James Joyce'un "çevrilemez" denilen Finneganın Vahı'nı Türkçede iki ayrı çevirmenden okuyacağız ama öncesinde Armağan Ekici'nin incelemesini K24 okurlarıyla paylaşıyoruz...
07 Ocak 2016 14:50
Finnegans Wake kimdir, eseri nedir?
“Tim Finnegan’s Wake”, eski bir İrlanda meyhane baladı. Viski ve bira seven inşaat işçisi Tim Finnegan bir gün merdivenden düşüp kafasını kırıyor; “wake”, İrlandalıların cenaze sonrası yaptığı içkili partilerin adı. İçkinin, tütünün, müziğin ve dansın gırla gittiği bu partide, tabii ki, kavga da çıkıyor. Kavga sırasında viski sürahisi kırılıp merhumun üzerine dökülünce, merhum diriliveriyor (“viski”nin kelime anlamı zaten “hayat suyu”). Finnegans Wake tartışmasına katı, asık suratlı bir giriş yapmaya hazır olanları titreterek gerçek bağlama çağırmak ve biraz neşelendirmek için önce bu şarkıyı dinleyelim.
Joyce, hayatının son döneminde yıllarca üzerinde çalıştığı, ismini uzun süre gizli tuttuğu projesinin adını nihayet Finnegans Wake olarak açıklamış; baladın adındaki apostrofu atarak başlığa “Finneganlar uyanıyor” türünden yan anlamlar eklemiş.
Flann O’Brien’ın Dalkey Arşivi romanında, Joyce’un aslında ölmeyip İrlanda’ya döndüğü, ismini gizleyerek gözden ırak bir yerde bir bar işletmekte olduğu ortaya çıkar. Romandaki Joyce karakteri, Finnegans Wake sorulunca şöyle der: “Vay canına! Onu biliyor musunuz? Gençlik günlerimden kalma çok meşhur bir şarkıdır.”
Finnegans Wake ilk bakışta lâf salatası gibi görünen bir metin. Kelimeler tuhaf şekillerde yazılmış, bitiştirilmiş, olmayan kelimeler kullanılmış; pek İngilizceye benzemeyen birçok sayfası var. Kitabı okumak için kitabın dilini öğrenmek, kitabın dilini İngilizceye çevirmek gerekiyor. Kitap, ilk izlenimin aksine, bir lâf salatası değil; Joyce kelimeleri bozuşturarak, kelimeleri başka dillerden benzer seslerle, tarihin değişik dönemlerinden birbirini andıran hikâyelerle yükleyerek devasa bir anlam ağı oluşturmuş. Joyce’un her çarpıtması, her tuhaflığı bir anlam nüvesine bağlanabiliyor. Bunları görebilmek için okurun sabırla araştırmaya devam etmesi, pek çok yardımcı kaynağa başvurması gerekiyor. Bu oyunlar öylesine yoğun ki, elimizde yıllarca, onyıllarca okunabilecek, çalışılabilecek karmaşıklıkta ve zenginlikte bir metin var.
Büyük ölçüde gündüz vakti geçen Ulysses’e karşı, Finnegans Wake bir gece ve rüya kitabı. Kitabın dilinin akışkanlığı, kavramların, yerlerin, kişilerin, zamanların birbiriyle içiçe geçmesi de rüya âleminin mantığına uyuyor.
Joyce’un bu çabasıyla tümden yanlış bir yola saptığını, delilik ettiğini düşünenler var (başta Ezra Pound gibi Joyce’un sağlığındaki en büyük destekçileri olmak üzere; Vladimir Nabokov da Finnegans Wake’e karşı olanların arasında en önemli isimlerden biri). Anthony Burgess, Joseph Campbell, günümüzün önemli yazarlarından Tom McCarthy gibi isimler içinse Finnegans Wake gerçek bir başyapıt, dünya edebiyatının en önemli mihenk taşlarından biri.
Nasıl çevrilmesi (ya da çevrilmemesi) gerektiği konusunda bitip tükenmez tartışmalar olan, tek bir çevirisinin yıllar süren zahmetlerle yapılabildiği bu metnin Türkçede iki çevirisinin birden yayımlanacağı haberi hepimizi haklı olarak şaşırttı. Nevzat Erkmen’in de bu konu üzerinde uzun süredir çalışmakta olduğunu hatırlarsak, henüz günışığına çıkmamış üçüncü bir çalışma da var. Bu, Türkçe için çok sevindirici ve heyecan verici bir durum. Konunun meraklısı olduğumdan, geçtiğimiz aylarda Fuat Sevimay’ın söyleşilerini, verdiği çeviri parçalarını ilgiyle takip ettim; Aralık ayında elime Umur Çelikyay çevirisi geçti, onu da çalışmaya başladım. Bu yazıda, iki çeviriyi ve çevirmenlerin yöntemlerini karşılaştırmaya çalışacağım.
