Otuz yıl sonrasının Türkiye’si nasıl bir yer olacak? Cevaplaması çok güç bu soruyu, Şahin Alpay ta 1991’de, Türkiye’nin önde gelen 32 simasına yöneltmiş… Bugünden bakınca cevaplar, beklentiler ve gerçekler arasındaki tezat dikkat çekici.
23 Nisan 2020 01:48
Kapının dışında yayılmayı bekleyen bir virüsün varlığını bilince evde yapılacak en önemli iş, geçen zamanı daha iyi değerlendirme çabası oluyor. Vakit bolluğu, “mecburi okumaları” bir yana bırakıp bütün albenisiyle ne zamandır okunmayı bekleyen kitaplara el atmamı sağladı.
Onların başında uçları kıvrılmış, kapağı hafif lekeli bir kitap var: 2020 Yılında Türkiye. Adı, bugün, yazıldığı güne göre daha heyecan verici. Şahin Alpay’ın bu kitabı 1991’de AFA Yayınlarından çıkmış.
Şahin Alpay, benim çok sevdiğim bir insandır. O yüzden, bu kitabı da severek okuyacağıma daha en başından emindim. Okudukça, çok farklı düşüncelere kapıldım.
Şahin Hoca, bu kitapta hayata çok farklı yerlerden bakan Türkiyeli otuz iki elitle mülakatlar yapmış ve onlara üçü ana, altısı yardımcı sorular yöneltmiş. İsimlerin bir bölümünü yan yana sıralayınca dikkat çekici bir karakterler galerisiyle karşılaşıyoruz: Osman Kavala, İshak Alaton, Bülent Eczacıbaşı, Cem Boyner, Ergun Özbudun, Nur Vergin, Tahsin Yücel, Halit Refiğ, İsmet Özel, Aziz Nesin, Melih Cevdet, Musa Anter, Nabi Avcı, Tarık Buğra, Tansu Çiller, Mete Tunçay, Sencer Divitçioğlu…
“Türkiye Gelişmiş Ülkeleri Yakalayabilir mi?” başlıklı ilk bölümden itibaren çok çarpıcı cevaplar verilmiş. Şahin Alpay, mülakat yaptığı herkese “gerçekleşmesini istedikleri değil, olası gördükleri, gerçekçi buldukları senaryoyu” sorduğunu kitabın başında söylüyor.
Cem Boyner, “Türkiye eğer doğru tercihleri kullanırsa, doğru yönetilir ve yönelendirilirse, 20 yıl içinde dünya ülkelerinin en zengin yüzde 10’u içine girebilir,” demiş. Olimpiyatlardan örnek vermiş. Madalya alınma ihtimalinin kırk dalın hepsine sporcu yetiştirmekte değil, üç dala yoğunlaşmakta olduğunu söylemiş. Dönemin TÜSİAD Başkanı Bülent Eczacıbaşı, bu fikri bir adım daha ileri taşımış:
“Türkiye’nin önümüzdeki 30 yılda Avrupa ülkeleriyle arasındaki farkı kapatabileceğine, kişi başına düşen gelirin Avrupa ülkelerinin ortalamasına erişebileceğine gerçekten inanıyorum.”
Bu mülakatlardan bir süre sonra başbakan olan DYP Başkan Yardımcısı Tansu Çiller şöyle diyor:
“Türkiye ekonomisinin uzun vadede, örneğin 2020 yılındaki durumu ile ilgili sorunun cevabını, Türkiye doğru yönetilecek mi, yönetilmeyecek mi sorusuna bağlı görüyorum.”
Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ da Türkiye’nin ekonomik geleceğini parlak görenler arasında. Avrupa Topluluğu ile müzakerelerin başlaması, nüfus planlaması ve eğitimin iyileştirilmesi durumunda “Türkiye sıradan bir Ortadoğu ülkesi olmaz,” diyor Elekdağ.
“İlk aşamada bir Güney Kore, ondan sonraki kademede İspanya; 2020 yılından önce, İspanya olur.”
Kitabı okurken sık sık yaptığım şeylerden biri sadece mütebessim bir şekilde durmak oldu. 2020 yılından önce bir İspanya olmak… 2020 Türkiye’sinden bakınca ne uzak... Belki 91’deki mesafe, bugünkünden daha yakın, daha ulaşılabilir.
