Bazen kıvılcım düşmez

Arkadaşlık, modern düşünce sistemlerinin hiçbirine uymuyor. İnsanın doğası itibariyle bencil olduğu kabulü üzerine kurulu düşünce biçimleri, cinsel veya maddi çıkar gibi somut karşılık getirmeyen bir ilişki sistematiğini barındıramıyor

02 Temmuz 2015 15:00

Hayatın muzip bir tarafı var sanırım, insanın korktuğu ne varsa başına geliyor. Ben? Yalnız kaldım. Buradan hareketle, kehanet gücü yere göğe sığmayan biri olduğumu söylemek, yetilerimi bir nebze abartmak olur, farkındayım. Zannediyorum insan hiç kabul etmek istemese de zayıf noktalarını içten içe biliyor, nerede tökezleyeceğini duyumsuyor ve yavaş yavaş da kendini buna hazırlıyor.

Bazı ilişkiler kendini bitirdi, nefes almaz oldu. Bazı insanlar onları tanıdığım güne beni pişman etti. Bazı güzel insanlarıysa ben kırdım. Geri dönüşü olmadı. Şimdilerdeyse kimsenin bana zarar verecek kadar yanıma yöreme yanaşmasına izin vermiyorum. İyi de, benim neredeyse, tavukların uçmaya çalışması kadar acıklı bu şahsi başarısızlık hikâyem, insanlığın büyük düşüşünden tamamen bağımsız mıydı?

Yalnızlığın bir fetişizm haline geldiği, adeta kutsandığı kör zamanlarda yaşıyoruz. Hâlbuki düşününce, Antik Yunan’dan bu yana yaygın kabul gören hemen hemen bütün siyasi felsefeler insanın “sosyal bir hayvan” olduğu önkabulü üzerine kurulu. Haliyle bugün içinde yaşadığımız ve kabul edelim ki pek çoğumuzun kaçmak istediği köhnemiş kurumlar da bu veri üzerine inşa edilmiş durumda: Kıt kanaat başımızı soktuğumuz konutlardan devlet gibi baba kurumlara, din endüstrisinden çalışma ekonomisine her şey “sosyalsin sen, sosyal kal” diye çırpınıyor, varlığını bunun üzerine kuruyor.

Bugün şehirli insanın giderek yalnızlığa kaçmasında, yaşamanı sınırlayan- yönelten- kanırtan bütün bu kurumlardan bezmişliğinin ve örtülü bir pasif direnişe geçmesinin payı olduğunu söyleyebilir miyiz? Belki.

Son yıllarda yapılan sosyolojik araştırmalar, -ne demekse- modern insanın hayatında insan etkileşimlerinin yerini elektronik uyarıcıların aldığına işaret ediyor. Mental Health Foundation, geçen yıllarda hazırladığı the Lonely Society başlıklı raporda Britanyalıların yarıya yakınının daha yalnız bir toplumda yaşadıklarını düşündüğünü ortaya koydu. American Sociological Review’da yayınlanan bir başka araştırma ise, toplumdaki bireylerin yarıya yakının ortalama iki arkadaşı olduğunu, çeyreğinin ise hiç arkadaşı olmadığını ele güne duyurdu.

Peki, gerekçe ne? 2000 sonrası yapılan araştırmalar internetin ve sosyal medyanın yaşam pratiklerini değiştirdiği savını taşıyor. Artık herkesin gözü telefonunda, evet. Sohbet edilmiyor, evet. Öte yandan, 2000 öncesi araştırmalar da çalışma saatlerinin uzunluğu ve iş taleplerinin yoğunluğu nedeniyle insanların bir başkasına ayıracak vakti olmadığını öne sürüyordu. 2003’te Fransa’da çalışma saatlerinin haftalık olarak yaklaşık 1.5 saat kısaltılması ve insanların arkadaşlarına ayırdıkları zamanda anlamlı bir değişiklik saptanmaması, bu savı şimdilik çökertmiş gibi görünüyor. Bir şeyler değişiyor, evet ama nedeni ne ola ki?