(Başka dillerdeki Finnegans Wake metinleri için “çeviri” kelimesini kullanıp kullanmamak gerektiği tartışması hep sürer; ben bu tartışmayı “çeviribilim” genel başlığının kapsamında gördüğüm için, bu yazıda “çeviri” ve “çevirmen” kelimelerini en geniş kapsamlarıyla, yani “terscüme”, adaptasyon, yenidenyazım gibi kavramları da içererek kullanıyorum.)
İki çeviriyi karşılaştırırken, kitabın giriş bölümündeki iki paragrafı kullanacağım. Önce İngilizce metne ve iki çeviriye bakalım:
riverrun, past Eve and Adam's, from swerve of shore to bend of bay, brings us by a commodious vicus of recirculation back to Howth Castle and Environs.
Sir Tristram, violer d'amores, fr'over the short sea, had passencore rearrived from North Armorica on this side the scraggy isthmus of Europe Minor to wielderfight his penisolate war: nor had topsawyer's rocks by the stream Oconee exaggerated themselse to Laurens County's gorgios while they went doublin their mumper all the time: nor avoice from afire bellowsed mishe mishe to tauftauf thuartpeatrick: not yet, though venissoon after, had a kidscad buttended a bland old isaac: not yet, though all's fair in vanessy, were sosie sesthers wroth with twone nathandjoe. Rot a peck of pa's malt had Jhem or Shen brewed by arclight and rory end to the regginbrow was to be seen ringsome on the aquaface.
Çelikyay:
ırmakgüzergâhı, Havva ve Adem’in oradan geçip, kıyı kıvrımından koy dönemecine, elverişli bir köy yolundan yeniden dolaşarak, gerisingeri Howth Kalesi ve Civarları’na getiriyor bizi.
Aşkların çalgıcısı Sör Tristram, çalkantılı denizi geçip, Avrupa Minör’ün cılız kanalında, yarımadam savaşını eline almak için Kuzey Armorika’dan henüz dönmemişti: Oconee akarsuyundaki keskin kayalar da, aralarındaki hırsızları güngeçtikçe katlayan Laurens İlçesi gâvurlarına kendilerini henüz dayatmamışlardı: ne de uzaktaki yangından yükselen ses henüz ben irlandalıyım tıftıf sen petrussun diye şişinmemişti: çocuk kıyafetlinin biri henüz sıkıcı yaşlı isaac’i dipçiklememişti: henüz değil; yine de kibir sözkonusu olduğunda, her şey mubah olsa da, ikızkardeşler ikisi bir yerde nathanlajoe’ya henüz öfkelenmemişlerdi. Jhem ya da Shen babalarının bir kile arpasını ark lambanın ışığı altında mayalamamışlardı ve de ecekuşağının kızılucunun, suyun yüzeyinde çember çember görüleceği vardı daha.
Sevimay:
…nehiryatağında, Havva ile Âdem’i geçip sahilin keskin ucunda körfeze kıvrılır, emrisakin ve yılankavikusvari bir döngüyle bizi yine Howth Cebelhisarı ve Efradına ulaştırır.
Aşk ozanı Bay Tristram daha, Kuzey Armorika’dan kalkıp güv’ertesinde patlayan dalgalarla kanalı geçip, Küçürek Evropa’nın bu sıska kıstağını kasıktıdarına katayazmak için, yineyeniden ayak basacakmışken: ne daha ummanın akıntılarıyla sürüklenen kıdemli bıçkıcıların taşakları, Laurens Kentinde mumbraları duble götüren kıtıpiyozların gözlerinde büyümüşken: ne de topatrağın bağrından asasıyla ateş çıkartanın yalazlarının çıtırtısı, mişem mışım dolananı da taftiz edileni de iman ile körüklemişken: kör kuru İshak, kamışının dölüyle avulanup da tutub tepetaklak yere serilmemişken: ve çifte kızlar Vanestela, aşk oyunları oynadıkları sviftin peki yekvüjoet dekana diş bileyip, henüz daha elma gibi ikiye yarmamışken. Jhem veya Shen, babalarının koca kayığı ark ışığında mayalanmış ve ebemkuşağının doğuya bakan kızıl ucunun kutsuya değdiği yerkürede görülmüştü.
Joyce işleri ile ayrıntılı olarak ilgilenmemişseniz, bu noktada, haklı olarak “neler oluyor?” diye soruyor olmanız gerek. Belki inanmayacaksınız ama, burada sahiden de anlam var. Bu iki paragrafa Joyce’un yüklediği anlam katmanlarının, kitapların temaları açısından en önemli olanlarının anlaşılır bir dille parafrazı şöyle:
(kitabın son kelimesine bağlanıp çemberi tamamlayarak,) Dublin şehrinin kıyısına kurulduğu Liffey nehrinin akıntısı boyunca, başladığımız yere dönüyoruz; nehir kıyısındaki Adem ve Havva kilisesini de geçip, Dublin körfezine, körfezdeki Howth tepesi ve kalesine geri vardık. Bunu yaparken hem aydınlanma felsefecisi Vico’nun “ebedi tarih”, “tarihin gidiş ve dönüş yolları” düşüncelerini yansıttık, hem de Dublin’in güney banliyölerindeki Vico yolunu hatırladık. Buraya tüm romanı okuyup gelmiş olduğumuz için (ya da gerekli yardımcı kitaplara zaten danışmış olduğumuz için) “Howth Castle And Environs”ın, H. C. E. başharfleriyle, aynı zamanda romanın baba/düşmüş kahraman arketipi Humphrey Chimpden Earwicker olduğunu; Liffey nehrinin ise akışkanlığıyla, suyun hayat demek olmasıyla, Anna Liffey/Anna Livia benzetmesiyle romanın kadın arketipi Anna Livia Plurabelle olduğunu zaten biliyorduk tabii canım.
