Ümit Alan: Medya AKP döneminde dibe vurdu, en karanlık dönemini yaşadı, ama bunda sadece AKP’nin değil tüm basın tarihinin emeği var. AKP bir neden değil, bir sonuç...
02 Temmuz 2015 16:00
Ümit Alan’ın Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı isimli kitabı gerçekten artık aşina olduğumuz bir masala dönüşen ve gerçeklikle ilgisi her geçen gün daha da silikleşen gazeteciliğin bu topraklardaki tarihini özetliyor. Farklı rejim ve dönemlerde gazeteciliğin, haberin ve etiğin nasıl aşındırıldığının güzel örneklerinin yanı sıra Türkiye’de gazeteci olmanın neye benzediğinin kronolojik bir belgesi var karşımızda. Biz de belgenin yaratıcısı Ümit Alan’la Birgün’deki köşesinde ve kitabında yazdıklarından yola çıkarak Türkiye’deki medyayı konuştuk.
Modern Türkiye'nin medya tarihine bakmak ilginç ama bir o kadar da zahmetli bir fikir. İlk olarak kitap için tebrikler, ikinci söyleyeceğimse hala medyanın içinde olan ve en tartışmalı konularda yazan biri olarak geçmişe dönük böyle bir çalışma yapmak risk değil mi?
Teşekkür ederim. Ben bunu hiç risk olarak görmedim. Zira medyanın içindeyim ama yazdığım BirGün de dahil hiçbir medya kuruluşuyla profesyonel bir iş ilişkisi içinde değilim. Hele ki, mevcut ana-akım medya düzeninde yer almak gibi bir hedefim hiçbir zaman olmadı. Olsa zaten başka türlü yazardım. Bir derdim var ve bunu anlatma isteğiyle yazıyorum, bu istek azaldığında ya da kimsenin umurunda olmadığını düşündüğüm bir noktada basar giderim diye düşünüyorum. Bu kitap da aynı dertle ortaya çıktı. Gezi Direnişi’nde medyaya karşı kitlesel bir tepki gördüğümde çok heyecanlandım. O günlerde medyaya tepki gösterenlerin çoğu AKP öncesini göremeyecek kadar gençti. Onlara, durun bir dakika AKP’den öncesi de var demek istedim. Öncesine dair tamamen bilgisiz olduklarını elbette düşünmüyorum, haddim değil. Açıkçası ben de bazı şeyleri kitabı yazma sürecinde öğrendim. Ancak şöyle bir “iyimserlik” sezdim, sanılıyor ki, AKP gidince basınla ilgili sorunların büyük kısmı çözülecek. İşte buna itirazım var. Bu kitap bu itirazın eseri. Evet, AKP iktidarı gidince bir rahatlama yaşanır ki, 7 Haziran seçimlerinden sonra bile yaşanıyor, görüyoruz, ama bu kalıcı bir şey değil. Geçmişte de önce Tek Parti iktidarı gidince yaşanmış, sonra Menderes gidince yaşanmış vs. Hiçbir zaman kalıcı olmamış. Sanılmasın ki, “AKP’den öncesi de aynıydı, AKP döneminde de aynı” gibi bir bezginlik içindeyim. Diyorum ki, medya AKP döneminde dibe vurdu, en karanlık dönemini yaşadı, ama bunda sadece AKP’nin değil tüm basın tarihinin emeği var. AKP bir neden değil, bir sonuç.
