’nde bir edebiyatçıya gönderme yapılan tek öykü “Yılan Oynatıcısı” değil, başlığıyla Osip Mandelştam’ın şiirini işaret eden “Cherry Brandy” öyküsü var bir de. Burada bir şairin ölümü anlatılır, bu şair öyküdeki gibi bir transit kampında ölen Mandelştam’dır şüphesiz. “Transit kampı” ya da “transit hapishanesi” daha önce sorgu için tutuldukları sorgu hapishanelerinden çalışma kamplarına gönderilen mahkûmların bir süre kaldıkları kamplardır. Mandeştam da bir transit kampında ölmüştür.
“Transit barakası, dehşetin habercisiydi ama dehşetin kendisi sayılmazdı. Aksine, burada özgürlük ruhu vardı ve herkes bunu hissederdi. İleride kamp vardı, geride ise hapishane. Bu, ‘yolculuğun sükûneti’ idi.” (“Cherry Brandy” s. 92)
Bu transit barakasındaki son günlerinde şairin “gözlerinin önünde beliren görüntüler çocukluğuna, gençliğine ve başarılı olduğu yıllara ait görüntüler değildi[r].” Transit kampında yaşadıklarını düşünerek geçiriyordur günlerini. Zaman onun için de donmuştur. “Geçmiş yaşantısının tümü kurgudan ibaretti, kitaptı, masaldı, rüyaydı ve sadece şu içinde bulunduğu zaman dilimi gerçek hayata aitti.” Bu haldeyken şiir, ölüm ve ölümsüzlük üzerine bir şeyler geçer aklından, ne ki “bu derin düşüncelerde tutku yoktu[r]. Kayıtsızlık çoktan benliğini sarmıştı[r]. […] Her şeyin zaten kararlaştırılmış olduğu bir zamanda bile nasıl olu[p] da şiir hakkında düşünebil[diğine]” hayret eder. Bir yandan da yaşamın bedenine girip çıkmakta olduğunun farkındadır, “yaşam yeniden geri gel[diğinde] gözleri açılıyor ve düşünceleri tekrar su yüzüne çıkıyordu[r].” Yaşamın bedenine “otoriter bir ev sahibi gibi” girdiğini fark edince bunun bir şiirin, bir ilhamın girişine benzediğini düşünür.
“Ve bu kelimenin [şiirin] anlamı ilk kez dolu dolu çıktı karşısına. Şiir onun yaşamasını sağlayan bir hayat pınarıydı. […] Şiir için değil, şiirle yaşıyordu o.
Şimdi ilhamın, yaşamın kendisi olduğu o kadar açık, o kadar belirgindi ki, şair için yaşamın tam da ölümün eşiğinde ilham olduğu, sadece ilhamdan ibaret olduğu berraklık kazanmıştı.” (s. 93)
Şiirin ne olduğuna dair bir aydınlanma daha yaşar, belki de bir ilhamdır gelen.