O sırada, İrlanda tarihinin anahtar olayları henüz olmamıştı. Ortaçağ efsanesindeki (violer d’amores: âşık/mütecaviz/minstrel) Sir Tristram henüz Isolde’yi kaçırmak için Fransa’daki Armorica’dan kalkıp İrlanda’ya (“Küçük Avrupa”) ayak basmamıştı; Fransızlar (Napoleon’un Yarımada savaşındaki gibi) penislerinin keyfi için bir kez daha adalara musallat olmamışlardı. İrlandalılar kalkıp Amerika’ya göçüp çoğalmamışlardı; Georgia eyaletinde, Occone nehrinin kıyısında, çok hızlı nüfus artışı nedeniyle şiarı “Doublin’ all the time / Durmadan ikiye katlanır” olan bir Dublin şehri daha kurmamışlardı. İshak peygamberin oğlu Yakup henüz oğlak postuna bürünüp onu aldatmamıştı; (Joyce’un dünyasında, İrlanda siyasetindeki en önemli düşmüş kahraman-kurtarıcı karakteri olan) Charles Parnell henüz rakibi Isaac Butt’ı devirmemişti (evet, İshak peygamber ve Parnell anlamları aynı cümlede içiçe). Henüz Allah’ın ateşinin ışıltısı, Hz. İsa’ya, Aziz Petrus’a Hristiyanlık kilisesini kurma görevini verdirmemiş, Aziz Patrick’e, turba (peat) yığınlarıya zengin İrlanda diyarına Hristiyanlığı getirtip “mişe mişe” diye bir dil konuşan İrlandalıları vaftiz ettirmemişti. Jonathan Swift, adları Esther olan iki kadına “Vanessa” ve “Stella” adlarının taktığı arkadaşlığa ve mektuplaşmalarına başlamamıştı, onları henüz kızdırmamıştı. Romanın rekabet eden erkek kardeş arketipleri Jhem ve Shen (Shem ve Shaun, Joyce ve kardeşi Stanislaus, Yakob ve Esav, Habil ve Kabil, [Sevimay ve Çelikyay]?), henüz babalarının maltını mayalayıp viski (ya da bira) yapmamışlardı (ya da, İrlanda’nın meşhur viski üreticisi Jameson [Jhem-and-Shen] henüz viski imalatına başlamamıştı). Gökkuşağı henüz Dublin’in doğu tarafında, denizin üzerinde çemberini çizmemişti.
Evet, durum budur. Üstelik hepsi bu değil; özetlediği metinden daha uzun olan bu “sinopsis” içinde yazmadığım anlamlar da var. “Bütün bunları nasıl çözeceğiz”, diyorsanız, ben de tek başıma çözemiyorum tabii; Roland McHugh’nun, Joseph Campbell’ın, Anthony Burgess’in yardımcı kitaplarıyla anlamaya çalışıyorum.
Bu örneği dikkatle incelerseniz, şu noktalara hak vereceğinizi umuyorum:
1) kitap delice olabilir, ama anlaşılmaz bir deli saçması değil; sahiden her kelimenin, her göndermenin bir nedeni var;
2) kitap, okurundan, genel okurun sabrının ve olanaklarının çok ötesinde bir zaman ve ilgi yatırımı bekliyor.