Gezi sonrası Türkiye'de anaakım medya "penguen medya" olarak anılır hale geldi; ama bana bu biraz haksızlık gibi geliyor. Elbette anaakım medyaya değil, bir mizah yayını olan Pengen'e. Gezi'de bu mizah dergilerinin rolü neydi? Bu Gezi'yi bir "kahkaha devrimi" haline getirmiş miydi
Gezi’de mizah sokaktaydı. Penguen’in ve diğer mizah dergilerinin Gezi’deki kitlenin üzerinde Gezi öncesinde bir emeği var, mizah anlayışlarını beslemişlerdir, ama Gezi sırasında bir rolleri olmadı bence. Onlara da haksızlık etmeyelim, haftalık yayınların o kadar anlık yaşanan bir ortamda etkisinin olmasını bekleyemezsiniz. Gezi’de mizah sokakta ve sosyal medyadaydı. Sosyal medya döneminde bu iş o kadar zorlaştı ki, bunu bizzat yaşadım. 2010-2013 yılları arasında Heberler isimli bir siyasi hiciv programı yaptık televizyonda. O programın metinlerini yazarken, yazdığımız kadar da kontrol sürecimiz vardı. Acaba bu espri “Twitter’da, Facebook’ta, Ekşi’de” yapıldı mı diye? Çoğu iş, bu kontrol sırasında elenirdi. Kaldı ki, sizin metni yazıp çekmeniz ve yayınlanması bir süre alıyor, aynı espri o sırada yazılmış da olabiliyor. O zaman da “esprimi çaldı” tartışması. Anlatamıyorsunuz ki, “kardeşim ben bunu 3 gün önce yazdım ancak çekilip yayınlandı” diye. O yüzden ilk akla gelen esprileri hep eleyip daha zorlarına yönelmek zorunda kalıyorduk. Tüm bu anlattıklarım mizah dergilerinin işlevi olmadı anlamına gelmesin. Onların etkisi daha uzun vadelidir diye düşünüyorum.
Türkiye'de bir konuda çalışma yaparken en büyük risklerden biri "Türkiye medyası" gibi temel terimleri kullanırken aslında farklı bütünlükleri kaçırmak. Örneğin Kürt medyası Barzani ve Öcalan çizgileri arasında bambaşka bir coğrafyada farklı ikilemler etrafında örgütlenmiş durumda. Kitapta ve günlük medya okumalarımızda bu tür "ülke sınırlarını aşan" yapıları aşabildiğimize inanıyor musun?
Çok yerinde bir itiraz. Türkiye medyası ya da Türkiye’de Gazetecilik derken yekpâre bir çerçeve sunarak biraz haksızlık ediyoruz. Ben kitapta daha çok ana akım medya ve “olmayanlar, yapılan yanlışlar” ekseninde gittim. Zaten bunu önsözde de açıkça ifade ettim. Ülke sınırlarını aşan yapıları aştığımı zannetmiyorum. Çünkü o zaman bağlamımdan da kopardım. Kitabı çoğunlukla örnek vakalar üzerinden yazdığım için aksi de mümkün olmadı. Bu yöntem bana bugünle geçmişi karşılaştırma fırsatı verdi.
Herhalde Birgün'de en uzun süre yazan yazarlardan birisin şu an. Birgün'de de tartışmalı ayrılıklar, yayınlanmayan yazılar oldu, gazete yayın stratejisinde büyük değişikliklere gitti son yıllarda. Sen Birgün'ü Türkiye'deki sol medya içerisinde nerede görüyorsun?
BirGün’ün durduğu yeri ve tüm imkansızlıklara rağmen bugüne kadar gelmesini çok önemsiyorum. Özellikle Gezi sonrasındaki süreci iyi okuyup okur kitlesini artırması başarı. Bunda da “tavır” koymasının etkisi var. Şunu görmemiz lazım artık klasik gazeteciliği sadece çok büyük ve köklü kurumların yapma lüksü var. Alternatif ve güçlü bir gelir modeli olmayan yapıların bir farklılık ortaya koyması gerek. Yoksa ne bileyim internette diyelim ki BBC’de okuduğu bir haberi, bir de BirGün’ü satın alıp niye okumak istesin ki insanlar? Haberinizin gerçekliğinden ve iyi doğrulandığından emin olduktan sonra onu sunuş şekli, hikâyeleştirme şekli de önemli, bugün eskisinden de önemli. Bir de tabii ana-akım medyanın görmedikleri var. Bence bir gazete o görülmeyenlerin içinden sınıf bilinciyle bir seçki yapıp sunuyorsa “sol medya” olur. BirGün eksikleri olsa da yapıyor.