Türkiye Siyasi İlimler Derneği Başkanı Ergun Özbudun ise Türkiye’nin önündeki en gerçekçi senaryonun Güney Kore ya da İspanya değil, “İtalyalaşmak” olduğunu söylemiş.
“İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalya ile bugünkü Türkiye arasında birçok benzerlikler var. İtalya’da da bölgesel farklar çok büyüktü. Ekonomik bakımdan çok parlak bir durumda değildi. (…) Türkiye, 1980’lerin başında dünya ekonomisiyle bütünleşmeye ağırlık veren, yarışmacı sanayiler kurmaya yönelik sağlıklı bir ekonomik politika tercihi yaptı.”
Özbudun, kitabın ikinci bölümünde “ekonomik alandaki iyimserliğim, politik alanda daha da belirgin,” deyip Türkiye demokrasisinin en büyük kusurunun 82 Anayasası olduğunu belirttikten sonra şöyle demiş:
“Bugün artık uluslararası alanda otoriter sistemlerin saygınlığı büyük ölçüde ortadan kalkmış durumda. 10-20 yıl önce böyle değildi. Türkiye’de insanların kendilerine model olarak görebilecekleri anti-demokratik sistemler vardı. Bugün bu kalmadı.”
Hayat, Özbudun’a belli ki büyük hayal kırıklıkları yaşattı. Ama ben, Türkiye’nin bugünkü cendereye sıkışmasının en büyük sebebini, “Özbudun anayasasının” muhalefetin öncülüğünde reddedilmesi olarak görüyorum. Başkanlık, otoriterlik, güçler ayrılığı gibi birçok sorunun, Özbudun’un Serap Yazıcı ve ekibiyle birlikte yazmakta oldukları anayasa tamamlansaydı hiç gündeme gelmeyeceği kanısındayım. Özbudun, şeriatçılıkla suçlandı, bir partiden yüzbinlerce dolar para aldığı söylendi…
Bir başka emekli büyükelçi Coşkun Kırca ise “siyaseten doğruculuğu” bir kenara attığını baştan söylüyor. Zaten Kırca, kitap boyunca söyledikleriyle devletin sesi oluyor: “Türkiye’de piyasa ekonomisinin yerleşmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü Marksist ya da Marksizan ekonomilerin en büyük sakıncası kalkınan bir ülkede insanlara iş güvencesi vermek. Bununla, gayrı insani düşünmekle itham edilebilirim, ama insanlar iş güvencesine sahip olduklarında, nasıl olsa işim, ücretim var bunu kaybetmeyeceğim diye düşündüğünde yeterince çalışmıyor.” Batı ekonomilerinin, çalışanların veriminin düşmemesi için belirli bir işsizliğe müsamaha gösterdiklerini de ekliyor Kırca. Otuz yıl sonra bugün geldiğimiz noktada, marjinal bir kesim hariç, Marksist ekonomi modelini tartışan kimse kalmadı. “Marksizan” terimi ise sanırım tedavülden kalktı. Piyasanın kaldırıldığı ya da her şeyin sadece piyasaya bırakıldığı ekonomi modellerinin büyük sorunlara yol açacağına inanmakla beraber, tartışma terazisinin bu yönlü tek tarafa çekmesinin düşünce dünyamızı çok fakirleştirmiyor mu?
Halit Refiğ, Türkiye’yi Doğu-Batı kadar Kuzey-Güney ikileminin ortasına yerleştirmiş. “Türkiye, bu yüzyılın başından, Osmanlı devletinin parçalanmasından itibaren Doğu-Batı arasında merkezi bir ülke olma iddiasından vazgeçti; Batı dünyasının kenarı olma rolüne rıza gösterdi.” Avrupa’nın geleceği için de ilginç bir fikri var: “Avrupa bir yandan mali planlama, bankacılık hizmetleri, sağlık ve sosyal hizmetler konularındaki bilgi birikimiyle genişletilmiş bir İsviçre; bir yandan da Latin ve Germen kültürlerinin, Katolikliğin ve Protestanlığın uyum içinde yaşadıkları genişletilmiş bir Belçika olmaya adaydır.” Avrupa Birliği’nden Brexit’e geçiş, Belçika’nın durumu… Dünya o kadar hızlı ve radikal değişiyor ki, 2020’de olacakları, değil otuz sene, beş sene önce bile kimse tahmin edemezdi.
