Verili eserlerden yola çıktığımızda, Türkiye edebiyatında ayrımcılığı, ötekileştiriciliği yadsıyan dilin bir süreklilik kazandığı, göreli de olsa, toplumsal farklılıklara yönelik bir farkındalık düzeyine erişilmeye başlandığı görülmektedir
07 Ocak 2016 13:20
Geçmişten günümüze hemcinsler arası cinsel ilginin, arzunun ve aşkın izlerini farklı kültürlerde, değişik coğrafyalarda ve türlü görünümleriyle takip edebiliyoruz. Eski çağlarda savaşçı Keltler’den Mezopotamya’ya, Afrika kabilelerinden Japonya’ya dek hemcinsiyle cinsel ilişki ve birliktelik kuran erkeklerin ve kadınların, kadınsı görünümdeki tapınak görevlilerinin, hemcinsiyle cinsel yakınlık kuran büyücülerin varlığını biliyoruz. Yetişkin erkeklerin cinsel deneyimlerinden “yararlanmak” adına genç erkeklerin onlarla ilişkiye sokulduğu Eski Yunan’da ve Roma’da hemcinsler arasındaki cinsellik yaş, sınıf, konum ve servet farkına dayalı olarak belirli kurallarla ve yaygın bir biçimde yaşanmaktaydı. Keza kadim Anadolu’nun savaşçı kadınları Amazonları; yine Lesbos ve Sappho’nun yolunun takipçilerini, Japon samurayları, Hint hijraları da örnek gösterebiliriz. Bu çerçevede karşımıza çıkan hemcinsler arasındaki cinsellik oğlancılık, sevicilik, sodomizm; kadınsı erkekler, erkeksi kadınlar; hadımlar gibi türlü görünümlerle çeşitlenmektedir.
Hemcinse duyulan cinsel ilgiden, arzudan ve şehvetten söz ediyoruz. Bu anlamda eşcinsellik teriminin ortaya çıkışı, hemcinse yönelik cinsel ilgi, arzu ve edimin bir cinsel kimliğe dönüşmesi dönemine denk gelmektedir. Bu yazıda, Türkiye edebiyatında eşcinsellik bu tarihsel ve toplumsal bağlamda ana hatlarıyla ele alınmaktadır.
Türkiye edebiyatında kadınlar arasındaki eşcinsellik zararsız görülmüş ve görmezden gelinmiştir. Kadın eşcinselliği bir döl israfı söz konusu olmadığı gibi, soyun devamını ve üremeyi engelleyecek bir durum oluşturmaması nedeniyle, eril bir düzende önemsenmemiştir, diyebiliriz. Oysa aynı şey erkek hemcinsler arasında söz konusu olunca dinsel ve kamusal yasalar, örfler ve âdetler devrededir.
Türk divan edebiyatında hemcinsler arası ilişki, ağırlıklı olarak hemcinsine ilgi duyan erkekler özelinde betimlenmiştir. Gerek Anadolu’da beylikler döneminde, gerekse Osmanlı’da Arap ve Fars edebiyatının etkisiyle şekillenen divan edebiyatında tüysüz-türüzsüz genç erkeklerin bedensel güzellikleri betimlenmiş, genç erkeklerin işveleri ve nazları, can yakışları işlenmiştir. Hamamlarda tellaklık, mesirelerde ve eğlencelerde köçeklik, meyhanelerde ve özel sohbetlerde sâkilik yapan gençler gerek yaşıtlarının, gerekse yetişkin erkeklerin ilgilerinin odağındadır. Beylikler dönemi ile Osmanlı döneminde önemli devlet adamlarının ve şairlerin divanlarında sâkiler ve mahbuplar çeşitli yönleriyle betimlenerek yer almaktadır. Tarihçi Halil İnalcık’ın Has-Bağçede 'Ayş u Tarab adlı kitabı bu konuda zengin örnekler ve metinler içermektedir.
Genç erkeklere yönelik tutku halk edebiyatında da görülmektedir. Köroğlu Destanı’nda Köroğlu’nun gözüne kestirdiği gençlerin peşine düşerek onları dağa kaldırışı anlatılır.
Klasik dönem Türkiye edebiyatında “tezkire” türündeki eserlerde devrin şairlerinin hayatları, ilgileri, becerileri ve mahrem hayatları ile ilgili ayrıntılara yer verilmiştir. Bunlar arasında bazı devlet adamlarının ve şairlerin cinsel ilgilerine dair bilgiler bulunmaktadır.