Bu bilgiler ışığında, iki çevirinin bu paragraflara nasıl yaklaştığını mercek altına alalım. Bunu yapınca, böyle bir metnin “tek doğru” çevirisinin olamayacağını, çevirilerin sık sık bambaşka çözümleri seçtiğini, bu çözümlerin kimi kriterlere göre “daha doğru”, kimi kriterlere göre “daha yanlış” olduklarını, öte yandan iki çevirmenin de belli bir mantık ile metne yaklaştıklarını görebiliriz:
Joyce |
Çelikyay |
Sevimay |
|
riverrun, |
ırmakgüzergâhı, |
…nehiryatağında, |
Sevimay İngilizcede olmayan, bozuk gramerli “riverrun” yerine bozuşturulmamış bir kelime kullanmış ve aslında olmayan üç nokta eklemiş. |
past Eve and Adam's, |
Havva ve Adem'in oradan geçip, |
Havva ile Âdem’i geçip |
Çelikyay’daki “oradan”, İngilizcedeki apostrofun görevini görmüş. |
from swerve of shore to bend |
kıyı kıvrımından koy dönemecine, |
sahilin keskin ucunda körfeze kıvrılır, |
Sevimay’da başka bir anlam var (“from... to” çevrilmemiş). Swerve-shore ve bend-bay aliterasyonuna iki çeviri de “k” ile başlayan sözcükleri tekrarlayarak yaklaşmışlar. İkili aliterasyonu yansılayan “sahilin savrulmasından körfezin kıvrımına” gibi bir çözüm de olabilirdi. |
brings us by a commodius vicus of recirculation back to |
elverişli bir köy yolundan yeniden dolaşarak, gerisin geri Howth Kalesi ve Civarları'na getiriyor bizi. |
emrisakin ve yılankavikusvari bir döngüyle bizi yine Howth Cebelhisarı ve Efradına ulaştırır. |
Sevimay H.C.E. başharfleri için güzel bir çözüm bulmuş |
Sir Tristram, |
Sör Tristram, |
Bay Tristram |
Sevimay ortaçağ şövalyesini “Bay” yapmış. |
violer d'amores,
|
Aşkların çalgıcısı |
Aşk ozanı |
Bu, Joyce’un üç-dört katmanlı kelime oyunlarının yarattığı sorunlara güzel bir örnek (“Viola d’Amore” bir enstrüman, “violer” kemancı, “violation” tecavüz...) |
fr'over the short sea, |
çalkantılı denizi geçip, |
güv’ertesinde patlayan dalgalarla kanalı geçip, |
Sevimay apostrof oyununu kullanmış. |
had passencore rearrived from North Armorica on this side the scraggy isthmus of Europe Minor to wielderfight his penisolate war: |
Avrupa Minör'ün cılız kanalında, yarımadam savaşını eline almak için Kuzey Armorika'dan henüz dönmemişti: |
daha (…), Kuzey Armorika’dan kalkıp Küçürek Evropa’nın bu sıska kıstağını kasıktıdarına katayazmak için, yineyeniden ayak basacakmışken: |
İki çevirmen de anlam katmanlarına yaklaşmış; “isthmus”un Sevimay’daki “kıstak” karşılığı daha doğru görünüyor. Sevimay ka- ve kı- sesleriyle ses oyunları yapmış, Çelikyay özgün metne daha yakın kalmış. |
nor had topsawyer's rocks by the stream Oconee exaggerated themselse to Laurens County's gorgios while they went doublin their mumper all the time: |
Oconee akarsuyundaki keskin kayalar da, aralarındaki hırsızları güngeçtikçe katlayan Laurens İlçesi gâvurlarına kendilerini henüz dayatmamışlardı: |
ne daha ummanın akıntılarıyla sürüklenen kıdemli bıçkıcıların taşakları, Laurens Kentinde mumbraları duble götüren kıtıpiyozların gözlerinde büyümüşken: |
Konu Amerika’a Oconee ırmağı üzerindeki başka bir Dublin şehri olduğu için Çelikyay daha doğru tercihler yapmış. “Georgia”-“gorgios” (“çingene”) oyunlarına “gâvur” ile yaklaşmış.
“Laurens İlçesi” idari birim için daha doğru.
“Top-sawyer”, ağaç biçerken üstte duran bıçkıcı anlamına geliyor. MacHugh’a göre Oconee’de de bir “Topsawyer kayalığı” var. Tom Sawyer iması da ilginç. “Rock”un argo anlamı “taşak” yerine “kayalık” tercih etmekte Çelikyay daha haklı olabilir.
Sevimay Dublin-Duble oyununu yakalamış, ama “her gün kendini katlamak” anlamını kullanmamış. İngilizce sözlüklerde bulunabilen “mumper” (dilenci, avantacı)’yı Türkçede olmayan “mumbra” ile karşılamış. Çelikyay “Doubling their number” imasına daha iyi yaklaşmış. |
nor avoice from afire bellowsed mishe mishe to tauftauf thuartpeatrick: |
ne de uzaktaki yangından yükselen ses henüz ben irlandalıyım tıftıf sen petrussun diye şişinmemişti: |
ne de topatrağın bağrından asasıyla ateş çıkartanın yalazlarının çıtırtısı, mişem mışım dolananı da taftiz edileni de iman ile körüklemişken: |
