Chimamanda Ngozi Adichie’ye bir arkadaşı, yeni doğan kızını feminist olarak yetiştirmenin yolunu sorar ve yazar, arkadaşı Ijeawele’ye içinde 15 maddenin olduğu bir mektup gönderir
14 Mart 2019 11:00
Bundan iki sene önce bir grup arkadaşımla birlikte Viyana’da ilki düzenlenen European Lesbian* Conference’a konuk olmuş, Türkiye’de yaşadığımız ayrımcılıklardan, bu ayrımcılıklara karşı nasıl mücadele yolları bulduğumuzdan söz etmiştik. Konferansın son günündeki bir panelde, katılımcılardan biri ayağa kalkmış ve biz hayretler içinde onu dinlerken “sonuçta hepimiz insanız” demişti. En yakın arkadaşımla birbirimize bakıp gözlerimizi devirmiş, senelerdir yaptığımız, bir salon dolusu yüzlerce insanın yaptığı kimlik politikasının bir cümleyle çöpe atıldığına tanık olmuştuk. Bu cümleyle belki de kimlik politikasının her türlüsünü yapanlar karşılaşıyordu. Siyahların eşitlik mücadelesinde, kadınlarınkinde, dili ya da dini, mezhebi tanınmayan tüm azınlıkların mücadelesinde çoğu zaman mücadelede yer almayan kimselerden, bazen yukarıdaki örnekte de olduğu gibi tam da içeriden birinden “sonuçta hepimiz insanız” noktasına varılıyor; sanki cinsiyet, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği, ırk ya da dine dayalı tüm ayrımcı tutumlar bir anda toz olup havaya karışıyor ve tüm insanlar el ele verip barış ve kardeşlik şarkıları söylüyordu.
Çok yakın zamanda kültür sanat sektörünün bir dalında çalışan, üreten kadınları güçlendirmek için bir araya gelen, dünya çapında bir organizasyonun İstanbul ayağının lansman toplantısındaydım. Organizasyon senelerdir globalde yaptıkları, İstanbul’da da bu sektörden kadınları güçlendirmek için yapmayı planladıklarıyla çok heyecan vericiydi. Söz konusu toplantıda bir araya gelen kadınların amacı belliydi: cinsiyetlerinden kaynaklı yaşadıkları tacizleri, eşit işe eşitsiz maaşı, sektörün üst kadrolarında kendilerine yer bulamamalarını, birçok sektörde olduğu gibi erkek dominasyonunu aşmanın yollarını aramak ve bu amaçla birlikte hareket etmek. Deneyimlerini aktarmak için söz alan, sektörde üst düzey yöneticilik deneyimi bulunan ya da daha yolun çok başında olan kadınların çok büyük kısmı söze şöyle başlıyordu: “Aslında ben kadın olduğum için çok büyük sorunlar yaşadım diyemem.” Hayret. Ben ya da tanıdığım birçok kadın, burada ve yazının tamamında kadını en geniş anlamıyla kullanıyorum, söz alan kişilerle aynı dünyada yaşamıyorduk galiba. Derken “ben kadın olduğum için çok da kötü şeyler yaşamadım" diye başlayan kişi şu örneklerle devam ediyordu söze: Küçük gösterdiğimden çalıştığım erkekler beni ciddiye alsın diye daha oturaklı kıyafetler giyiyordum genelde, bir süre ısrarlı asılmalardan o kadar bıkmıştım ki yüzük takıyordum (böylece evli olduğunu düşünüyorlardı), işimiz gereği bazen akşamları da etkinlik takip etmemiz gerekiyordu, böyle zamanlarda eğer yalnız çıkacaksam mini etek giymemeye dikkat ediyordum. Hemen ardından söz alan kadınlardan birinin verdiği örnek ise ben dâhil salondaki herkesten “aaaa” nidasıyla karşılanmıştı. Bu arada bu örneği veren kadının da bir önceki kişi gibi, “ben de aslında X’in dediği gibi kadın olduğum için çok ciddi sorunlar yaşamadım ama” diye söze başladığını belirtmemde fayda var. Üç aylık hamile olan bu kadına iş görüşmesinin ikinci ayağında şirket tarafından “özel durumundan dolayı” birlikte çalışmalarının mümkün olmadığı söylenmişti. Üstelik kadın hamile olduğunu belirtmemiş, şirket bu bilgiyi bir şekilde öğrenmiş ve hamileliği işe alma sürecinde “özel bir durum” olarak göstererek kadınla çalışmamayı tercih etmişti.
