Arkadaşımsan sevdamsın

Arkadaşlık derin, sevda gücünde bir bağ. Üstelik, arkadaşlığın kendine özgü dilini edebiyatta yakalamak mümkün ve bunu başaran yazarlar da az değil

02 Temmuz 2015 16:00

Guardian gazetesinde Andrew Miller sormuş: Sinema konuyu bu kadar sevdiği halde, edebiyat niçin arkadaşlığa sırt çevirdi?

Gerçekten sırt çevirdi mi acaba, yoksa Miller arkadaşlık konusunda yazdığı romanın reklamını mı yapıyor?

Miller, kendi sorusuna yanıt ararken, ilginç noktalara değinmiş. Aile veya aşk ilişkilerine kıyasla, arkadaşlığı analiz etmenin daha zor olduğu kanısında. Bu bence de doğru. Sonra soruyor: Bizi yakın arkadaşlığa iten şey benzerlikler midir, farklılıklar mı? Rekabet midir, dayanışma mı? İki soruya da, her ikisi de, ama çok daha fazla bir şey diye cevap verirdim.

Sanki arkadaşlığı tam ifade edebilecek dili bulamıyoruz biz yazarlar, diyor Miller; sürekli daha temel ilişkilere gönderme yapıyoruz – ebeveyn ve evlat, yahut kardeş bağlarına benzetilerek ele alınıyor arkadaşlık. Aile ya da aşk ilişkilerine kıyasla, romanlarda arkadaşlığın çoğunlukla ikinci planda kaldığına dikkat çekmiş.

Andrew MillerHalbuki, arkadaşlığın getirdiği o birbirine tanıklık etmek, özgür iradenle seçtiğin bir yakınlığı yaşıyor olmak, hayatı tanımakta ikili bir deney yapıyormuşuz duygusu, bütün bunların çok kendine özgü, tekil ve özel deneyimler olduğunu öne sürmüş. “Arkadaş bir aynadır” diyor. Tamamen aynı fikirdeyim.

Deneyimden yol çıkarak konuşuyor elbette. Kendisi de ikinci romanını bu konuda  yazmış. Sadık İkili (A Faithful Couple) adlı romanda iki erkek arkadaşın hayat boyu süren ilişkisini anlatıyor. Kitapla ilgili okuduğum bir eleştiride, arkadaşlığın portresini sağlam çizmiş, ama kurgusu zayıf diye yazıyordu.

Buna karşın, son yıllarda büyük ilgi çeken İtalyan romancı Elena Ferrante’nin Napoli Dörtlemesi denilen romanlarında, aynı mahallede büyüyen, çocukluktan arkadaş iki kadının serüvenini ne kadar güzel ve etkileyici bir kurguyla ele aldığını biliyoruz; K24 okurları, o kitapların tadını, Yasemin Çongar’ın yazısından hatırlayacaklar.

Ferrante’ye ben de hayranım. Televizyon dizisi izler gibi, dördüncü cilt çıksın diye sabırsızlıkla bekliyorum. Onun romanlarında kadın arkadaşlığı, hem rekabet hem cazibe, hem dayanışma, hem farklılıkların çatışması şeklinde, çok karmaşık bir eksende anlatılıyor.

Bu çelişkili duygular her arkadaşlıkta vardır elbet, ama ben arkadaşlıkta asıl çok daha derin, sevda gücünde bir bağ olduğuna inanıyorum. Üstelik, Andrew Miller’ın öne sürdüğü gibi, bunu aile yahut aşk ilişkilerine gönderme yaparak, türevsel şekilde anlatmanın gerekli olmadığı kanısındayım, arkadaşlığın kendine özgü dilini edebiyatta yakalamanın mümkün olduğunu düşünüyorum.

