Eski bir soruya yeni yanıt: Türkiye neden otoriter?

Halil Karaveli'nin yeni kitabı Türkiye Neden Otoriter: Atatürk'ten Erdoğan'a, bu köklü soruya gölgede kalmış bir yaklaşımla, sınıf analiziyle yanıt arıyor...

20 Eylül 2018 13:26

Türkiye neden bu kadar otoriter? Neden zaman geçtikçe demokratikleşeceğimize daha da otoriterleşiyoruz?

Yakın bir tarihe kadar bu soruya merkez-çevre teorisine dayalı yanıtlar vermek âdettendi. Özetleyecek olursak, merkezdeki elitler, çevredeki avamı kontrol altında tutmak için otoriterliği tercih etmişlerdi… Otoriter siyaseti böyle açıklayınca çevre, merkeze karşı demokrasiyi temsil etmiş oluyordu.

Son 10 yıl, pek çok şey gibi bu teorinin de aşınmasına neden oldu. Çevre nihayet merkeze gelmiş ama hikâye umut edildiği gibi mutlu sonla bitmemişti. Merkezi ele geçiren çevre, eski elitlerin otoriter siyaset yöntemlerini benimsemiş, hatta görülmemiş noktalara çıkararak, 80 yılda demokrasi adına oluşturulabilmiş ne varsa tahrip etmişti.

Öyleyse yeniden soralım: Türkiye neden otoriter? Halil Karaveli’nin Pluto Press tarafından yayımlanan kitabı Türkiye Neden Otoriter: Atatürk'ten Erdoğan'a (Why Turkey is Authoritarian: From Atatürk to Erdoğan), bu köklü soruya gölgede kalmış bir yaklaşımla, sınıf analiziyle yanıt arıyor.

Sınıf analizi geçmişte Perry Anderson gibi yabancı, Sungur Savran gibi yerli yazarlar tarafından Türkiye'yi anlamak için kullanılmıştı. Ama onların çalışmaları merkez-çevre yaklaşımının gölgesinde kalmış, özellikle Batı’da akademik ve gazetecilik çevrelerinde etkili olamamıştı.

Halil Karaveli, kitabı yazmasının nedenlerden birinin, Türkiye’nin Batı’da ısrarlı biçimde yanlış anlaşılmasından duyduğu hayal kırıklığı olduğunu söylüyor. Türkiye tarihinin, İslamî geleneklere bağlı toplumun laiklikle çatışmasından ibaret olduğu yorumunun Batı'da genel kabul gördüğüne dikkat çeken Karaveli, gerçekte bu iki kesimin bir madalyonun iki ayrı yüzü olduğunu savunuyor. Karaveli'ye göre, laik elitler de İslamî gelenekselciler de son kertede burjuvazinin çıkarlarını temsil ediyorlar...

Why Turkey is Authoritarian, Halil Karaveli, Pluto BooksSınıfsal analizin gölgede kalmasının sebeplerinden biri, kapitalizmin Türkiye’de geciktiğine, buna bağlı olarak burjuvazinin siyaset sahnesinde varlık gösteremediğine dair yaygın inanıştır. Oysa Çağlar Keyder[1], Karen Barkey[2] gibi araştırmacılar, burjuvazinin bulunduğumuz coğrafyada erken denebilecek bir tarihte boy gösterdiğini ve dahası, 19. yüzyılda devletle rekabete girecek kadar palazlandığını ortaya koymuşlardı. Karaveli kitabına, bu çalışmalar ışığında, Osmanlı’nın son döneminde yaşanan sınıfsal çatışmalara göz atarak başlıyor. Bu kapsamda, bu dönemde yaşanan ve etnik gerilimlerin birer sonucu gibi görünen çatışmaların arkasındaki sınıfsal gerilimlerin geniş bir özetini çıkartıyor.

Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk döneminde izlenen sermayenin Türkleştirilmesi ve Müslümanlaştırılması politikası, burjuvazinin etnik bileşiminde değişime yol açmıştı. Özellikle Ermenilerin mallarının yağması, yerli burjuvazinin sermaye birikiminde önemli bir rol oynadı. Karaveli, bu süreci “kurucu suç” olarak adlandırıyor.