Yaşadıkları için o kadınlar adına üzülsem de açıkçası rahatlamıştım, neyse ki hepimiz aynı eşitsiz dünyada yaşayıp sadece ama sadece kadın olduğumuz için erkeklerin aklının ucundan bile geçmeyecek ayrımcılıklara uğruyor, taciz edilmemek için akla hayale gelmeyen önlemler alıyor, hayatımızın her alanında kelimenin anlamıyla eşit haklar için takla atıyorduk. Tek fark, bazılarımız bunun adını koyamıyor, başına gelenlerin sadece kadın olduğu için geldiğini kabullenmiyor, kadın olduğu için başına gelecek kötü şeyin sınırını belki de tecavüz ya da öldürülmek olarak belirliyordu. Şans eseri okuduklarından, tanıştığı insanlardan, rol modellerinden feminist bir bilinç kazananlarımız ise yaşadığı cinsiyete dayalı her tür ayrımcılığı işaret edebiliyor, onun adını koyabiliyor, "bu benim başıma kadın olduğum için geliyor" diyebiliyordu. Tahmin edersiniz ki, bu toplantının sonunda da biri o malûm cümleyi söyledi, hem de söz alan her kadın, sadece kadın olduğu için yaşadığı sıkıntılardan söz ettiği, bir araya gelme nedenimiz tam da bu olduğu hâlde, “hepimiz insanız sonuçta” dedi biri, gözlerim böyle anlarda hep olduğu gibi “klişe timleri”ni aradı. Camlardan, kapılardan girip hepimizi gözaltına alsalardı yeriydi. Bazı kadınların başlarına sırf kadın oldukları için birtakım musibetler gelmediğine bu kadar ikna olmaları, sanki sadece kendine “feminist” diyen kadınların ayrımcılığa uğradığına bu kadar ikna olmaları karşısında kalbim kırılarak ayrıldım o toplantıdan da.
Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie’ye bir arkadaşı, yeni doğan kızını feminist olarak yetiştirmenin yolunu sorar ve yazar, arkadaşı Ijeawele’ye içinde 15 maddenin olduğu bir mektup gönderir. Bu maddeler, ekonomik özgürlükten cinselliğe, dış görünüşünden kendini sevmeye, kendini bir birey olarak görmesinden romantik ilişkilere kadar birçok konu başlığını işler. Giriştiği bu işin en başından cinsiyet ikililiğinin ve heteronormativitenin tuzaklarına düşebilecek bir işken, Chimamanda Ngozi Adichie bu tuzakları, öykülerinden de bildiğimiz bir içgörü ve beyaz olmayan Afrikalı bir kadın deneyimiyle iyi kötü aşmayı başarır. Konu en başından -bir kız olduğu varsayılan bir bebeğe yazılmıştır metin ve heteroseksüel bir kadın olan Adichie’nin perspektifinden verilir tüm tavsiyeler- ikili cinsiyet sistemi üzerinden doğup ilerlese de yukarıda sıraladığım örnekler göz önüne alındığında, bugün toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunun kadınlar için, kadınlar tarafından da, hâlâ “adı konulmamış” bir sorun olarak devam ediyor olması, bu tavsiyeleri dikkate alınması gereken bir önem seviyesine taşır.