Tartışmalı ayrılıklar meselesi ise bazen tek taraflı, bazen karşılıklı kişiselleştirmeler ve üslup sorunları nedeniyle oluyor diye düşünüyorum. Gönüllü yazan insanlarla yollar ayrılıyor vs. Benimsemediğim ayrılıklar da oldu elbette, ama yalınkılıç tartışmasına girmek istemedim, çünkü her şey çok üst perdeden tartışılıyor. Çoğu kez kendi içinde halledilecek sorunlar, taraflardan birinin ya da ikisinin birden en son söyleyeceği şeyi en başta ve kamuya söylemesi gibi nedenlerle kangren oluyor. Her şey için “sansür” tartışması çıkarmayı çok sevimsiz buluyorum. Sansür kavramını çok küçültüyor bu durum. Gazete zaten “siyasi” gazete, haber veya yazı da “editör süzgeci”ne tabi. Elbette yayınlanmayan yazılar olacak. Her yazı yayınlanacak olsa editöre ne hacet? Okur için de geçerli bu, aynı siyasi nedenlerle gazeteyi okur veya okumaz. Gönüllü yazdığımdan benim için de geçerli. Gazetenin tercihlerini büyük oranda benimsemez hale gelirsem niye devam edeyim ki? Oysa benim için sansür daha büyük bir şey. Bir iş kazasındaki işveren sorumluluğunu, bir cinayetin failini bilinçli olarak gizlemek, bir Başbakan’ın yolsuzluk dosyasını yayınlamamakla, üslup ve editöryal tercihlerden ötürü yaşanan anlaşmazlıkları aynı kefeye koymamak, aynı şiddette tartışmamak lazım. Öyle yapılıyor ama, her şey dünyanın yuvarlak olduğunu söylemiş de engizisyon giyotine göndermişcesine tartışılıyor. Çok önemsiyoruz kendimizi.
Gazetecilere yönelik çok keskin akreditasyon uygulamaları var ve farklı çevrelere farklı şiddetlerle uygulanıyor bu alandaki yönetmelik ve kararlar. Bir yandan da gazetecilerin "gazeteci" oldukları için yararlandıkları bazı haklar var. Yurttaş gazeteciler bu hakların kendilerine de tanınması gerektiğini söylüyorlar. Buna ne diyorsun, basın kartı ya da gazeteci kimliği haber verme işini yapan bu iki kesim arasında ayrım yaratır mı?
Bu konuda kafam biraz karışık. Bir kere akreditasyon Türkiye’de çok keyfi uygulanıyor. Türkiye ölçeğinden bakarsak akreditasyona karşıyım. Bir taraftan da gazeteciliğin mesleki bir formasyonu olması gerekliliğine inanıyorum. Herkesin “gazeteciyim” diye ortaya çıkıp akredite olması, günümüzün “havuz medyası” gibi bir ucube ortaya çıkarıyor. Diğer yandan Başbakanlık tarafından bir gazeteciye “kart” verilmesini doğru bulmuyorum. O zaman onun vermediklerini “sarı basın kartı bile yok” diye gazeteciden saymama gibi bir şansları oluyor ki, bu da sakıncalı bir durum.
Yurttaş gazetecilik kavramını Gezi’de daha yaygın deneyimledik. Avantajları da var, dezavantajları da var. Pek çok şeyi onlardan öğrendik, ama öte yandan herhangi bir kurumsal sorumluluğu olmayan bazı insanlar, bazı durumları çok rahat manipüle edebildi, jargonla söyleyecek olursak trolledi. Böyle olunca “Yurttaş Gazeteci”nin kim olduğu sorusu çok önem kazanıyor? Bu soruyu kim cevaplayacak? Yurttaş Gazeteci’ler kendi dernek, platform vs. kurarak örgütlenirse, belki bu sorunu çözerler. Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim, Yurttaş gazetecileri daha çok diğer gazetecilerin akredite olmayı bile aklından geçirmediği yerlerde görmek istiyor insan.