Sencer Divitçioğlu, “sınırlı iyimserler” arasında. “Türkiye’nin yılda 6-9 arasında bir ekonomik büyüme gösterdiğini düşünün, bir de buna GAP’ın tahmin edilebilecek katkılarını eklersek, Türk ekonomisi 2020 yılında bugün oranla çok daha müreffeh bir duruma gelecektir.” İyimserliğini şöyle sınırlıyor:
“Ekonomi alanında örneğin Batı Avrupa’daki rasyonelliği kuramayacağımıza inandığımdan, önümüzdeki otuz yılda, önemli bir ekonomik güç haline gelebileceğimizi sanmıyorum.”
Musa Anter’le İlhan Selçuk “petrol” konusunda çok benzer beklentiler içindeler. Türkiye’nin geniş arazilere sahip olmasını, Fırat ve Dicle başta büyük nehirlerini çok önemseyen Anter, “birkaç sene sonra ihtiyacımız kadar petrol bulunacağını” tahmin ediyor. İlhan Selçuk da “şu anda petrolümüz yok,” dedikten sonra ekliyor: “Ama belki 2020 yılına kadar derindeki petrolü işlemeye başlayabiliriz.”
Türkiye’deki madenlerin kapatılmasını büyük facialar olmadan öneren İshak Alaton komşuların birbiriyle rekabetinin “materyalist arayışı” daha da kırbaçlayacağını belirtmiş: “Zengin komşuya olan hasetten, kıskançlıktan dolayı, ben de iyi para kazanayım, köşeyi döneyim arayışı yayılıyor.” Bu “materyalist arayışın” doğurabileceği sosyal patlamalara ise değinmemiş.
Zülfü Dicleli, bugün üstüne çok düştüğümüz çevre hassasiyetini, bu konunun önemini o günlerden vurgulamış:
"Türkiye (…) önümüzdeki yıllarda giderek zenginleşecek. Ama bu, adam başına düşen milli gelir gibi konvansiyonel ölçülerle bakıldığından böyle olacak. Oysa çevre açısından bakılacak olursa, doğal çevrenin büyük zarar göreceğini; bu açıdan durumun çok daha kötüleyeceğini söyleyebilirim.”
Dicleli’nin uyarısı, otuz sene sonra, belki onun düşündüğünden bile daha sert bir biçimde karşımıza çıkmış halde.
Karikatürist Ali Ulvi de “kafa yapısından” şikayetçi. Devleti yaratan insandır, dolayısıyla ona da insan hâkim olmalıdır, dedikten sonra ekliyor: “Bizde kafalar özgür bırakılmıyor. (…) Bazıları zannediyor ki, ekonomiyi düşünceden ayırabiliriz. İnsanın iki temel faaliyeti var: Biri ekonomik, diğeri düşünsel. Bunlardan birinin bile özgür olmayışı, liberal demokrasiyi engeller.”
İkinci bölümün sorusu: “‘Açık Toplum’ Olacak mıyız?”
Tarık Buğra ile başlıyor bu bölüm. Yağmur Beklerken romancısının “Türkiye’nin ufak tefek rötuşlarla idealimizdeki demokrasiye" gittiğini düşündüğünü öğreniyoruz. Bu idealimiz ise Batılı standartları içselleştirmiş liberal-demokrasi. “Türk insanı otoriter bir rejime yatkın değildir. Türk demokrasisinin insan hakları konusunda yetersizlikleri vardır; bunlar giderilecektir. 2020’lerde Türk demokrasisi dünyanın en sağlam demokrasilerinden biri olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.” Maalesef, Tarık Buğra’nın hayal ettiklerinin de hiçbiri gerçekleşmedi. Türkiye, hatta Mısır’dan Brezilya’ya, Macaristan Amerika’ya neredeyse bütün dünya, korkunç bir popülizme ve otoriter liderliğe kaydı.
Çoğunlukçuluk ve çoğulculuk bitmeyen tartışmalardan biridir. İlkay Sunar, Türkiye’nin “plebisiter bir demokrasiden çok, örgütlü bir demokrasiye doğru gitme eğiliminde” olduğunu söylüyor. Eczacıbaşı da hemfikir: “Bütün dünyada demokrasi dışı rejimlerin geleceği parlak görünmüyor.”