“Her kelime dünyadan bir parçaydı. Şair kafiye için bir kelime çağırır ve bütün dünya […] anında önüne seriliverirdi. […] Tek yapılması gereken, sadece seçmekti. Sanki iki kişi vardı: biri yaratan ve çarkı alabildiğine döndüren, diğeri seçim yapan ve zaman zaman harap olmuş makineyi durduran. Ve bu iki kişinin de kendisi olduğunu görünce şair, şimdi gerçek şiiri yazmakta olduğunu anladı. Yazılıp yazılmadığı kimin umurunda? Yazmak, yayınlamak, bunların hepsi boş. […] En iyisi yazılmamış, yaratılmamış, iz bırakmadan eriyip, kaybolup gitmiş olandır. En iyisi sadece şairin hissettiği hiçbir şeyle karıştırılmaması gereken ve şiirin yaratıldığını, hem de mükemmel bir şekilde yaratıldığını ispat eden sanatsal hazdır.” (s. 93-94)
Şiirle yaşayan şair için de olsa, yaşamın ilhamdan, en iyi şiirin –yazılsın ya da yazılmasın– sanatsal hazdan ibaret olması, insanı hayvandan ayıran şeyin sadece hayata sıkı sıkı bağlanma olduğunu savunan Şalamov için çelişkili bir düşünce midir? Bunun yanıtını da “Tatil Günü” öyküsünde bulabileceğimiz kanısındayım. Öyküye Zamyatin isminde bir rahibi anlatarak başlar. (Evet, bu kez de öykü kişisinin adı Platonov gibi çağdaşı bir başka yazar: Zamyatin, ancak Şalamov’un bu kez Biz’in yazarına bir atıf ya da eleştirisi olduğunu sanmıyorum, sadece bir oyun olarak bu ismi seçmiş olsa gerek.) Öykünün anlatıcısı, rahip mahkûm Zamyatin’i kendi kendine bir sabah ayini yaparken görür. Zamyatin sabah ayini yapmakta olduğunu kabul etmeye yanaşmaz. Muhtemelen dinî ayin yaptığının kamp yönetiminin kulağına gitmesinden çekiniyordur. “Yok, yok, ayin yapmıyorum,” der, “sadece kendimi böyle daha iyi hissediyorum. Ve insanın canı böyle durumlarda daha az yemek yemek istiyor.” Sürekli aç gezen mahkûmların hayata sıkı sarılmalarının gereği yapmaları gereken şeyler vardır, kimi punduna getirirse bir başka mahkûmun yemeğini çalar, yenebilecek her türlü şeyi yemeye çalışır, ağzına atar, kemirir –bir öyküde donmuş bir domuz, bir başkasında şalgam kabuğu… bunlara ilişkin pek çok öyküsü var Şalamov’un– ya da rahip Zamyatin gibi teselli çarelerine başvurur. Hayatta kalabilmenin bir yolu da budur. (Gelgelelim, öykünün sonunda Zamyatin için de bedensel açlığını giderilmesi her şeyin önüne geçecektir.)
“Biliyorum ki ısrarla ve inatla yoksun bırakıldığımız yaşama tutunabilmek, hayatta kalabilmek için burada her mahkûmun asla vazgeçmeyeceği, çok değer verdiği bir şeyi mutlaka vardı. Zamyatin’in vazgeçilmezi İonnis Hrisostomos’un sabah ayiniyken benim için son kurtarıcı şiirdi. Hafızamdan her şeyin silindiği, unutulduğu ve bir kenara itildiği o katmandan, sevdiğim şiirler şaşırtıcı bir şekilde yok olup gitmiyor; aksine oldukları yerde kalıyordu. Bitkinliğin, soğuğun, açlığın ve sonu gelmez aşağılamaların bastıramadığı tek şey şiirdi.” (s. 174)
Daha fazla değinmez bu öyküde şiir bahsine, ama bu kadarı yeterli sanırım, ölçüt yine aynı: Hayatta kalabilmek.
Solda Şalamov 1934'te evlendiği Galina Gudz ile. Sağda 1970'li yıllarda.
Öfkeli kütük
“Cherry Brandy” öyküsünde kelimelerin şairin çağırmasıyla gelmesini andıran, daha doğrusu bir kelimenin çağrılmadan gelişinin anlatıldığı bir başka öyküsü var Şalamov’un. Mandelştam’ın eşi Nadejda’ya ithaf ettiği “Özdeyiş” başlıklı bu öyküde hayatta kalma direncinin iyiden iyiye düştüğü bir dönem anlatılır. Başka öykülerde de rastladığımız bir tespit bu öyküde de vurgulanır: Her türlü duygu donduktan sonra kalan, sanıldığının aksine kayıtsızlık ya da umursamazlık değil öfkedir. Bu kez “biyolojik” bir açıklama da getirir buna!