Cümlenin merkezindeki “Thou art Peter - Sen Petrus’sun (ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım)” iması, İncil’in en önemli cümlelerinden birinden geliyor (Matta 16:18). Burada, İsa, Petrus isminin aynı zamanda “kaya” anlamına gelmesiyle bir kelime oyunu yapıyor; İrlandalılar bu cümleyle “kilisemiz de bir kelime oyunu üzerine kurulmuş” diye dalga geçmeyi severler. Patrick ise İrlanda’nın kurucu azizi, İrlanda’ya hristiyanlığı getiren aziz. “Peat” (Turba) İrlanda’nın en önemli doğal kaynaklarından biri. Sevimay üç göndermeyi de atlamış; Çelikyay Petrus’u yakalamış. |
not yet, though venissoon after, |
henüz değil; |
|
“Venison” (geyik eti) / “very soon after” (çok az süre sonra) Sevimay’da unutulmuş, Çelikyay’da düz anlamıyla verilmiş. |
had a kidscad buttended a bland old isaac: |
çocuk kıyafetlinin biri henüz yaşlı sıkıcı isaac'ı dipçiklememişti: |
kör kuru İshak, kamışının dölüyle avulanup da tutub tepetaklak yere serilmemişken: |
Sevimay Kitab-ı Mukaddes göndermesini (Tekvin 27) yakalayıp arkaik bir dille zenginleştirmiş; Çelikyay’ınki kelimelerin ilk anlamlarını ve Joyce’un imlasını kullanan, aslına daha sadık bir çeviri. |
not yet, though all's fair in vanessy, were sosie sesthers wroth with twone nathandjoe. |
yine de kibir söz konusu olduğunda, her şey mubah olsa da, ikızkardeşler ikisi bir yerde nathanlajoe'ya henüz öfkelenmemişlerdi |
ve çifte kızlar Vanestela, aşk oyunları oynadıkları sviftin peki yekvüjoet dekana diş bileyip, henüz daha elma gibi ikiye yarmamışken |
Sevimay Vanessa ve Esther isimlerinin Swift’e yaptığı göndermeyi temel alarak cümleyi Joyce’un orijinalinde aslında hiç olmayan bir cümleye dönüştürmüş (“yekvüjoet”in anlamını çözemedim). Çelikyay’ınki aslına sadık bir çeviri. |
Rot a peck of pa's malt had Jhem or Shen brewed by arclight and rory end to the regginbrow was to be seen ringsome on the aquaface. |
Jhem ya da Shen babalarının bir kile arpasını ark lambanın ışığı altında mayalamamışlardı ve de ecekuşağının kızılucunun, suyun yüzeyinde çember çember görüleceği vardı daha. |
Jhem veya Shen, babalarının koca kayığı ark ışığında mayalanmış ve ebemkuşağının doğuya bakan kızıl ucunun kutsuya değdiği yerkürede görülmüştü. |
Joyce bu paragrafa metnin ilk versiyonlarında “not” diye başlayıp sonradan “rot”a dönüştürmüş; bu yüzden, cümlenin olumlu mu olumsuz mu olduğu belirsiz. İki çeviri arasındaki farkta bu sorun görülebiliyor.
Sevimay, bira ve viski imalatı açısından büyük önem taşıyan “malt” kelimesini kullanmamış; “doğuya bakan kızıl ucu” diyerek “rory end / orient” imasını da eklemiş. |
Umur Çelikyay’ın yaklaşımını Finneganın Vahı’na yazdığı önsözde okuyoruz:
Okurun, bütün bu engelleri aşarak metinden keyif alabilmesi için çaba göstermesi, kendini bu okumaya adaması gerekiyor. Finnegans Wake’i başka bir dilde yeniden yazmaya kalkışan çevirmenin durumu çok daha vahim. Okur, belli bir cümlenin önerdiği çeşitli olasılıkları tartıp, bir tanesinde karar kılıp bir sonraki cümleye geçebiliyorken, çevirmen anılan olasılıklarından birini sabitleştirmek ve çoğu zaman diğer olasılıkları hasır altı etmek durumunda. Özel bir çaba gösterilmedikçe de Türkçeleştirilmiş metni de aynı şekilde polyvalent yapmak zor.
Metnin Türkçesini oluştururken, bu çok anlamlılığı elimden geldiği kadar yansıtmaya çalıştım. Aynı yaklaşımla, kaynak metnin tadını, tuhaflığını, garipliğini de hedef dilde yakalamaya çabaladım. Ürettiğim dili zaman zaman kendim de garipsedim; çoğu kez durumu çakıl taşı çiğnemeye benzettim. Bu gibi durumlarda, metnin Fransızca ve Almanca versiyonlarına danışarak bir çeşit sağlamasını yapma yoluna gittik. Eserin bu özellikleri yüzünden, ilk günden beri bu çalışmaya bir çeviriden ziyade Türkçeleştirme çabası olarak yaklaştık. Elinizde tuttuğunuz metin, Finnegans Wake’in olası Türkçe bir versiyonu yani olası uyarlamalarından biri olarak görülmelidir. Finnegans Wake’in Fransızcalaştırılmış hali olan ve sıkça başvurduğum Veillée Pinouilles adlı uyarlamayı hazırlayan meslektaşlarım da, yaptıkları iş için oldukça Joyce-vari olduğunu düşündüğüm “contraduction” (karşıçeviri) sözcüğünü türetmiş. Ses açısından “contradiction” (çelişki) kavramını da çağrıştırıyor. Bu durumda bizim çalışmamız için de “terscüme” kavramını uygun gördüm.