Türkiye tarihinin kritik dönemeçlerinde burjuvazinin oynadığı rol, kitapta detaylı biçimde inceleniyor. Bu açıdan askerî darbeler özel bir önem taşıyor. Karaveli, 1960, 1971 ve 1980 darbelerinin, burjuvazinin çıkarlarını korumak üzere gerçekleştirildiğini belirtiyor. Karaveli’ye göre 1960 darbesi, büyük sanayicilerin önündeki engelleri temizlemiş, 1971 ve 1980 darbeleri işçi sınıfı mücadelesinin yarattığı tehditleri bertaraf etmiş, 28 Şubat 1997 "postmodern darbesi" ise büyük burjuvaziyi tehdit eden “yeşil sermaye”yi hedef almıştı.

İki fraksiyonun buluşması

Türkiye’nin AKP idaresi altındaki son 15 yılı da geçen yüzyıla damgasını vuran temel örüntüden farklı değil. Hatta son 15 yıl, burjuvazinin iki farklı fraksiyonunu, büyük burjuvazi ile Anadolu burjuvazisini aynı parti ve aynı politika almaşığı etrafında buluşturmuş olması nedeniyle, sınıfsal analiz açısından özellikle anlamlı.

Halil M. KaraveliAKP’yi içinden geldiği Millî Görüş geleneğinden farklı kılan temel özellik, küresel kapitalizm ile kurduğu ilişkiydi. Millî Görüş hareketi geçmişte, temsilcisi olduğu Anadolu sermayesinin çıkarları doğrultusunda bir tür ekonomik milliyetçiliği ve anti-emperyalizmi savunmuştu. Aradan geçen sürede Anadolu sermayesi küresel ekonomiye eklemlendi. Böylece İstanbul merkezli büyük burjuvazi ile Anadolu’daki orta boy işletmeler aynı ideoloji, neoliberalizm etrafında buluştular. AKP bu açıdan, en azından başlangıçta, burjuvazinin yekpare temsilcisiydi. Karaveli kitapta bu süreci şöyle anlatıyor: “Anadolu’daki küçük ölçekli iş adamları ve sanayiciler başlangıçta büyük burjuvaziyle anlaşmazlık içindeydi. Anadolu’daki girişimciler, büyük şehirlerdeki holdinglerin devletle kurduğu türden kazançlı ilişkilere ve krediye erişimlerine sahip olmadıkları için sistemik açıdan dezavantajlı pozisyonda olduklarını hissediyorlardı. Bu, Türkiye’nin dışarıya kapalı ekonomik yapısında devletin önemli rol oynadığı 1960’lar ve 70’lerde geçerliydi. Maddî çıkarlar ile burjuvazinin taşra ve şehir fraksiyonlarının kültürel dış görünümdeki farklılıklar bir araya gelerek, bu çatışmaya ‘kültür savaşı’ görünümü vermişti: Toplamsal ve dinî açıdan muhafazakâr olan taşra orta sınıflarının hayal kırıklığı ‘doğal olarak’ ‘İslamî’ terimlerle ifade ediliyordu çünkü bütün ayrıcalıklara sahip olan kent burjuvazisi ‘Batılılaşmıştı.’ … Ama zaman içinde devletin destek verdiği kapitalist gelişme, Anadolu şehirlerinde dinsel muhafazakâr bir küçük burjuva sınıfının doğmasına yol açtı. … AKP, Refah Partisi’nin yapmayı başaramadığı şeyi yaptı: Hâkim sınıflar ve fraksiyonları arasında birlik sağladı. Burjuvazinin bir araya gelmesini sağlayan şey, son kertede neoliberal küreselleşmeydi. Neoliberal küreselleşme, burjuva birliğini Anadolu iş adamları ve sanayicilerin perspektifleri ile çıkarlarını değiştirerek sağladı. Şimdi onların çıkarları, İstanbul burjuvazisiyle ortaklaşmıştı.  … Türkiye’nin ‘laik’ burjuvazisi gibi ‘İslamî’ burjuvazi de Amerika liderliğindeki kapitalist dünya düzeninin parçası olmak istiyordu.”

Erdoğan da zaten, bu dönemde Türkiye’yi yabancı sermayeye dost ve dünya ile daha sıkı iş birliği kuran bir ülke hâline getirmek istediklerini söylemişti.