Kadri Gürsel bir seminerde yurttaş gazeteciliğine inanmadığını, kamu yararı odaklı (Public journalism) tipinin gelişmesi gerektiğini söylemişti. Sence yurttaş gazeteciliği medyanın bu makus talihini değiştirebilir mi? İmkanı ve alanı buna yeter mi?
Bu konuda ben de biraz karamsarım. Bireysel sorumlulukla kurumsal sorumluluk çok ayrı şeyler. 30 saniyelik bir işlemle blogunu, Twitter, Facebook hesaplarını kapatıp ortadan buharlaşabilecek insanlara güven duymakta sıkıntı çekiyorum. Hayatım sosyal medyada okuduğum bir şeyi bir yerlerden doğrulamaya çalışmakla geçiyor. Sosyal medyanın ilk yıllarında bir iki vakada “kek gibi” atlayıp “kabak” gibi ortada kalınca böyle bir fobi edindim. Buna rağmen, Yurttaş Gazeteciliğe inanmıyorum diyemem. Yurttaş Gazeteci, geleneksel medyanın olmadığı yerlerde olarak bir işlev üstleniyor. Aynı zamanda geleneksel medya için de itici bir güç, bir baskı mekanizması. Yurttaş Gazeteci tipi geliştikçe onlar da işleri eskisi gibi yürütemeyeceklerini anlayacaklar. Bu da karma bir model ortaya çıkaracak diye tahmin ediyorum.
Bir de malum konuya gelelim: Yandaş medyaya. Ömer Madra bu medya için "kanki medya" tabirini kullanıyor. Ben bu tabiri çok seviyorum. Ama öküz ölünce acaba kankilik bozulur mu?
Öküz ölünce sermaye de el değiştireceğinden elbette kankilik bozulacaktır. “Sana puanım sıfır kanki” diyerek tornistan edenler olabileceği gibi, başkalarına satıp ortadan yok olanlar da olur. 90’lardaki medya sahiplik yapısıyla bugünü kıyaslarsak anlaşılacaktır. Kitapta bu tarz el değiştirmeleri de ele aldım. Yalnız mevcut gazete ve tv’lerin marka değerini öyle düşürdüler ki, satmak da eskisi kadar kolay değil. Param olsa niye Akşam’ın, Star’ın ismini alıp kendimi riske atayım ki, sıfırdan gazete tesis ederim.
Ethem Sancak'ın "Ben Erdoğan'a aşığım" söylemine baktığımızda aslında marjinal gibi görünen bu ifadenin 90'larda Özal'a methiye düzen medya patronlarıyla çok da ayrışmadığını görüyoruz. AKP dönemi medyası ile Özal medyası arasındaki benzerlikler ve farklılıklar neler?
Benzerlikler var, farklılıklar da. Bir defa Özal’ın kimilerinin aktardığı gibi “Tonton Amca”, “engin hoşgörü sahibi devlet adamı” olduğunu düşünmüyorum. Kitapta biraz ele aldım. Özal dönemi tabii tam bir geçiş dönemi olduğu için, ne yalakalık, ne de iktidar baskısı bugünkü kadar sonuç vermiş. Özal zaten gelir gelmez 2,5 gazete hayal ediyorum diyerek basını dizayn hayalini müjdelemiş. Hatta, Erol Simavi ile bozuştuğu dönemde medya dışı sermayenin şahını yani Asil Nadir’i bizzat devreye soktuğu da bilinir. Bugünkülerin de bir havuz teşekkül ettikleri ve kitapta detayına girdiğim üzere Star gazetesini bizzat satın aldığını biliyoruz. Özal’ın elindeki baskı gücü, gazete kağıdı devlet tekelinde olduğu için “kağıt zammı” imiş. Bugünse “vergi cezaları” aynı işlevi görüyor. Özal, hem askeri vesayetle, hem de medyaya medya dışı sermayenin tam olarak girmemiş olmasıyla sınırlıymış. O yüzden hiçbir zaman AKP-Gülen koalisyonu gibi mutlak bir güce sahip olamamış. Acaba olsaydı neler olurdu? Kesin bir şey söyleyemeyiz, ama bence medya açısından çok farklı olmazdı. Oğlu (Ahmet Özal) ve bir sermaye grubu (Uzan) ilk özel tv kanalını kursun diye, özel yasa çıkarmış birinden söz ediyoruz.