“Sâkinâme” ve “sûrnâme” türü eserlerde ise devrin eğlence hayatı betimlenmiştir. Bu eserlerde; kutlamalar, düğünler, merasimler ve türlü karşılamalarda mahbuplar, sakiler ve köçekler cazibeleriyle başköşededirler.
XVI. yüzyıla tarihlenen, Gazali’nin (Deli Birader) bahnâme türünde kaleme aldığı Kitâb-ı Dafiu’l-Gumûm… müstehcen bir kitap olarak, hemcinsiyle ilişkiye giren erkeklerle ve oğlancılarla (kulamparalık ve lûtilik) ilgili bazı öyküleri barındırmaktadır. Eser yazıldığında büyük tepki toplamıştır. Yalnız kitap değil, yazarı Gazali de, hemcinsleriyle kurduğu ilişkisi ve yaşantısıyla halkın nefretini çeken biriydi.
1686 yılında Hamamcılar kethüdası Derviş İsmail’in kaleme aldığı Tellâknâme-i Dilkûşa’da ise devrin ünlü tellakları belirgin özellikleri, güzellikleri ve türlü maharetleri ile okuyucuya anlatılmıştır. Yazarının, genç erkeklere ilgisi ve kullandığı dil dikkatten kaçmamaktadır.
Derviş Abdullah’ın 1741-1742 yıllarında kaleme aldığı Risâle-i Teberdâriye Fî Ahvâl-i Darüssaade’de de, Eski Saray’da görevli hadımların ve içoğlanların “çarpık” cinselliklerine ilişkin bazı ilginç ayrıntılar aktarılmıştır.
XVIII. yüzyıl Türkiye edebiyatında, eserlerinde hemcinsler arasındaki ilişkilere yer veren isimlerden biri de Enderunlu Fazıl’dır. Hubannâme adlı eserinde farklı memleketlerden oğlanların bedensel güzelliklerini anlatmıştır. Zenânnâme’de ise yine farklı memleketlerden kadınları çeşitli yönleriyle betimlerken sevicilere de yer vermiştir.
Hemcinsler arası cinsel ilgiyi, arzuyu ve şehveti seyahatnameler ile hatıra kitaplarında da görmekteyiz. Elbette abartılı anlatımlarına oldukça dikkat ederek Evliya Çelebi’nin ve birtakım önyargılarını bilerek Busbecg’in seyahatnamesinde devrin zevk anlayışı ve eğlence hayatı ile ilgili bazı ayrıntıları bulmak mümkündür. Aynı şekilde farklı tarihler ile dönemlerde yabancı elçilerin ve seyyahların kaleme aldıkları seyahatnamelerde de birtakım öğelere rastlamaktayız. Köçekler, mahbuplar, kadınsı genç erkekler, hemcinsleriyle fuhuş yaparak para kazanan gençler bunlar arasındadır.
Son dönem Osmanlı devlet ve tasavvuf hayatından kişilerin yazdıkları hatıralarda da, gerek kendileriyle, gerekse çevreleriyle ilgili olarak hemcinsler arasındaki ilgiye ve aşka dair bazı olaylar ve öyküler nakledilmektedir. Bu kapsamda Mevlevi Aşçı İbrahim Dede’nin, Hafız Hacı İlyas Ağa’nın ve Dr. Rıza Nur’un hatıralarını örnek verebiliriz.
Meşrutiyet döneminin getirdiği göreli özgürlük ortamının ve Batı’dan gelen düşünce akımlarının Osmanlı’da siyaseti olduğu kadar, sanat, kültür ve edebiyat hayatını etkilemesi sonucu eserlerde cinsel kimlikler de işlenmeye başlamıştır.