Her arkadaşlık bir sevda vakasıdır

Bence edebiyat arkadaşlık temasına sırt çevirmedi. Sinemada olduğu kadar sıklıkla ele almıyor olabilir, çünkü “kanka” ilişkileri, hem trajediye hem komediye çok yatkın, kolay gişe yapan senaryolar çıkartıyor. Edebiyat ise, arkadaşlığın temelindeki o çok özel aşkın dile gelebildiği tek yer bence.

Neden aşk diyorum? Çünkü arkadaşlıkta, ailemizin dışında ilk defa bir başkasını sevmenin nasıl bir şey olduğunu anlıyoruz. Bir başkasına sevdalanıyoruz demek daha doğru belki de. Üstelik bu sadece çocukken başımıza gelen bir şey değil. Sonraki yaşlarda da mümkün. Hatta, sonraki yaşlarda, arkadaşlara çok daha bilinçle sevdalanıyoruz bana kalırsa.

Her arkadaşlık, bir sevda vakasıdır. Gönül verme işidir arkadaşlık, gönül birliğidir. Benim görüşüm bu.

Bir insanın kişiliğine, zihnine, yeteneklerine, varlığına duyulan cazibedir arkadaşlık; o cazibe sayesinde, bir başkasıyla empati kurmayı öğrenmektir. Çok farklı yaşta, çok farklı sınıftan veya kültürden insanların arkadaş olabilmesini buna bağlıyorum. Dünyayı paylaşmak, deneyimi birlikte ölçmek, başka bir zihni anlamaya çalışmak, başkasının gözüyle dünyayı görmek boyutu vardır arkadaşlıkta.

Arkadaşlığın aşktan, kardeşlikten, aile ilişkilerinden en büyük farkı, basmakalıp davranış rolleri olmaması. Bir düşünün: Anne ve baba ile çocuklar birbirine nasıl davranmalı, aşkta erkek ve kadının cinsiyet rolleri ne olmalı, bütün bu temel ilişkilerde toplum bize belli rol modelleri dayatıyor, biz uysak da karşı çıksak da, bu rol modelleri hayatı şekillendirmiş bir kere. Ama arkadaşlıkta, hiçbir rol modeli yok.

Arkadaşlıkta şöyle davranılır diye bir toplumsal beklenti bütünü tanımlayamıyoruz, çünkü bildiğimiz bütün kuralların ve beklentilerin dışında cereyan edebilen bir şey arkadaşlık. Yeterince tanımlanamayan, açık bir alandayız. Hayatın en heyecan verici deneyimlerinden birisi olması da buradan kaynaklanıyor zaten.

Mark Twain’in Tom Sawyer’in Maceraları romanında, Tom ile Huck Finn arasındaki arkadaşlık, edebiyatta bunun en iyi örneklerinden birisidir. Tamamen ayrı dünyaların insanı olan bu iki çocuk arasında yeşeren dostluk, toplumun bütün kurallarına meydan okur. İki zıt kişilik birbirini tamamlar.

Miller, yazısında çok daha klasik bir örneğe değinmiş: Homeros’un İlyada destanında Achilles ile Patrocles’in arkadaşlığı. Savaş için yetiştirilmiş bu iki sert, engel tanımaz adamın, aralarındaki mahremiyet ilişkisinde nasıl çocuk gibi mızmızlandıklarını, birbirlerine nazlandıklarını görmek, Patrocles ölünce Achilles’in duyduğu kederi okumak yürek parçalayıcıdır.

Yetişkin iki adamın da, yahut Tom ve Huck gibi yeniyetme iki çocuğun da, aralarındaki bağ aynı derinlikte; hayranlık, şefkat, bazen suç ortaklığı, birlikte macera yaşamak yahut yaramazlık etmek ruhu aynı. Kısacası, her ikisi de birer sevda vakası.

Ve dayanılmaz cazibesi...

Çağdaş edebiyattan bir örnek vermek istiyorum. Dona Tartt çok sevdiğim bir Amerikalı romancı. Okuduğum üç kitabı da arkadaşlık ilişkisini temel alıyordu.