Fuat Sevimay’ın çeviriyi yaparken kullandığı yöntemleri ise K24’teki yazısından okuyabiliyoruz. Ayrıca, bu çeviri projesi çerçevesinde, İrlanda edebiyatını dünyaya tanıtmakla görevli devlet kurumu ILE’nin bursu ile gittiği Dublin Trinity Colllege’da günümüzün en önemli Joyce uzmanlarından Sam Slote ile yaptıkları bir sohbet var. Sohbetin ses kaydı da mevcut.
Sevimay, yazısında ve söyleşisinde çeviri yöntemini açıklarken, çeviride özellikle Türkçenin olanaklarını kullanmaya özen gösterdiğini ve çeviride kaybolan unsurları, Türkçenin olanaklarının getirdiği yeni kazanımlarla telafi ettiğini; Joyce’un kullandığı (büyük ölçüde Keltik ve Kuzey Avrupa kökenli) yabancı dilleri, Türkiye coğrafyasının ve komşularının dillerini kullanarak karşılamaya çalıştığını söylüyor. Yukarıdaki örnekte benim Türkçede bulamadığım “mumbra” buna bir örnek olabilir. Trinity söyleşisinde, Sam Slote’un da bu yöntemi geçerli bulduğunu öğreniyoruz. “Çevirinin imkânsızlığı” itirazının temeli olan kelimelerin çokanlamlılığı/çokdilliliği meselesinde ise, röportajında “tüm bunları yakalamaya çalışırsak kakofoniye varacağımızı”, bu nedenle metnin motiflerinden ve leitmotiflerinden taviz vermediğini; ama kimi zaman yabancı dillerden vazgeçip fonetikle yetindiğini söylüyor (ses kaydında 24:02-25:03).
Aylak Adam yayınevi benimle Çelikyay çevirisini, kitabın yayımlanmasından bir hafta önce, kitabın duyurulmasından hemen sonra paylaştı. Bu sayede, Çelikyay çevirisini giriş düzeyinde inceleme fırsatım oldu. Tabii ki, böyle bir çalışmayı birkaç gün inceleyerek tümüyle takdir etmek mümkün değil. İlk 90 sayfasını yer yer İngilizceyle karşılaştırarak okuduktan sonra vardığım ilk sonuçlar şöyle:
Görebildiğim kadarıyla bu çok temiz, özenli, bilinçli bir çalışma. Bariz bir anlayış, ustalık ve sabırla yapılmış bir çeviri. Çelikyay, çoğu kişinin “delilik” diye göreceği bir işe aklıselimle yaklaşmış ve bu yükün altından kalkmış gibi görünüyor.
Çelikyay, yöntemini ve stratejisini önsözde çok iyi ifade etmiş zaten. Ben de, çeviriye bakınca, kaynak metindeki anlam katmanlarının çevirmenin seçtiği bir tanesini mümkün olduğunca temiz bir biçimde çevirip, diğerlerinden bazılarına eğer yaklaşmak mümkün oluyorsa yaklaşmak, yoksa bunları araştırmayı okura bırakmak stratejisini seçtiğini görüyorum.
Çelikyay’ın metni, kitabı anlamak isteyen, anadili Türkçe olan okur için çok önemli bir başlangıç noktası olacak. Joyce’un tüm anlam evrenini görebilmek için, metnin özgün haline ve açıklamalarına da başvurmak gerekiyor. Projeye böyle yaklaşacaklar için, şu anda İnternet üzerinde de kolaylıkla ulaşılabilen pek çok Finnegans Wake metni ve açıklamaları var.
Çelikyay, bazı yerlerde Joyce’un metninden daha yumuşak bir metin ortaya koymuş, Joyce’un bozuk yazdığı bazı kelimeleri düzgün yazmış. Bu nedenle, metne bakıp “bu ne yahu!” diyenler olursa, onlara “siz bir de onun İngilizcesini görün” diyebiliriz.
Kitabın önsöz ve sunuş metinlerinin de sahiden araştırılarak, bilinerek yazılmış olması, dizgisinin ve mizanpajının özeni dikkatimi çekti.
Çelikyay’ın çalışması, benim çeviri anlayışıma, Joyce’un meramını Türkçede mümkün olduğunca temiz olarak, aslının içeriğine ve ruh haline yakın bir dille anlatmaya çalışmaya çok yakın bir çalışma. Mutlaka böylesi uzun ve girift bir metinde gözden kaçmış noktalar çıkabilir; kitabın geriye kalan üçte ikisinin çevirisi de sürüyor. Ama bu haliyle bile, bu çalışmanın, Türkçede Joyce’un anlaşılması için verilmiş en önemli emeklerden biri olduğunu, Joyce’la ciddi olarak ilgilenenlerin çalışmalarına yıllarca faydası olacak büyük bir hizmet olduğunu düşünüyorum. Joyce, Türkçede, hâlâ yeni yeni tanınmaya başlayan bir yazar. Bu çeviriyle, Joyce çalışmaları açısından önemli bir dönüm noktasına daha vardık.