“Vücut ısım azalmıştı. Kemiklerimde çok az et kalmıştı. Bu az miktardaki et insani duyguların en sonuncusu olan öfkeye yetiyordu ancak. Kemiklere daha yakın olmasından dolayı bedenimde kalan son insani duygu umursamazlık değil, öfke idi. […] Benden sona kalan ne vardı? Öfke. Bu öfkeyi muhafaza ederek ölmeyi hesaplıyordum. Ancak son zamanlarda bana o kadar yakın olan ölüm, benden yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Ölüm, yaşamla yer değiştirmiş değildi; ölüm, yarı bilinçsizlikle, bir formülü olmayan ama yaşam da denemeyecek bir varoluşla yer değiştirmişti.” (s. 365)
Bir gece daha önce koğuşta duymadığı inleme ve hırıltıları duymaya başladığını fark eder; öncesinde bunları hiç duymamakta, fark etmemektedir. Bu duyumsamadan hoşnut olmaz önce, “Ardından bende öfke ve acıdan farklı ama öfkeyle birlikte var olan değişik bir durum oluştu,” der, “Kayıtsızlığın getirdiği bir korkusuzluk çıktı ortaya. […] Bu umursamazlık, bu korkusuzluk, ölümden öteye bir çeşit köprü kurmuştu.” Bu duyguları kıskançlık izler. Kıskandığı ağzında çiğneyecek ya da tüttürecek bir şeyleri olan koğuş arkadaşlarıdır. Kamp yetkili ve çalışanlarını değil, onlarınki “tamamen farklı bir dünya[dır].”
Çalışma kampındaki hayatlarını yirmi kadar cümleyle geçirmektedirler ve yıllardır eline ne gazete ne kitap geçmiştir. “Ölümden öteye kurulan köprüden” bu kez yıllardır duymadığı, okumadığı, aklından geçirmediği bir kelime çıkar gelir.
“Aklıma, beynimin sağ pariyetal kemiğinin altında kalan yerine (bunun yerini çok net bir şekilde hatırlayabiliyordum), taygada hiç kullanılmayacak ve sırf arkadaşlarımın değil benim de anlayamayacağım bir kelime geldiğinde korktum ve sarsıldım.” (s. 371)
Bu kelime “özdeyiş” kelimesidir. Anlamını kavramadan bağırır bu kelimeyi, delirdiğini düşünürler. Sürekli bu kelimeyi düşünür o andan sonra, “dünyadan ve gökyüzünden bu kelimenin anlamıyla ilgili bir açıklama, bir çözüm, bir tercüme bekle[r].” Anlamını çözdükten sonra da “hem korkudan hem sevinçten ürper[ir].
“Korktum çünkü geri dönüşün olmadığı bir dünyaya dönmekten ürktüm. Sevindim çünkü kendi isteğimin yanı sıra hayatın da bana döndüğünü gördüm.” (s. 373)
Mandelştam’ın ölümünü anlattığı öyküde ölümünün yaklaştığı sıralarda bir zaman önce mahkûmların kendi aralarında kampın mı hapishanenin mi daha kötü olduğunu tartıştıklarını hatırlar şair. Kolıma Öyküleri’ndeki öykülerin çoğunda bu sorunun yanıtı mevcuttur. Hapishaneden çıkan mahkûmlar çalışma kampında nispi bir özgürlükleri olacaklarını zannedebilmektedirler. Oysa hiç de öyle değildir.
“Ölülerin Arasında” öyküsünde de mahkûmlardan birinin bir Noel gecesi eve dönmek istediğini söylemesi üzerine öykünün anlatıcısı eve değil hapishaneye dönmek istediğini söyler. Bir kez daha hapishanenin çalışma kampına yeğlenebileceği vurgulanır, ama eve dönmek istememesinin başka nedenleri vardır.