Küçük Arkadaş (Little Friend) zaten adı üzerinde; on iki- on üç yaşlarında, biri kız biri erkek iki çocuğun, bir cinayeti çözmeye çalışırken, macera yaşar gibi girdikleri büyük arkadaşlığı anlatıyor. Gizli Tarih (Secret History) bir grup üniversite öğrencisi arkadaşın arasındaki ilişkiler yumağının beklenmedik bir trajediye dönüşmesini hikâye ediyor.

En çok da, Pulitzer Ödülü alan son romanı Goldfinch’te (Saka Kuşu), kaderin sillesini yemiş ve hayatta tek başına ayakta durmak zorunda olan Theo ile Boris adlı iki genç adamın, en beklenmedik koşullarda başlayan ve gelişen arkadaşlığını ele alıyor.

Bir roman, öksüz kalma trajedisinden, birdenbire uyuşturucu ve sanat eseri kaçakçılığı gerilimine nasıl dönüşür diye sorarken, Theo ile Boris arasındaki uyumsuz arkadaşlığın bu kadar gerilime nasıl dayanacağını merak ediyorsunuz; cevap gene aynı bence, hayatlarının en kırılgan döneminde birbirlerine sevdalanıyor, kısacık bir dönem de olsa, zorluklara birlikte göğüs geriyorlar da ondan. Kolay kopmaz bir bağdır bu. Arkadaşlığın dayanılmaz cazibesi.

Zadie SmithSon yıllarda kadın romancılar da, kadın arkadaşlığına dayalı romanlar yazar oldular. Zadie Smith’in NW Londra romanı, Londra’da aynı mahallede büyüyen iki genç kadının birbirine paralel serüvenlerini anlatırken, Sheila Heti de Bir İnsan Nasıl Olmalı (How Should A Person Be) romanında, bu sefer Kanada’da iki genç kadın arkadaşın, hem de sanatçı iki kadının, hayata bakışlarını ele alıyordu.

Andrew Miller’ın “Romanda arkadaşlık anlatma geleneği zayıf” görüşü giderek gözümüzde zayıflıyor böylece. Kız arkadaşlar ya da yetişkin kadınların arkadaşlığı, batı romanında çok büyük bir gelenek aslında.

Jane Austen’in Aşk ve Gurur romanında, Eliza Bennett ile Charlotte Lucas’ın arkadaşlığı, tam da klasik bir sırdaşlık ilişkisidir. Jane Eyre’in o korkunç yatılı okulda Helen Burns ile yaşadığı kısacık ve tutkulu sevda, romanı baştan sonra aydınlatır. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanında, Clarissa’nın genç kızlığında Sally Seton’a duyduğu sevda, sonradan erkeklerle yaşadığı aşkları gölgede bırakır adeta.

Burada biraz duralım. Arkadaşlık bir sevdadır dedim, ama cinsel aşktan çok farklıdır. Arkadaşlık tutkusunda bazen cinsellik gündeme gelecektir elbet, ama işin aslı değildir. İki erkeğin veya iki kadının birbirine duyduğu yakınlık, cinsel cazibe boyutunu görüp, doğallıkla aşarak da yoluna devam eder. Virginia Woolf eşcinsel eğilimleri olan bir yazardı, ama Clarissa’nın duyduğu sevdayı, her kadın bir başka kadına duymuştur gençliğinde. Bu, erkekler için de geçerlidir. Aynı cinsten kişilerin arkadaşlığı, bence cinsel cazibeyi bazen içeren ama çoğunlukla aşan bir sevda türü.

Erkek- kadın arkadaşlığı konusu biraz daha zor tabii. Çoğu insan mümkün olmadığına inanır. Aralarında cinsel ilişki olsun ya da olmasın, kadın- erkek ilişkilerinin zamanla büyük dostluğa dönüştüğü örnekleri, çok sık olmasa da, hepimiz hayatımızda görmüşüzdür. Edebiyatta ise neredeyse hiç örneği yok.