Ahmet Rasim’in kadın eşcinselliğini işlediği ve Meşrutiyet arifesinde, 1898 yılında yayımladığı Hamamcı Ülfet bu anlamda bir öncü eser niteliğindedir. Mehmet Rauf da, 1910 yılında yayımlanan Bir Zambak Hikâyesi ile kadın eşcinselliğini işlemiştir. Baha Tevfik, aynı yıl yayımlanan “Aşk, Hodbinî” ile “Ah Bu Sevdâ” adlı iki öyküsünde eşcinsel karakterlere yer vermiş ve bu karakterler üzerinden eski düzene eleştirilerini yöneltmiştir. Baha Tevfik’in değindiğimiz her iki öyküsünü de günümüz harfleriyle Eşcinselliğin Toplumsal Tarihi kitabımızda tam metin olarak okuyucuya sunduk. Değindiğimiz bu eserler Türkiye edebiyatında öncü bir işlev görmüşse de, sonrasında bir devamlılıktan bahsedemiyoruz. 1908’de ilân edilen Meşrutiyet ile gerçekleşen göreli özgürlük ortamının, yerini baskıcı bir döneme bırakması, iç ve dış siyasal ve askerî nedenler, basına uygulanan sansür, başlatılan soruşturmalar ve özgürlükleri kısıtlayan yasalar ve yasaklar bu kesintinin nedenleri arasında sayılabilir. Bütün bunlar karşısında elbette sanat ve edebiyat alanında cinselliğin birinci planda yer alması beklenemez.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Nahid Sırrı Örik’in eserlerinde bu anlamda eşcinselliğe belirli belirsiz göndermeler yer almakta ise de, bu dönemdeki eserlerin ana teması din, Osmanlıcılık ve vatanperverliktir.
Cumhuriyetin ilânı sonrası eşcinselliğin edebiyattaki izleri yeniden sürülebilmektedir. Fakat yine de, eşcinselliğin açık şekilde işlendiğini söylemek güçtür. Cumhuriyet tarihinin ilk çeyrek diliminde edebiyatta eşcinsellik oldukça silik şekilde işlenir. Dönemin esas vurgusu erkeklik ve kadınlık ile yurttaşlık üzerindedir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve dönemin bazı yazarlarının gözünde dizginsiz cinsel hayat, erkek ve kadın eşcinselliği yıkılmış köhne bir imparatorluğun yüksek tabaka artıklarının, Rumların, Ermenilerin ve Levantenlerin ahlâk ve karakter düşüklüğü olarak gösterilmektedir.
1960’lardan itibaren eşcinsellik edebiyatta yeniden görünürlük kazanmaya başlamıştır. Bilge Karasu 1963 yılında yayımlanan ilk kitabı Troya’da Ölüm Vardı ile yoğun imgelerle eşcinsel sevgiyi işlemiştir. Sait Faik Abasıyanık ise bu dönemde, gerek cinsel kimliği, gerekse eserlerindeki karakterleri ve üslubu ile diğer yazarlardan ayrı ve özel bir konumdadır. Alemdağ’da Var Bir Yılan’ı bu anlamda örnek gösterebiliriz.
Tarihsel romanlarıyla Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı dönemi zevk anlayışını, eğlence ve gündelik hayatını betimlerken, yeri geldikçe eşcinselliğe, oğlancılığa, seviciliğe ve hadımlara da değinmiştir. Fakat bazı eserlerinde kimi tarihî şahsiyetlerle ilgili mahbupperestlik, lûtilik iddialarına şiddetle karşı çıkmıştır.
Kemal Tahir, eşcinselliğe bakışı ile Yakup Kadri’lerin tutumunu sürdürmüştür. 1967 yılında yayımlanan Devlet Ana adlı romanında, eşcinselliği Türkiye kültüründe yeri olmayan ve ecnebîlere mahsus bir süfliyet olarak görür.
1968 yılında farklı ülkelerde başlayan siyasal ve toplumsal hareketler kısa sürede Türkiye’de karşılık bulurken, aynı yıl ABD’de Stonewall baskını ile başlayan ve kısa süre içinde Avrupa’yı da etkileyen cinsel/eşcinsel özgürlük talepleri gereken ilgiyi ve karşılığı bulamamıştır. Özellikle cinsellik söz konusu olduğunda, dönemin Türkiye’sinde sağ ve sol hareketlerin ortak bir tutum içinde oldukları söylenebilir. Türk sağının bilindik tutumu bir kenara, Türkiye’de solun eşcinselliğe yönelik tutumu sınıfsal gerekçelerle ifadelendirilse de, yerleşik ve geleneksel ahlakçı tutumdan bir farklılık arz etmez. Siyasal, toplumsal ve ideolojik gerekçeler bir kenara, kuşkusuz bunda solun temel kaygısı, cinsel özgürlük taleplerinin yoksul halk ve emekçi kitleler arasında bir tepkiye neden olabileceğidir. Yine karşı taraftan gelebilecek bir “ahlaksızlık” yaftasının önünü almaktır. Bu dönemde Attilâ İlhan, Hangi Seks (1976) kitabıyla karşımızdadır. Attilâ İlhan, kitaptaki denemelerinde, erkek ve kadın eşcinselliği ile transvestizmi toplumdan ayrıksı tiplerin, dar ve yozlaşmış çevrelerin konusu olarak yansıtır.