Umberto Eco, Finnegans Wake’in çevirisi üzerine yazarken, “Eğer, çeviri, yalnızca okurun dili ve özgün metnin kültürünü anlamasına yardımcı olmakla kalmayıp, okurun kendi dilini de zenginleştiriyorsa, hiç şüphe yok ki Finnegans Wake’in her çevirisi de, (aynı Joyce’un İngilizceye yaptığı gibi), bir lisanın daha önce ifade edemediklerini ifade etmesini sağladığı ölçüde, o lisanın bir adım ileri gitmesine yol açar” der. Çağdaş edebiyatın Türkçede derinlemesine anlaşılması, çalışılması ve tartışılmasına yapılan bu büyük katkı için Çelikyay’a ve Aylak Adam ekibine teşekkür borçluyuz.
Sevimay çevirisi üzerine değerlendirmelerimi yalnızca iki kısa parça ve iki radyo konuşmasına dayalı olarak yapacağım. Bu nedenle, bunu çok geçici bir ön-değerlendirme olarak görmek gerekiyor.
Sevimay imzalı diğer Joyce kitaplarında, özellikle romanlardan alıntıların aforizmalaştırıldığı derlemede içerik ve çeviri açısından sorunlar gördüğüm, bunun üzerine Finnegans Wake için açıklanan çok kısa çeviri süresini şüpheyle karşıladığım için, uzun süre bu projeye de büyük temkinle baktım. Buna rağmen, ortaya çıkan metinlere ve Sevimay’ın yöntemlerine dikkatle bakınca, onun da bu projeye gerçekten araştırarak, severek, heyecanla, eğlenerek, ve Finnegans Wake için geçerli sayılması gereken bir çeviri stratejisi kullanarak yaklaştığını gördüm.
Sevimay, Mart 2014’te başladığı ve 2016 içinde yayımlamayı hedeflediği Finnegans Wake çevirisini dünya üzerinde rastlanmamış bir hızla bitirecek gibi görünüyor. Bu hızda, söyleşisinde anlattığı gibi, anlamları aktarmakta aşılmaz bir sorunla karşılaştığı zamanlarda fonetikle —yani anlamlardan biri yerine kelimenin sesiyle—yetinerek devam etme stratejisini seçmesi etkili olmuş olmalı. Sevimay’ın metni, Finnegans Wake’in genel motifleri ve leitmotif’lerine dikkat eden, ama bunun dışında Finnegans Wake’in cümlelerinin anlamlarından çok, metnin seslerinin Türkiye coğrafyası sesleri karşılıkları içinde Fuat Sevimay’a çağrıştırdıklarına dayalı bir emprovizasyon, Finnegans Wake’ten esinlenmiş bir Fuat Sevimay doğaçlaması olacak gibi görünüyor.
Sevimay’ın yöntemi ilk başta kulağa yanlış gelebilir; ama Sevimay kitabın sonsuz anlam ve ses zenginliğinin bir kısmını başka bir dilde karşılamak için seçilebilecek stratejilerden birini kullanıyor; kullandığı her kelimenin özgün metindeki karşılığını gösterebildiği sürece, ürettiği metin de geçerli bir çeviri olacak. Bu yöntemin bir benzerini zamanında bizzat Joyce kullanmış; Fransızcaya ve İtalyancaya, bu dilleri çok iyi bilen Joyce’un gözetiminde yapılan ilk çeviriler de benzer özellikler gösteriyor. Bu nedenle, Sevimay’ın sese ve yerelleştirmeye öncelik veren tekniğinin çok önemli bir öncülü var.
Umberto Eco, Joyce’un gözetiminde yapılan Fransızca ve İtalyanca çevirileri incelediği yazılarında, çevirilerin yer yer orijinalinden bambaşka şeyler söylediklerini, özellikle İtalyanca çeviride Joyce’un orijinal metindeki unsurları çıkarıp yerlerine yepyeni İtalyanca kelime oyunları koyduğunu gösterir. “Bizzat Joyce’un kendisi olmayan başka bir çevirmen bunu yapsa, kabul edilemez bir serbestlikle suçlanırdı” der ve devam eder: “İngilizce yazan Joyce, İtalyanca yazan Joyce ile işbirliği yaparken, tabiri caizse, kendi kendine şarkı söylemiş; melodramatik bir şekilde dolu dolu çınlayan İtalyanca neolojizmleri kullanırken, kulağına hoş gelmeyenleri de ıskartaya çıkarmış.”
Eco, metnin orijinalindeki pek çok nehir adının İtalyancada kullanılmadığını gösterir ve şöyle der: “800 nehir adı bulacağım diye neredeyse on yıl harcadıktan sonra, bunların neredeyse onda dokuzunu sırf chiacchiericcianti, baleneone, quinciequindi ve frusciacque diyebilmek için ıskartaya çıkarmış.” “İşin aslı şu ki, bizim çeviri problemlerimiz Joyce’un umurunda değil. Onun asıl yapmak istediği ‘Ostrigotta, ora capesco’ türünden bir deyiş uydurmak.”