Öngörülememiş olan, otoriterliğin bizzat sandık yoluyla gelmesi oldu. “Demokrasi dışı” bir rejimin, sandıktan çıkan biri ya bir parti tarafından da böylesine rahatlıkla kullanılabileceği o günlerde pek akla gelmemiş. İshak Alaton bunu “içimizde yaşayan sultan” metaforu ile anlatıyor: “Sultan’dan hâlâ ayrılamadık. Astığı astık, kestiği kestik Sultan hâlâ içimizde yaşıyor… Sultan, yalnız benim düşüncem doğru, sen düşünme diyor. Ben düşünürüm, sen yaparsın…”
Nur Vergin ile Halit Refiğ’in otuz yıl önce Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesinin mukadder olduğunu söylediklerini okuyunca sebeplerini merak ettim.
Şu sözler Vergin’e ait:
“Parlamenter demokrasi bence şimdiden tarihsel bir kategori olma yolunda, bir zamanların Atina demokrasisi gibi. (…) Sanıyorum ki Türkiye gibi bir ülkede 2020 yılında mutlak surette demokratik olarak tanımladığımız oluşumlarla birlikte, çok daha çerçevelenmiş bir rejim meydana gelecektir. Öyle sanıyorum ki, bu da başkanlık sistemine doğru bir değişim olacaktır. Türkiye’de parlamenter sistem son demlerini yaşıyor…”
Halit Refiğ ise, “anti-demokratik olarak nitelemediği başkanlık sistemi” için “aslında demokratik kurumların yerleştiği ülkelerde, yönetimde bir dinamizmin sağlanması açısından başkanlık sistemi adeta kaçınılmaz gibi gözüküyor,” diyor. Kitaptaki en doğru çıkan öngörülerden biri bu. Ama onların düşündüğü başkanlık ile bizde bugün yaşanan aynı şey mi, orası meçhul.
İsmet Özel, 91 yılında “İslami dönüşümden” bahsetmiş. Ama sadece bahsetmekle kalmamış, demokrasi kavramından ne kadar uzak olduğunu ağzından kaçırmış:
“Türkiye’de toplumun öz değerlerine dönüş yönünde bir akım var. Bu akımın adını koyalım: İslama yöneliş var. Türkiye’de demokrasi, kesintiler olmasına rağmen sürekli olarak İslami bir çerçevenin toplum hayatına daha belirleyici bir damga vurması yönünde gidiyor.”
Tam da demokrasiyi konuşabileceğimiz, çoğunluk olan muhafazakârların demokrat bir zihniyeti benimsemesinin üstünde duracağımız yerde, Özel kantarın topuzunu kaçırıyor: “Araçlar, amaçları belirler. Dolayısıyla Türkiye’de İslami dönüşüm sağlam, kendine güvenen bir politik başarı sonucunda elde edilmişse, hiç şüphesiz başka insanların, başka önerilerin önünü tıkamak ihtiyacı duymayacaktır. Eğer Türkiye’de Müslüman iktidar seçimler yoluyla ve demokratik işleyişin sağlıklı yürütülmesi sonucunda sağlanırsa, bu çizgi devam edecektir.” Ama anlıyoruz ki, başka bir ihtimal daha var:
“Ama eğer bir oldu bitti sonucunda ve bir politik zorluğun aşılması şekilde ortaya çıkarsa, buna kimse bir şey diyemez.”
Özel’e bir anlamda Ali Ulvi cevap vermiş. “2020 yılında Türkiye’nin bir açık toplum haline geleceği kanısında değilim,” dedikten sonra, şunları söylüyor:
“Demokrasi deyince hep çok partili düzeni, halkın oyu ile iktidarı değiştirebilme olanağını anlıyoruz. Oysa demokrasi, iktidarlara olduğu kadar toplumun genel yargılarına karşı da çıkabilmek özgürlüğü demektir. Demokrasi çoğunluğun iradesinin gerçekleşmesi kadar, azınlıkta kalanların haklarının korunması demektir.”