1980 yılına gelindiğinde, 12 Eylül darbesi toplumsal, siyasal ve ideolojik olan her şeyin, siyasal/toplumsal kazanımların üzerinden âdeta silindirle geçmiş, işkenceler, tutuklamalar, infazlar, idamlar ve kayıplarla toplumu sindirmiş, apolitize etmiştir. Siyasal, ideolojik ve toplumsal olan her şeyden uzaklaşılmış, bireyselciliğin önü açılmış, bireysellik âdeta dayatılmıştır. Hayatın her alanı üretilen millilik (millî ahlâk, millî kültür, millî sanat vs.) algısıyla yeniden düzenlenmiş ve biçimlendirilmiştir. Bunun dışında kalan, farklılık ve karşıtlık arz eden her şeyin tasfiyesine girişilmiştir. Eşcinsellik ve eşcinseller de bu dönüşümden payını almıştır. Eşcinsellik, Türk örf ve âdetleri ile millî ahlâkı çerçevesinden bir hastalık olarak, eşcinseller de ıslah edilmesi gereken unsurlar olarak görülmüştür.
Eşcinsellere yönelik karşıt tutum ve kullanılan dil kısa sürede toplumsal karşılığını bulmuştur: Eşcinseller günlük yaşamda şiddete maruz kalmakta, gazetelerde yayımlanan fotoğraflarıyla teşhir edilmekte, açık şiddete maruz kalmakta ve hatta şehir dışına sürgün edilmekteydiler. Döneme damgasını vuran bu karşıt tutum ve söylem toplumsal alanda olduğu gibi, edebiyatta da karşılığını bulacak, eşcinsellik bir tehdit ve karalama aracı olarak siyasal amaçla kullanılacaktır. Necmi Onur’un kaleme aldığı Kör Sait’in Oğlu bunun somut bir örneğidir. Bir siyasetçiyi hedef alan kitap çok geçmeden toplatılmıştır. Bu açıdan kitap, edebî değeri bir yana, eşcinsellik karşıtı tutumun ve söylemin ne tür amaçlarla kullanılabileceğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.
Bu dönemde verilen eserlere bakacak olursak; Attilâ İlhan, önce Fena Halde Leman’ı (1980) ve ardından Haco Hanım Vay (1984) romanları ile eşcinselliği işlemeye devam etmiştir. Attila İlhan’ın kitaplarında farklı cinsel eğilimler ve cinsel kimlikler marjinallikler olarak karşımızdadır. Bu dönemde, Demir Özlü, Adalet Ağaoğlu, Leylâ Erbil, Ferit Edgü eşcinsellik temalı eserler veren ya da kitaplarında eşcinsel öğelere yer veren yazarlardır. Selim İleri, Her Gece Bodrum (1977), Ölüm İlişkileri (1979) ile Cehennem Kraliçesi (1980) ve Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver (1997) romanıyla; Bilge Karasu, Kılavuz (1990), Narla İncire Gazel (1993); Murathan Mungan 1985 yılında yayımlanan ilk kitabı Son İstanbul ile 1999 yılında yayımlanan Üç Aynalı Kırk Oda’da cinsel kimliklerin, cinsellik kalıplarının soyutluğunu ve geçişkenliğini ustalıkla betimlemiş, sergilemişlerdir. Ece Ayhan ile küçük İskender’in şiiri, homoerotizmden başkaldırıya uzanan bir çizgide şiirde (eş)cinsel eylemi dillendirmektedir.
Kadın eşcinselliğinin ise erkek eşcinselliği kadar yaygın işlenmediği görülmektedir. Hülya Serap Doğaner’in 1992 tarihli Leyla ile Şirin’i (1992); Perihan Mağden’in İki Genç Kızın Romanı (2002) ve Selim İleri’nin Yarın Yapayalnız (2004) adlı romanları kadın eşcinselliğini işleyen eserler arasında örnek verilebilir.