Türkiye'deki gazeteci örgütlenmelerinin AKP döneminde çöküşe uğradığını görüyoruz. Gezi sonrasında ise özellikle de genç gazetecilerin inisiyatifiyle sendikalarda ve bazı derneklerde hareketlenmeler var. Sence bir "işyeri" olarak gazetede gazeteciler için örgütlü mücadele mümkün mü? Bu basın özgürlüğüne nasıl hizmet edebilir?
Bu konuyu çok önemsiyorum. Bu yüzden kitapta medyada sendikanın bitirilme sürecine özellikle yer verdim, özellikle genç gazetecilerin o bölümü okumasını çok isterim. AKP dönemindeki toplu işten çıkarmalar da gösterdi ki, gazetecileri koruyacak bir örgüte çok ihtiyaç var. Bildiğim kadarıyla şu anda TGS’de genç ve istekli bir kadro var. Bu çok mutlu edici. Gazeteciler eğer kendileri de inanırsa “örgütlü” mücadele mümkün. Çünkü sendikanın bitirilişinde sadece medya patronlarının değil, onların da katkıları var. Bireysel terfiler, zamlarla kolayca terk edivermişler sendikayı. Ha, sendika kusursuz muymuş? O da tam söylenemez. Fakat şunu biliyoruz ki, gazetecinin sendikayla korunması, haberin de korunması anlamında ve bu basın özgürlüğü açısından çok önemli.
Bir de Internet medyası var, yavaş yavaş onun da bir geçmiş hafızası ve pazarı oluşmuş durumda. Geçen akşam İsmail Küçükkaya Türkiye'de geleneksel gazetelerin yaklaşık 25-30 yıl daha ömürleri olduğunu söyledi. Senin bu konuda bir spekülasyonun var mı? Internet gazeteciliği günümüz gazetelerinin yerini hangi şartlarda alabilir ya da alabilir mi?
İnternet medyası eşyanın tabiatı gereği, geleneksel gazetelerin yerini alacak diye düşünüyorum. 25-30 yıl bile sürmeyebilir. Bugün basılı gazete aldığımda bir gün öncenin haberini okuyorum ki, bu hiç çekici bir fikir olarak görünmüyor. Geleneksel gazetecilik, ancak o konudaki tavrını merak ettiğimiz bir yapıya evrilirse ayakta kalabilir diye düşünüyorum. Yani haber almaktan ziyade o haberi nasıl yorumlamamız gerektiğine ilişkin bir yapıyla. E onu internette de yapıyorlar diyeceksiniz, orası da var. Ancak bugün müziği plaktan dinlemeyi tercih edenler gibi niş bir kitleye hitap eder ileride geleneksel gazete. O da çok nitelikli bir ürün ortaya koymayı gerektiriyor. Bugün mesela, herkesin değil ancak çok nitelikli bulduğum albümlerin –varsa- plak versiyonunu alıyorum, diğerlerini netten de dinlerim olmadı mp3 indiririm diye geçiştiriyorum. Gazete için de aynısı olacak.
Yeni Şafak ve Akşam yakın zamanda IŞİD'i açıkça öven ve Kürtler'e saldırıları meşrulaştıran manşetler attılar. Türkiye'de gazetelere yönelik denetim ve etik mekanizmalarının işlemesi nasıl sağlanabilir? Bu gazetelerin ciddiyet ve muhataplık niteliğini yitirdiği tezine yaslanarak yok saymak mümkün mü?