Türkiye’de demokratik kurumların kurulmasının ne kadar zor olduğunun altını şair Melih Cevdet Anday da çizmiş. Militarizme yatkın bir toplum olduğumuzu ifade eden Anday, dinsel fanatizmin yükselişte olduğunu söyleyip “bu faaliyetler korkutucu hale geldi mi, darbecileri teşvik eder,” demiş. Şu sözler de onun: “Darbeci bunları önleyeceğim diye gelir, fakat gerçekte bundan yararlanır. Asıl beni korkutan budur.” Bir başka yerde ise karamsarlığının dozu artıyor:
“Türkiye’de laik düşüncenin er geç kazanacağı fikri, bir temenniden ibarettir.”
Aziz Nesin ise kendine has üslubuyla “demokrasi bir tükürükle geldiği için, bir osurukla da gidiyor,” demiş. Demokrasi için savaşmamış, bu uğurda bedel ödememiş olduğumuz için demokratlığı benimseyemediğimizi söylerken Komünist Partisi’ne izin verilmeyen bir sisteme demokratik denemeyeceğini de vurgulamış.
Konuşmacıların istisnasız hepsi 2020’de Türkiye’nin şeriatçı bir idarenin altına girmeyeceğinde mutabık. Mete Tunçay, “Türkiye’nin çağdaşlaşma adına laikliği ön planda tutarak, çağdaşlaşmanın en önemli unsuru olan demokrasiyi zedelemesi, geniş halk kitlelerini baskı altında tutması bir gerçektir,” diyor. “Bu baskının kaldırılması, mutlaka Türkiye’de şeriatçı bir düzenin kurulması sonucunu vermez; tam tersine, onu önlemenin şartlarından biridir.”
Şahin Alpay, daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı da yapacak olan Nabi Avcı’nın ve İsmail Kara’nın şeriatçılığa dair görüşlerini “İslamcı aydınlar olmaları açısından özel olarak ilginç” bulduğunu söylüyor. Avcı, İslamcıları üç kategoriye ayırıyor: Sıradan Müslümanlar, dindarlar ve şeriatçılar. Türkiye’de güçlü olan eğilimin ilk ikisi olduğunu söylüyor. Üçüncü ise bir korkunun kaynağı olarak yaşatılıyor: “Toplumda bir askeri müdahale korkusunun sürekli olarak yaşatılması amacıyla kullanılabildikleri için, varlıklarını sürdüreceklerini düşünebiliriz.” Otuz sene içinde yaşananlar, Nabi Avcı’nın bu sözünün ne kadar isabetli olduğunu ortaya çıkardı.
Tarık Buğra ile Musa Anter de bu fikre yakın sözler sarf etmişler. Çeşitli nüansları bir yana bırakırsak aydınların hepsinin hemfikir oldukları yegâne konu: Türkiye’ye şeriat gelemez. Türkiye’den bir Humeyni çıkamaz.
Kürt meselesinin tartışıldığı bölümde ilk söz Musa Anter’e verilmiş. Anter’in 2020 için hayal ettiği ülke “Kürtlerin kültürel haklarının tanındığı üniter devlet”. Konyalı ile Mardinli köylünün birbiriyle hiçbir derdi olmadığını söyleyen Musa Anter, Doğu’ya üvey evlat olarak bakılmazsa sorunun çözülebileceği hususunda oldukça iyimser.
Kitaptaki en netameli tartışmalar bu konuda ilerlemiş. Özbudun, Doğu’ya yapılan yatırımlara dikkat çekip ekonomik bütünleşmenin bir zaman sonra devletin “kabul etmeyi güç gördüğü konularda çok daha toleranslı” hareket edebilmesinin yolunu açacak anahtar olduğunu söylemiş. Beklenmeden yapılması gereken ilk iş olarak da 1982 Anayasasının getirdiği anadille yayın yasağının kaldırılmasını önermiş:
“Bir dilin dil olarak kullanılmasını yasaklamak, yazılı olarak kullanılmasını yasaklamak, bunun demokratik toplumda savunulacak tarafı yoktur.”