(Eco’nun bu çevirilerin çiftdilli baskısının önsözünde yazdıkları, Finnegans Wake’in çevrilmesinin mümkün olmadığı ve zorluğu üzerine yazanları şaşırtabilir: Finnegans Wake’in tüm kitaplar arasında çevrilmesi en kolay metin olduğunu, çünkü yaratıcılık için en büyük özgürlüğü sağladığını söylemiş Eco. Yine de bizi uyarmış: “bir çeviri kuramını geliştirirken, Fransızca ve İtalyanca Joyce’u kendinize örnek almaktan sakının. Ama, böyle modellerin varlığını inkâr etmekten de sakının.”)
Tekniğin geçerliliğini not ettikten sonra, Joyce gibi bir dehanın onyedi yıl süren bir çalışma ve araştırma ile ürettiği bir metnin karşısında, biz fanilerin iki yıl içinde üretebileceğimiz bir versiyonun büyük eksiklikler içereceğini, bu tekniğin çok neşeli, eğlenceli, okuru metnin aslını merak etmeye yönlendirebilecek bir metin üretebileceğini, ama metnin aslını çalışmak isteyen ve anadili Türkçe olan okurlara ancak bir noktaya kadar yardımcı olabileceği uyarısını yapmak gerekiyor.
İki çeviri arasındaki en büyük fark, Sevimay’ın daha serbest, çok daha yerelleştirici ve bu açıdan pek çok yerde çevirmeni yazarın önüne çıkarma riskini alan bir strateji seçmiş olması, Çelikyay’ın ise özgün metne öncelik vermiş olması gibi görünüyor. Sevimay’ın ortaya çıkaracağı metnin ses dünyası, metnin tuhaflığı ve sertliği açısından Joyce’a daha yakın olabilir; ama göreceğiniz yerel deyişlerin, küfürlerin Joyce’un asıl metninden gelmiyor olma ihtimali, Joyce olduğunu sanarak Sevimay okuyor olma ihtimaliniz de büyük. Çelikyay’ın metni ise, tersine, belki yer yer daha kolay okunabilen, ama Joyce’un özgün anlamlarına çok daha yakın bir metin. Bu açıdan iki metni de geçerli ve ilginç bulmakla beraber, Joyce’u çalışmak isteyenlerin Çelikyay metnine öncelik vermesi gerektiğini, “başka ne anlamlar görülmüş, ne oyunlar yapılmış?” diye sormak için de Sevimay metnine bakmalarını tavsiye edeceğim.
Sevimay’ın İrlanda Radyo Televizyonu RTÉ ile yaptığı söyleşisinde okuduğu parça, iki çeviri arasındaki farklara güzel bir örnek. Burada, Joyce’un Aristophanes’in Kurbağalar’ından aldığı kurbağa sesleri göndermesi, Sevimay’da yerini Türkçe keklik seslerine bırakmış; İrlandaca yas nidaları “Ualu”lar Türkçe “Ula!”larla tutulan bir yasa dönüşmüş; iki cümlenin yeri değişmiş; radyodan duyabildiğim kadarıyla, Joyce’un “oystrygods-fishygods” (ostrogotlar/istiridyesel tanrılar – vizigotlar/balıklı/[kötü kokulu/şüpheli] tanrılar) esprisi kullanılmamış. İlk cümlenin başının yerine bambaşka bir “urun ha/durun ha” esprisi konmuş:
What clashes here of wills gen wonts, oystrygods gaggin fishy-gods! Brékkek Kékkek Kékkek Kékkek! Kóax Kóax Kóax! Ualu Ualu Ualu! Quaouauh!
Sevimay: (RTÉ programında 10:59)
Gak gak gubarak! Geberek göverek! Ula yiğit Ula aslan Ula gitti! Neydi urun ha diyen vizigotlarla durun ha diyen ostrogotları kapıştıran!
Bu pasaj Çelikyay çevirisinde ise metnin aslına ve kaynak metindeki oyunlara çok daha yakın:
Ne çarpışıyor burada istek ile ahlaksızlık; istridigotlar balıgotları boğazlıyor! Brékkek Kékkek Kékkek Kékkek! Kóax Kóax Kóax! Ualu Ualu Ualu! Quaouauh!
Her taraftan gelen kapkara haberlerle mücadele ettiğimiz bu günlerde, Türkçede böyle iki ayrı çevirinin ortaya çıkıyor olması, edebiyat dünyamız için bir sevinç, gurur kaynağıdır. Her iki çevirmene ve yayınevine bu yükün altına girdikleri, bu çabayı gösterdikleri, Umberto Eco’nun dediği gibi “Türkçeyi bir adım ileri götürdükleri” için büyük teşekkür borçluyuz.
Kapatırken, bu yazının ilk versiyonunu okuyarak eleştirileri ve önerileriyle büyük katkıda bulunan Sabri Gürses ve Hasan Türksel’e ayrıca teşekkür ediyorum.
Bu noktada, bu heyecanı paylaşmak, Çelikyay ve Sevimay’ı kutlamak için, haydi siz de tekrar başa dönün, Finnegan’ın baladını benim için bir kez daha dinleyin.