Peki, İstanbul merkezli burjuvazi AKP’yi desteklemeye nasıl ikna olmuştu? Karaveli, 1999 yılında Bülent Eczacıbaşı’nın evinde verilen ve İstanbul sermayesinin önde gelen isimlerinin katıldığı bir yemeğe atıfta bulunuyor. Erdoğan bu yemekte, “Turgut Özal’ın bıraktığı yerden devam edeceğim” demiş ve neoliberalizm ile kültürel ve dinsel muhafazakârlığın bir karışımını önermişti. Karaveli’ye gör,e büyük patronlar dinsel gelenekler ile ‘maneviyatın’, işçi sınıfını uyuşturmak yoluyla kendi çıkarlarına hizmet edeceğini anlamışlardı…

Toparlayalım, demek ki, Türkiye tarihini, başrolünü burjuvazinin üstlendiği bir sermaye birikimi süreci olarak okumak mümkün. Ama bunun bir istisnası var: Karaveli’nin kitabının önemli bir kısmını ayırdığı 1970’ler.

Kaçırılmış fırsat

Akdeniz’de yer alan İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerin otoriter siyasetten demokrasiye geçişlerinde sosyal demokrat ve sosyalist partiler öncü rolü oynamıştı. Bu fırsat 1970’lerde Türkiye’nin de ayağına geldi.

Ama 1970'lerde Ecevit önderliğinde yükselişe geçen sol hareketin burjuvazinin yaşamsal çıkarlarına tehdit oluşturması, hâkim sınıflar cephesinde alarm zillerinin çalmasına yol açtı. TÜSİAD’ın yürüttüğü ilan kampanyası, CHP hükümetinin iktidardan düşmesinde etkin rol oynayacaktı.[3]

Burjuvazi, Ecevit liderliğindeki solla mücadele için faşist milislerden de yararlanmıştı. Bu iş birliği, Türkiye'de burjuvazinin otoriter niteliğinin göstergelerinden biri olarak tarihe geçecekti. Bu dönemde sadece faşist milisler değil, İslamcılar da, burjuvazinin çıkarlarının korunması için sola karşı canla başla mücadele etmişlerdi.

Ecevit’in Batı ittifakı dışında dostlar araması, Yugoslavya ve Romanya ile daha yakın ilişki kurmayı denemesi ve Amerika’ya, Sovyetler Birliği üzerinde casusluk yapacak U2 uçaklarının Türkiye’deki üslerden kalkış iznini vermemesi[4], 1980 darbesinin önünü açacaktı. Zira Karaveli'nin belirttiği gibi, burjuvazi ile Amerika tarafından desteklenmek, Türkiye'de darbelerin başarılı olması için gerekli ve yeterliydi.

Karaveli'ye göre, Ecevit’i kendinden önceki ve sonraki sosyal demokrat liderlerden farklı kılan ve onun başarısına zemin oluşturan özellik, elitler ile halk arasındaki dikotomiyi reddetmesi, siyasetin merkezine laiklik gibi kültürel meseleler yerine alt sınıfların ekonomik meselelerini yerleştirmesiydi. Ecevit’in başarısı, Karaveli’ye göre, solun, halkın yanındaymış gibi görünerek kitleler üzerinde hegemonya kurmuş olan sağın (Menderes-Demirel-Erdoğan çizgisi) siyasal üstünlüğünü yıkabileceğini gösterdi. 

Ama bunun tersi de doğruydu; Türkiye aynı zamanda, solun toplumsal meseleleri görmezden gelmesi ve sadece kültürel meselelere odaklanması durumunda neler yaşanabileceğine dair iyi bir örnekti de.

İlerleyen yıllarda Avrupa’da sosyal demokrat partiler ve ABD’de Demokratlar, Türkiye örneğinden çıkan dersleri göz ardı ederek alt sınıfların gündeminden kopacak ve dünyada “meydan,” Trump gibi aşırı sağcı yabancı düşmanlarına kalacaktı…

 

 
[1] Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Çağlar Keyder, İletişim Yayınları
[2] Farklılıklar İmparatorluğu Osmanlılar, Karen Barkey, Versus Kitap
[3] TÜSİAD, Ecevit başbakanlığındaki azınlık hükümetinin izlediği ekonomik politikalara karşı 1979 yılında “Gerçekçi çıkış yolu” başlığıyla yayımlanan gazete ilanlarıyla muhalefet etmişti. Dönemin en büyük ajanslarından Manajans’ın yöneticisi Ege Ernart tarafından hazırlanan ilanlar büyük yankı uyandırdı. 1979 Ekim’inde yapılan ara seçimleri muhalefet kazanınca, Başbakan Ecevit istifa etti.
[4] Ecevit, ABD’nin Sovyetler Birliği’nin nükleer silahları sınırlandıran SALT 2 Antlaşması’na uyup uymadığını Türkiye’den kalkacak casus U2 uçakları ile denetleme talebini 1979 yılında reddetmişti.