Osman Kavala da Kürtlerin hakların tanınmasının ve GAP’la birlikte ekonominin canlanmasının sonucunda hem devletin esneyebileceğini hem de PKK’nın daha ılımlı bir çizgiye evrilebileceğini söylüyor. Bugünden bakınca, yitip giden bu fırsatlar insanı kahrediyor. Hele, bu kitabın konuşmacılarından biri olan Tansu Çiller’in dönemini –buradaki sözleriyle birlikte– düşününce…
Genel Maden-İş Sendikası Başkanı Şemsi Denizer, İlhan Selçuk, İlkay Sunar, Zülfü Dicleli gibi isimler çoğulcu demokrasinin güçlenmesiyle birlikte ayrılıkçılığın gündemden kalkacağını düşünürken, bu sorunun “dışarıdan tezgâhlandığı” fikrindeki Tarık Buğra ile Halit Refiğ’i karşı cephede buluyorlar. Tarık Buğra, her şeye rağmen, “Kürt ayrılıkçılığı” dediği sorunun 2020 yılında “kesin bir çözüme kavuşmuş” olacağını iddia ediyor. Refiğ ise ilk adımı Kürtlerden bekliyor ve birlikte yaşamak istiyorlarsa ayrılıkçılara mesafe koymaları gerektiğini söylüyor.
Şahin Alpay, mülakatlardaki “en uç” görüşün, “30 yılda olmasa da 50 yıl sonra federatif bir düzene gidileceğini sanıyorum,” diyen eski Merkez Bankası Başkanı Yavuz Canevi’ne ait olduğunu yazmış. Tuhaf ama, öteki uçta, Kürt meselesine dair en çağdışı diyebileceğimiz önerilerden birini yapan Cem Boyner var:
“Ben bu sorunun ekonomik refahın bölgeye girmesiyle, bölgeden göçenlere ekonomik refahın sağlanmasıyla kökünden çözüleceğine inanıyorum… Kültürel hakların tanınmasını önemli görmüyorum… Yapılmasın anlamında değil… Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan belli sayıda insanın kendi dilini Türkçeye alternatif olarak kullanmasını geçersiz bir fantezi olarak görüyorum. O dil ne Türkiye’de ne de dünyada geçerli değil. Biz o bölgenin kalkınmasının Türkiye ile bütünleşmesiyle mümkün olacağına inanıyorsak, bunu kaynaklarımızı o bölge insanlarının Türkleşmesine, Türklerle kültürel entegrasyonuna ayırarak sağlayabiliriz.”
Çözümün ekonomide saklı olduğunu düşünen sadece Boyner değil: Eczacıbaşı, Şevket Yılmaz ve Şükrü Elekdağ da benzer açıklamalar yapmışlar. Üçü de “Kürt” kelimesine telaffuz etmemeyi tercih etmiş.
Ama Coşkun Kırca, çağdışılık konusunda Boyner’i de aratıyor. Kafasındaki çözüm şu:
“Tek çare, zulmetmeden, refah, hakkaniyet, Türklük götürerek, bizden farkınız yoktur diyerek bu insanları asimile etmek”.
Dahası da var:
“Hayli ilkel bir dil ve kültür… Küçümsemek için söylemiyorum, ama ne bir mescit, ne bir köprü, ne bir kitabe, hiçbir şey bırakmamış… Edebiyatı fevkalade iptidai. (…) Bir millet olabilmek için, his ve düşünce zenginliğini, belirli kavramları belirli sözcüklerle ifade edebilme imkanına sahip olunması gerekir. Türkçe bu imkânı veren bir dildir. Kürtçe böyle bir dil değil.”
Kırca devam ediyor:
“Kendi dillerini konuşsunlar, deniyor… ABD örneğine bakalım: Zenciler Amerika’ya hemen entegre oldular. Herhalde Afrika’daki dillerini muhafaza ederek entegre olamazlardı. (…) O dili konuşma diyemezsiniz, ama iptidai bir dili ille bu insanlara öğretmeyi Türkiye’de devlete yüklemenin bir insanlık vazifesi olduğunu sanmıyorum. Bizim vazifemiz bu insanları çağdaş medeniyete ulaştırmak. O da Kürtçe yoluyla değil, Türkçe yoluyla olabilir. (…) Bunun sonu nedir? Asimilasyondur…”
Coşkun Kırca, sıradan bir insan değil. Büyükelçilik yapmış, milletvekilliği yapmış, üniversitede dersler vermiş, çok kısa bir süre Dışişleri Bakanlığını yürütmüş… Kırca’nın mülakatını okuduktan ve devletin en rafine diyebileceğim isimlerinin konuya nasıl yaklaştığını gördükten sonra diğer fikirlerin temenninin ötesine geçme ihtimali olmadığını da anlıyor insan. Dersim 38’den 1991’e zihniyette hiçbir değişiklik olmamış. Tanpınar’ın atlıkarınca metaforu gibi, dön dolaş aynı yer. Aslında konuşan Kırca değil, bütün bürokrasisi ile devlet.