1990’ların sonuna doğru bilişimde ve teknolojide meydana gelen değişmeler ile internet kullanımının artması ve yaygınlaşması bireysel haberleşmede yeni ve gizli (!) iletişim olanakları sunmuştur. İnternet üzerinden yazışmalarla cinsel kimliğini gizli biçimde sürdüren eşcinsel bireyler geçici ya da sürekli arkadaş bulmada oldukça önemli ve etkili bir olanağa kavuşmuşlardır. Duygu Asena, 2004 yılında yayımlanan son romanı Paramparça’da söz konusu koşullarda iki eşcinselin tanışmasını ve ilişkisini anlatmaktadır.
2000’lere doğru transseksüel ve travesti bireyler ekrana yansıtıldığı şekliyle şiddet ve saldırganlıkla birlikte anılır olmuştur. Trans ve travesti bireylerin görünüşleri ve yaşantılarıyla toplumdan dışlanmalarının sonucu bir kısmının fuhuş yaparak hayatını sürdürmesi seks işçiliği kavramını sol siyasetin gündemine getirmiş, solda etik, kuramsal ve kavramsal tartışmalara neden olmuştur. 2000’lerle birlikte transseksüel ve travesti bireyler edebiyatta ağırlıklı olarak işlenmeye başlamıştır: Sibel Torunoğlu, Travesti Pinokyo (2002), Zeynep Aksoy, Deniz Kızı (2003), Pınar Küzeci Orhan, Kurtlu Elma Şekeri (2003). Yine 2003 yılından başlayarak Mehmet Murat Somer’in romanları bu anlamda özel bir yere sahiptir.
2010 yılı sonrasında yayımlanan romanlarda eşcinsellere yönelik tutum ve kullanılan dil geçmiş yıllarla kıyaslandığında değişim gösterir. Ayşe Kulin’in eşcinsel temalı Gizli Anların Yolcusu (2011) ve onun devamı olan Bora’nın Kitabı’na (2012) yöneltilen “eşcinselliğe düzcinsel bakışın romanı” eleştirileri eşcinselliğe ilişkin farkındalık düzeyini göstermesi açısından dikkate değerdir. Elbette bu, toplumsal bir bilince, cinsel kimlikler noktasında bir farkındalığa, cinsel farklılıkları tanımaya ve anlamaya, cinsel özgürlükler alanında bir ilerlemeye karşılık geliyor mu, tartışmalıdır. Fakat bütün bunlara rağmen Gürsel Korat’ın tarihsel romanı Yine Doğdu Tanyıldızı; Sezgin Kaymaz’ın Deccal’in Hatırı, Kısas, Son Şûrâ romanlarında ve Yalçın Tosun’un öykülerinde cinsel kimliklere ve eşcinselliğe ilişkin tutum ve kullanılan dil, edebiyattaki ilerlemeyi göstermesi açısından oldukça önemli eserler olarak zikredilmelidir.
Edebiyat; toplumu, topluma ilişkin olanı, toplumsal geçmişi yansıtmada ve geleceği kurmada her zaman etkin ve etkili bir araç olmuştur. Edebiyatın kurgulama gücü ve olanağı, ezilen ve ötekileştirilen tüm kimliklere olduğu gibi, cinsel kimliklere de yasal, ahlaksal, cinsel kalıpların, anlayışların ve algıların dışında bir hareket ve özgürlük alanı tanımıştır. Dönemin egemen anlayışını yansıtan yazarlar ve eserlerle olduğu kadar, bilimsel ve tarafsız bir dille işleyen yazarlar ve eserleriyle eşcinsellik edebiyatta temsil imkânı bulmuştur. Verili eserlerden yola çıktığımızda ayrımcılığı, ötekileştiriciliği yadsıyan dilin bir süreklilik kazandığı, göreli de olsa, toplumsal farklılıklara yönelik bir farkındalık düzeyine erişilmeye başlandığı görülmektedir. Biz bu yazıyla Türkiye edebiyatında eşcinselliğin tarihsel bir dökümünü değil, fakat edebiyattaki yansımaları üzerinden eşcinselliği dönemsel karakteri ve tarihsel dönüm noktalarıyla, ana hatlarıyla göstermeye çalıştık. Türkiye edebiyatında eşcinsellik temasıyla ilgili yazarların ve kitapların, içerikte değinilenlerle sınırlı olmadığını, ancak bir yazının kapsamı ve sınırlılığı içinde verilen örneklerle yetinmek durumunda kaldığımızı belirtmek istiyoruz. Ayrıntılı ve derinlemesine incelemeyi, “Modern Türkiye Edebiyatında Eşcinsellik” dizisi kapsamında yapacağımızı salık veririz.