Genç kızlığımda, Çalıkuşu’nu okuduğum zaman, Doktor Hayrullah’ın Feride ile baba-kız ilişkisi değil, basbayağı bir dostluk ilişkisi kurduğunu düşünmüştüm. Yaş farkı herhalde bu durumu açıklamaya yetiyordu. Şimdilerde, kanka olan erkek- kadın dedektif ikilisi anlatan polisiye romanlar ve filmler dışında, henüz bu tabuyu yıkan yazara rastlamadık.

Ama arkadaşlık anlatma geleneği, edebiyatın çok eski bir geleneği, ona şüphe yok. Kimi eleştirmenler Küçük Prens’in en büyük arkadaşlık romanı olduğunu düşünür. Kimileri, Üç Silahşörler’de Dumas’nın, silah arkadaşlığının çok ötesinde, derin bir arkadaş sevgisini ele aldığına inanır, ki ben de öyle düşünüyorum. Daha da ileri giderek, Don Kişot ile Sancho Pancha’nın ilişkisini gerçek arkadaşlık diye tanımlayanlar da olmuştur. Shakespeare’de Hamlet ve Horatio arkadaşlığı, bir başka önemli örnek.

Putlara tapmak

En baştaki soruya geri dönersek, bence edebiyat arkadaşlık konusuna sırt çevirmediği gibi, gelecekte bu temayı daha çok ele alacak, çünkü her birimizin hayatında en belirleyici ve en önemli ilişkilerin arkadaşlıklar olduğu meydanda.

Marcel Proust, tıpkı aşk gibi arkadaşlığın da bir illüzyon olduğunu söyler, Kayıp Zamanın İzinde romanında; hele sanatçı için, sonsuzluğa hizmet etmek yerine, arkadaşıyla sohbet etmenin büyük bir zaman kaybı olduğunu söyler.

Proust sonsuzluk arayışını gerçek iman edinmiştir, ona kıyasla başka her şeyi puta tapmak gibi görür. Halbuki puta tapmanın, şu kısacık hayatta en keyifli şey olduğunu o da bilir. Aynı romanda, bizi mutlu edenlere minnet duyalım, çünkü onlar ruhumuzda çiçek açtıran bahçıvanlar gibidir, diyor. Bizi en çok mutlu eden kişilerin başında, arkadaşlarımızın geldiğini inkâr edebilir miyiz?

Arkadaşlığın ömür boyu mu sürdüğü, ateş gibi kısacık parlayıp mı söndüğü önemli değil bence. Önemli olan bize kattığı zenginlik. İlişkimiz kısa sürmüş bile olsa, geçmişte sevdalandığım ve arkadaşım dediğim kişileri, her gün gördüğüm insanlardan çok daha kuvvetle yanı başımda hissederim bazen. O nedenle benim arkadaşlık konusunda sloganım belli: Arkadaşımsan, sevdamsın.

O gözle okuyunca, birçok romanda ikinci planda kalmış, alt konu gibi duran nice arkadaşlık ilişkisinin, anlatıda ne kadar önemli bir damar olduğunu belki de şaşırarak göreceksiniz. Toplum bizi, arkadaşlık dediğimiz sevda türünü gölgede bırakmaya koşulluyor, çünkü arkadaşlık otoriteyi sarsabilecek bir bağ olarak görülüyor. Edebiyat da bu gerçeği yansıtıyor elbet. Tanıdığımızı sandığımız edebiyat eserlerinde, bu açıdan gizli kalmış bazı izleri yeniden sürmek, hoş bir başkaldırı olabilir.

Yazının ana görseli olarak, Almanyalı yönetmen Hermine Huntgeburth'un 2012 tarihli Die Abenteuer des Huck Finn adlı filminden bir kare kullanılmıştır.