Nur Vergin de Kürtlerin “bir milletten ziyade bir kavim” olduğunu belirtmiş. Nur Vergin, siyaset sosyologu, profesör. Akıl almıyor. Kürtlerin siyaset sahnesine çıkışlarının altında “ezilmiş olduklarının bilinci” varmış:
“Milliyetçiliği destekleyecek bir tarihe, bir yazılı kültüre sahip değiller. Milliyetçiliği besleyecek unsurlardan yoksunlar. Kavimcilikten milliyetçiliğe sıçramak çok zor bir şey.”
Kürt meselesindeki en karikatür yaklaşım da, bekleneceği üzere, Türk Dünyası Araştırmaları Başkanı Turan Yazgan’dan gelmiş. Turan Yazgan da iktisat profesörü. Kendisi Kürtlerin “belirli bir bölgede daha yoğun olarak bulunduklarını” reddediyor, dahası onların “halis muhlis Türk boyları” olduğunu söylüyor. Bir başka iktisat profesörü Tansu Çiller de Yazgan’la paralel düşüncede: “Ben Kürt ve Türklerin aynı kökten geldiğine inanıyorum,” diyor ama bu kökün ne olduğunu hemen açıklama gereği hissediyor: “İsimleri, öztürkçe isimler (…) Kürtlerin kendilerinin Türk kökeninden geldiklerini kabul ettiklerini gördüm.” Yani, Kürt diye bir şey olmadığını bize ispatlamış oluyor. Dolayısıyla, “ayrım yapmamız gerektiğine de inanmıyorum,” diyebiliyor.
TÜBİTAK Başkanı Kemal Gürüz, o da profesör, birkaç sene önce Elazığ’a gitmiş ve devletin her şeyi götürdüğünü yerinde gözlemlemiş. O da Çiller gibi ayrım yapacak bir şey bulamıyor ve “hepsini Türk vatandaşı olarak” gördüğünü söylüyor. “Ne mutlu Türküm diyene sözü çok birleştirici bir söz. Bunun pekişmesi gerektiğine inanıyorum.”
Sovyetlerle ilişkilerin geleceğine dair, genel kanı Türk cumhuriyetleriyle ciddi bir yakınlaşma başlayacağı. Mülakatların yapıldığı Kasım-Aralık 1990’da, SSCB’nin geleceğine dair genel görüş şu olmuş: “Sovyetler Birliği’nin, birliği oluşturan cumhuriyetlerin bağımsızlığa yakın bir özerklik kazandıkları konfederatif bir yapıya dönüşeceğini düşünenlerin sayısı, Sovyetler Birliği’nin dağılacağına inananlardan daha fazla.” Coşkun Kırca, mülakattan bir sene sonra tamamen yıkılacak SSCB için şunları söylemiş:
“SSCB gittikçe daha fazla dağılma işaretleri veriyor, fakat bu 20 yıl sürebilir…”
Türkiye’nin komşularıyla olan sorunlarının 2020’de nasıl olacağına da değinilmiş. Konuşmacılarda enikonu bir iyimserlik havası hâkim ama mutlak çözüm için otuz senenin yeterli olacağından da şüphe ediyorlar.
Rahmetli hocam Yaşar Erdinç, bir ekonomistin görevinin olacakları bilmek ya da doğru öngörülerde bulunmak olmadığını söylemiş, esas yapmaya çalıştığını da şöyle tarif etmişti: Olmuş olanın neden öyle olduğunu en iyi şekilde anlatmak.
Bu kitabı okurken aklımda hep o söz vardı. Marifet, otuz sene sonra olacakları tahmin etmek değil, zaten otuz iki seçkinin içinde bunu yapabilen de yok. Ama otuz sene sonrası için öngördüğünüz gelecek tasavvuru bugünkü karar mekanizmasını doğrudan etkiliyor.
Acaba bu çalışmanın bir benzeri bugün yapılsa, iş, sanat, siyaset, akademi dünyasından otuz iki seçkin 2050’yi nasıl anlatır? Bunu da düşünmeden edemedim…
•