“Şimdi ailemin yanına dönmek istemezdim. Beni asla anlamazlar, anlamaları mümkün değil. Onlar için önemli görünen şeylerin aslında çok önemsiz olduğunu biliyorum. Benim elimde kalan azıcık ve çok önemli şeyleri ise onların anlamaları ve hissetmeleri mümkün değil. Ben ancak onların hayatını dolduran binlerce korkunun üzerine yeni bir korku eklemiş olurum. Hiçbir insan benim tanık olduğum şeyleri görmemeli, hatta bilmemeli. Ama hapishane farklı. Hapishane özgürlük demek. Hapishane, insanların düşüncelerini korkmadan konuşabildikleri tek yer.” (s. 393)
Mahkûmların önceki hayatıyla çalışma kampı hayatı arasındaki telafisi imkânsız kopuştan başka öykülerinde de söz eden Şalamov, bu öyküde kamptaki hayatla bir gün sağ kalır da evine dönebilirlerse bundan sonraki hayatları arasında benzer bir kopukluk olacağını hatırlatıyor. Hayat çizgisi böyle kopmuşken başkalarıyla bağlarının, ilişkilerinin eskisi gibi olması beklenemez kuşkusuz. Aynı zamanda “Binlerce korkunun üzerine yeni bir korku” sözüyle çalışma kamplarının varlık nedenlerinden biri daha (en temel nedeni belki de) ifade edilmektedir. Kampta olmayanlara da korku salmak… Tanık olduklarını kimsenin bilmesini istememesi bundandır. Bu kamplarının çalışmanın kutsallığıyla ya da mahkûmların ıslahıyla hiçbir alakası olmadığına pek çok öyküde değindiğini belirtmiştim. “Tatar Molla ve Açık Hava”da çok net biçimde özetlenir bu.
“Bütün kamp girişlerindeki kapıların üzerinde kamp tüzüğü gereği yazılmış olan ‘Emek, SSCB’de Şeref, Şan, Cesaret ve Kahramanlık Meselesidir!’ yazısında bahsedilen emek yanılsamasıydı. Kamp çalışmaya karşı sadece nefret ve tiksinti aşılayabilirdi ve hep bunu yapıyordu zaten.” (s. 130)
Nitekim bu Noel sohbeti sırasında mahkûmlardan biri de, “Tek mesele, bana burada çalışmaktan nefret etmeyi öğrettiler,” der. Gelgelelim, bir başka mahkûmdan gelen en çarpıcı hayal öykünün sonundadır.
“‘Bana gelince,’ dedi sakin ve telaşsız bir sesle. ‘Kollarımı ve bacaklarımı kesip atmak isterdim. İnsan şeklinde bir kütük parçası olmak isterdim, anlıyor musunuz, kolsuz ve bacaksız. İşte o zaman bize yaptıkları her şey için onların çirkin suratlarına tükürme gücü bulurdum kendimde!’” (s. 395)
Tanıklık mı, edebiyat mı?
Şalamov’un metinlerinde öyküyle hatıra arasındaki sınırın bulanık olduğundan söz etmiştim. Nitekim kendisi de 1965’te yazdığı bir mektupta şöyle diyor:
“Edebiyattan nefret ederim. Hatıra değil yazdıklarım, öykü de değil. Yani değil öykü, edebiyat olmayabilecek bir şey yazmaya çalışıyorum.”[11]
Benzer bir bulanıklık yakın zamanda Svetlana Aleksiyeviç’in kitapları için de gündeme gelmişti. Sanırım, biraz da bu “tarz” benzerliği nedeniyle Nobel konuşmasında Aleksiyeviç, Şalamov’u anmıştı:[12]
“Varlam Şalamov, şöyle yazmış: ‘İnsanlığı hakiki şekilde yenilemek için verilen ve kaybedilen dev bir savaşın iştirakçısı oldum.’ Ben işte bu savaşın tarihini yeniden yazıyorum; zaferlerini, yenilgilerini yeniden yazıyorum… Nasıl yeryüzünde bir krallık kurmak istediklerini… Bir cennet! Bir Güneş Şehri! Sonu, milyonlarca insanın hayatından arta kalan bir kan gölü oldu.”