Denetim ve etik mekanizmaları AKP’den önce de bir sorundu, hâlâ bir sorun. Öyle olmasa 2000’li yıllara kadar “Kürt Sorunu” yokmuş, sadece terör sorunu varmış gibi yayın yapan bir medya olmazdı diye düşünüyorum. Bugünkü yandaş gazeteleri ciddiyet ve muhataplık niteliğini yitirdiği tezine yaslanarak yok sayamayız, ama 90’ların Hürriyet gazetesi gibi bir etkileri de yok, bunu da görmek lazım. Medya mühendisliğini beceremediler çünkü. Kaba inşaat yapar gibi medya müteaahitliği yaptılar o da depremlere dayanıksız bir medya varlığı oluşturdu. Medya mühendisliğini olumladığım anlaşılmasın, o sadece kötü niyete değil biraz zekâya da ihtiyaç duyar çünkü. Orada eksik kalındı. Mühendislik yerine müteaahitlik yapıldı.
Ümit Alan sabahları uyandığında hangi haber kaynaklarını okuyor? Erdoğan'ın baş düşmanı NYT'yi, The Economist'i okuyup ondan akıl alıyor mu örneğin?
Bu soruyu çok havalı bir şekilde, sabah uyanır uyanmaz ilk iş The New York Times, New York Herald Tribune okur, L’Humanite, Le Figaro ve Daily Mirror ile kahvemi içer evden çıkarım diye cevaplamak isterdim. Ama samimi davranmam gerekirse, her gün sıklığında takip etmiyorum dış basını. Özellikle merak ettiğim bir şey varsa bakarım, yerli medya kuruluşlarının saçmaladığını düşündüğümde doğrulamak için bakarım, haber yazış, ele alış tekniklerine, medya sayfalarına, hatta sayfa tasarımlarına bakarım. Ancak düzenli takip etmiyorum. Bunun iki nedeni var. Birincisi; haber okumaktan çok sıkıldım. Uyuşturduğunu ve duyarsızlaştırdığını düşünüyorum. Zaten az olan vaktimin büyük kısmını başka bir ülkede olanlar üzerine düşünerek geçirmek artık biraz lüks geliyor bana, ilk gençliğimdeki kadar hevesle sarılmıyorum yani. İkincisi; Bağlam, o ülkenin bir bağlamı var, o bağlamda yaşamadığım için onların dış politika sayfaları hariç sayfalarından bir tat alamıyorum. Bağlam meselesini daha kabaca açıklamam gerekirse, bakkalla geyik yapacak bir malzeme sağlamıyor bana.
Dünyada NYT ve The Economist dışı medya örnekleri de var. Jacobinmag, Huffington Post gibi temelini farklı entelektüel modellerden alan. Bunları takip ediyor musun? Türkiye'de bir Jacobinmag çıkmamasının sebebi nedir? Entelektüellerin tembelliği mi, "alıcının" sayısal azlığı mı?
Huffington Post ve Jacobinmag’i beğenerek takip ediyorum. Bence çok güzel işler yapıyorlar. Jacobinmag’in tasarımına özellikle bayılıyorum. Bizde neden yok dediğin zaman, söylediğin iki sebebin de geçerli olduğunu düşünüyorum. Kitapta da bahsettiğim biz de ilk gazete bile bir talebe binaen değil, batılılaşma macerasında bir enstrüman arzı olarak hayata geçmiş. Yani güçlü bir talep olduğunu düşünmüyorum. Diğer yandan, biz de özgün içerik oluşturma konusunda öyle bir tembellik var ki, alternatif mecra olarak doğmuş internet yayınları bile bir süre sonra, diğer sitelerden kaynaksız haber iktibas eden yerler haline geliveriyor. Birileri emek verip yapsa, karşılığını alamayacağını biliyor vs. Öyle bir şey yapmak için işi gücü bırakmak gerek, e onu gelir modeline çevirmek de bir hayli zor olduğu için kimse kalkışmıyor. Oysa mesela günlük medya takibi yapan bir site açmak isterim ben, ama hem zaman, hem kaynak gerek. İkisi de yok. Kitabı bile cumartesi-pazarlarımı feda ederek yazdım, çünkü hafta içi hayatımı kazanmak zorundayım.