Sınırlarda kurulan tahakküm

Arkadaşlık, aile ve aşk ilişkilerinin yanında hayatımızda bir yan hikâye unsuru gibi kalıyor. A.D.Miller, Guardian’da yayımlanan Neden Çağdaş Kurmaca Sırtını Arkadaşlığa Döndü başlıklı ve Zadie Smith ile Elena Ferrante gibi nadir örnekler haricinde çağdaş edebiyatta büyük arkadaşlık anlatılarına hiç rastlayamadığımızı vurguladığı yazısında, arkadaşlık kurumunun Homeros’tan bu yana kendine ait bir dil oluşturamadığına da değiniyor. Miller’a göre, günümüz edebiyatında arkadaşlığın enikonu işlenmemesinin arkasında bu terim sorunu da yatıyor. Arkadaşlığa da aile jargonuyla yaklaşıyoruz.

Düşünün, “Kardeşim, kardeşim” diye dolaşan insanların sıklığını. (Bu yazı için araştırma yaparken kendimi bulduğum bazı İslami forumlarda da “Dinimizde arkadaşlık yoktur, kardeşlik vardır” gibi özetlenebilecek tartışmalara denk geldim, ufuk açıcıydı.) Öte yandan, “arkadaşlık” tabirinin de farklı çağrışımları getirdiğini söyleyebiliriz. Eskiler hâlâ özellikle resmen tanınmamış ve sanırım ekseri çok da onaylamadıkları sevgililik ilişkilerinden sözü açarken, hep “arkadaş” der: “Onlar da nişandan önce üç yıl arkadaşlık etti,” “A, Selime Hanımların kızının çok beyefendi bir arkadaşı var, iki yıldır geziyorlar,” “Murad, şöyle güzel, hanım hanımcık bir arkadaşın yok mu?” (Link: ananem.)

Haksız değiller, arkadaş tanımımız, bu tanımın içini doldurma şeklimiz sıkıntılı.

Gerek klasik metinlerde gerekse yaşamın daha görünür çehresinde yaşanmış büyük arkadaşlıkların okuması, ne zamandır genellikle homoerotik altmetnin keşfi veya tamamen reddiyesi üzerine kurulu oluyor. Şems- Mevlana, Kanuni- Pargalı’yı düşünün. Yeter.

Bunda muhakkak yazarların (veya yaşayanların) yasak olanı üstü kapalı da olsa anlatma dürtüsünün de payı vardır. Özünde bir arkadaşlık anlatısı olmayan metinlerin, bir arkadaşlığın anatomisini çıkarırcasına sunulması veya markelenmesi, kuşkusuz arkadaşlık algımıza da darbe vuruyor. Arkadaş; arkadaşı uğruna elinden geleni ardına komayan, sorgusuz sualsiz saçını süpürge eden, gerekirse Kaf Dağı’nın ardına dere tepe düz giden ve yine de ah bile demeyen, canını seve seve- bin kere feda eden bir ucube.

Bakınız Türkçede arkadaş kelimesine atfedilen yaygın halk etimolojisine: Eski Türkler cenk ederkene, sırtları ekseri büyük kayalara gelecek şekilde mevzilenir, böylece kahpe düşmanın arkadan saldırmasını önlerlermiş. Gel zaman git zaman, cenk sahasında o ötekine arka veren, hani kaya olurum yollarında diyene “arkadaş” denir olmuş. Fonda bir kurt sürüsü uluyor avaz avaz. Şimdi benim diyen ilişkilenme biçimi, bu tarife nasıl sığsın? Ben Facebook’taki 500 küsur arkadaşıma nasıl arkadaş derim? Hangi biri benimle Orta Asya steplerinde kurt postlarına bürünüp cenk meydanında affedersiniz arkamdaki daş olur? Geçiniz.

Bana arkadaşlığı anlat Aristo

Peki, nedir arkadaşlık? Bilsem, yalnız olmazdım zaten. Literatüre bakalım…

Ronald A. Sharp, Friendship and Literature adlı hayli övgü alan çalışmasında, arkadaşlığın 20’nci yüzyıl sonrasında üretilen edebiyat eserlerinde öyle hak ettiği “birinci sınıf bir muameleyi” göremediğinden yakınıyor. Sharp’a göre, arkadaşlığa hak ettiği değeri veren isimler “…Aristoteles, Montaigne, Emerson ve daha pek çok isim…”

Montaigne dedik, zat-ı muhterem Denemeler’inde arkadaşlık denilen ilintinin “çokluk bir rastlantı ya da zorunlulukla” edinildiğini söylerken, Etienne de la Boetie ile o “başka türlü” arkadaşlığını “…ruhlar o kadar derinden uyuşmuş, karışmış, kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip süpürmüş ve artık bulamaz olmuşlardır” olarak tanımlar. Aristoteles deseniz, arkadaşlığın “devletleri bile birarada tutabileceğini” sayıklar, hatta arkadaşı olmayan bireyin yaşama hakkını görmezden gelir. “Arkadaşı olmayan adam, her şeye sahip olsa da, yaşamak istemeyecektir” der. Kusura bakmayın, ister istemez kişisel algılıyorum.