Bugün edebi türler arasındaki sınırlar iyiden iyiye belirsizleşti, o türe ait ya da bu türe ait diye peşini kovalamanın çok bir anlamı yok. Kaldı ki Şalamov söz konusu olduğunda onun yapıtlarının bütününü gözetmek önemli. Robert Chandler, her bir parçada anlatılanların gerçekmiş oldukları hissi yarattığını, ama biraz daha devam edip bu epik döngünün bütününü kavramaya kalkıştığımızda gerçeğin hiçbir zaman kavranamayacağını fark etmeye, sonunda da Kolıma gibi bir yerden sağ çıkabilmiş birinin dünyasının korkunç gerçekdışılığını kavramaya başlayacağımızı belirtiyor[13]. Kimi parçanın kendi başına büyük kıymeti var kuşkusuz, ama parçalar gerçek anlamlarını yapıtların bütünü içerisinde buluyor. Bu anlam da neyin gerçekten yaşandığı ya da yaşanmayıp kurgulandığı sorusuna yanıt aramanın çok ötesinde başka soruları çağırıyor. “İnsanlığı hakiki şekilde yenilemek için verilen ve kaybedilen dev bir savaş”la ilgili sorular, ya da bir ütopyanın nasıl olup bir distopyaya dönüştüğüyle…[14] Tabii ki insanlık fikrinin sağ kalıp kalmadığıyla ya da ölümcül darbeleri ne zaman aldığıyla…[15]
•
[2] Platonov ve Grossman’la ilgili olarak bkz. “Devrim Kuşağından Yasaklanmış İki Yazar: Platonov ve Grossman”, Behçet Çelik, Birikim, s: 342-343, Ekim-Kasım 2017
[3] “Platonov’un mektupları”, Behçet Çelik, K24, “Vasili Grossman’ın Gözünden Ermenistan”, Behçet Çelik, K24.
[4] Kolıma Öyküleri, Varlam Şalamov, çev. Gamze Öksüz, Jaguar Kitap, 2019, 412 s.
[5] Varlam Shalamov, Kolyma Stories, çev. Donald Rayfield, NYRB Classics, 2018, 768 s.
[6] Şalamov’un şiirlerinden Elena Frolova’nın yaptığı besteleri ve Şalamov’un sesinden birkaç şiirini şuradan dinlemek mümkün.
[7] Varlam Shalamov, Sketches of The Criminal World/ Further Kolyma Stories, çev. Donald Rayfiels, NYRB Classics, 2020, 384 s. (Bu mektuptan Alissa Valles’in yazdığı giriş yazısında söz ediliyor.)
[8] “What Fiction Writers Get Wrong” [Kurmaca Yazarları Nerede Yanılıyorlar], Sketches of The Criminal World içinde.
[9] Robert Chandler, “Varlam Shalamov and Andrey ‘Fyodorovich’ Platonov”, Cardinal Points Literary Journal, No. 12, Volume 1, 2010, s. 119-125.
[10] Nitekim Ayleen Teskey’in Platonov and Fyodorov: The influence of Christian philosophy on a Soviet writer [Platonov ve Fyodorov: Hıristiyan Felsefesinin Bir Sovyet Yazarı Üzerindeki Etkisi] başlıklı bir kitabı mevcut. Baskı tarihi Platonov’un kitaplarının gün yüzüne çıkmaya başladığı Perestroyka’dan 4-5 yıl öncesi, 1982.
[11] https://www.theguardian.com/books/2015/mar/19/short-story-survey-varlam-shalamov-kolyma-tales-gulag
[12] Alesiyeviç’in Nobel konuşması şuradan okunabilir.
[13] Robert Chandler, agm.
[14] Mustafa Arslantunalı, Teknopolis: Akıllı Makineler, Dağınık Zihinler – internet, yapay zekâ ve ütopyalar üzerine bir kolaj denemesi, İletişim Yayınları, 2019, s. 105-109
[15] Ayhan Geçgin, “Yanan Çocuk Düşü: Gerçeğe Uyanmak.” Birikim Haftalık
GİRİŞ RESMİ:
Varlam Shalamov, 1937'de hapishaneye girdiğinde ve 1970'lerde pasaport aldığında...