Şimdi, böylesi ideal bir ilintilenmenin günümüzde karşılığı olabilir mi?

David Bolotin, Plato’s Dialogue on Friendship kitabına yazdığı önsözde arkadaşlık üzerine felsefi tartışmalar okumak isteyenlerin antikiteye, klasik metinlere bakmasını salık veriyor ve ekliyor: “Arkadaşlık, modern düşünce sistemlerinin hiçbirine uymuyor.” İnsanın doğası itibariyle bencil olduğu kabulü üzerine kurulu düşünce biçimleri, cinsel veya maddi çıkar gibi somut karşılık getirmeyen bir ilişki sistematiğini barındıramıyor. Ekonomimiz de öyle.

Dünya Arkadaşlık Günü diye bir gün olduğundan haberdar mısınız? Yıllardır herkesin “aman canım, insanlara para harcatma tuzağı” diye diye eleştirmekten keyif aldığı sevgililer, anneler, babalar, öğretmenler vs günlerini unutmamamız için debelenen piyasa ekonomisi de, “Arkanızdaki daş’a, yepyeni bir Porsche” (aslında kafiyeli) gibi reklam kampanyaları hazırlamıyor. Neden? Alıcısı yok.

Yazının başlarında sözünü ettiğim A.D.Miller, çağdaş edebiyatçının arkadaşlığa sırtını dönmesinden yakınırken, ideal arkadaşlık anlatısı olarak İlyada’dan Akhilleus ile Patroklus’u ve Eski Ahit’ten Davud ile Yonatan’ı gösteriyor. Kim bunlar? Bir kez daha, öteki için canını feda etmeye hazır, gözükara, yiğit, korkusuz insanlar. Bir kez daha, homoerotik çağrışımları göz ardı edilerek okunması bir hayli çaba gerektiren metinler.

Derrida’yı iştahla yanlış yorumlama pahasına söyleyelim; nostalji kötüdür, kaçınınız. Arkadaşlığı allayıp pullamanın, zihnimizde hayatın da üstünde bir yere yerleştirmenin, bir feda kültü yaratmanın anlamı yok. Düşünürler yıllarca bunu yaptı, edebiyat yıllarca bunu yaptı. İnsanın büyük düşüşü, demiştim. Değil. Yeni bir biçimlenme.

The Meaning of Friendship kitabının yazarı Mark Vernon, “Daha iyi maaşlı bir iş için binlerce kilometre öteye gitmeyi, hatta başka kıtalara taşınmayı göze alırken, bugün kaç birey hayatındaki en önemli şeyin arkadaşlık olduğunu iddia edebilir” diye sorar.

Tanımlar, tahakkümü de beraberinde getiriyor. Arkadaşlık şöyle olmalıdır, arkadaş dediğin böyle olur dediğinizde gerçekte karşılığı bulunmayan kıstaslar üzerinden bir ilişkiyi, bir ihtimali yani, daha en başta hapsetmiş, sınırlandırmış oluyorsunuz. Hayat kurallarınıza sığmıyor. Artık edebiyat da…

Ne zamandır dünyanın yüklü beyinleri, insanın son sınırının, yeni keşiflere gebe o en bakir alanın uzay mı yoksa sualtı mı olduğu üzerine harıl harıl tartışıyor. ÖSS’de fizikten full çekmiş biri olarak şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, insanın son sınırı daima insan olarak kalacak. Tasalanmayın, gerisini zaten Fuat Avni günün birinde açıklayacaktır. Fakat o güne dek, “uğraşmak, aramak, bulmak ve teslim olmamak için” teamüllerimizin dışına çıkmayı göze almaktan başka bir şansımız yok.

 

Yazının ana görseli olarak, Gavin Hamilton'ın 1760 ila 1763 arasına tarihlenen Patroklus'un Ölümüne Yas Tutan Akhilleus adlı tablosundan detay kullanılmıştır. Akhilleus, herhalde tam da bu sıralarda "Babam ölse, bu kadar acıtmazdı canımı" diyecektir.