Begüm Kovulmaz’ın çevirisiyle yayımlanan Feminist Manifesto, sadece Adichie’nin arkadaşı Ijeawele’ye çocuğunu bir feminist olarak yetiştirmesi için verdiği tavsiyeleri değil, Adichie’nin Aralık 2012’de TedxEuston konferansında yaptığı ve çok konuşulan “Hepimiz Feminist Olmalıyız” başlıklı konuşma metnini de içinde barındıran bir kitap. Yazarın, üniversite eğitimini ABD’de almış ve orada yaşayan Afrikalı bir kadın olarak kendi deneyimleri üzerinden yola çıktığı bu konuşması, özellikle Avrupalı ve ABD’li olmayan kadınların, yani daha muhafazakâr, ekonomik olarak gelişmemiş, toplumsal baskının hâlâ çok ağır bir şekilde hissedildiği ülkelerde yetişmiş kadın ve erkeklerin, toplumsal cinsiyet eşitsizliği sarmalından çıkmaları için zihin açıcı bir yol gösterici niteliğinde. Bir şekilde kız ya da oğlan çocuğu olarak geçirdiğiniz çocukluğunuzu atlatmış, kendinizi cinsiyet belasının elinden kurtarmış, bu ikiliğin yeniden ve yeniden inşasını hayretler içinde izleyen biriyseniz, ya cinsiyetsiz görüyorsanız kendinizi, kitapta okuduklarınız sadece daha fazla öfkelenmenize ve 21’inci yüzyılda hâlâ bunu eleştirmek, tartışmak zorunda olduğunuza inanamamanıza sebep olacaktır. Yine de her “ben feminist değilim” denildiğinde, “ben kadın olarak çok da zorluk çekmedim” diye iddialarda bulunulduğunda, “ama bazı kadınlar da kadınların kuyusunu kazıyor” dendiğinde, yani cinsiyet ayrımcılığı, erkek egemen sistem hakkıyla işaret edilmedikçe, bugünün çocuklarının da bizimle benzer bir kaderi paylaşmaya devam edeceklerini bilmek açısından dikkate değer metinler “Kadınların özgürlüğü için 15 madde” ve “Hepimiz Feminist Olmalıyız”.
Adichie’nin arkadaşına mektubunda yer alan öneriler ağırlıklı olarak heteroseksüel natrans bir kadının gözünden heteroseksüel natrans bir kadın olması öngörülen bir çocuğa öneriler şeklinde. Bunun sebebini de “Aşk ve Romantizm” maddesinde şöyle açıklıyor Adichie: “Aşk ve romantizm de yaşayacak, buna da hazır ol. Bunu onun heteroseksüel olacağını varsayarak yazıyorum- tabii olmayabilir de sonuçta. Ama öyle olacağını varsayıyorum çünkü bu konuda konuşmak için donanımlı hissediyorum kendimi.” Son derece anlaşılır bir sebep. Bunun bir dosta yazılmış tavsiyeler mektubu olduğunu düşündüğümüzde, Adichie’den hâkim olmadığı, öznesi olmadığı bir konuda konuşmasını beklemek belki de kapsayıcı olacağım derken başka duvarlara toslamasına sebep olabilirdi. Tıpkı yazarın daha önce trans kadınların çocukluklarında erkek ayrıcalıklarına sahip olduklarını söylediği gibi. Adichie’nin bir söyleşi sırasında “İnsanlar ‘Trans kadınlar, kadın mıdır?’ diye konuştuğunda benim hissim trans kadınların trans kadın oldukları. (…) Eğer dünyada bir erkek gibi, dünyanın erkeklere verdiği ayrıcalıklarla yaşadıysanız ve sonrasında cinsiyet değiştirdiyseniz, benim için sizin deneyiminizle başından beri kadın olarak yaşamış ve bu erkek ayrıcalıklarına sahip olmamış bir kadının deneyimini eşitlemeyi kabul etmek zor” dediğini hatırlayanlar olacaktır.[1] Erkek varsayılarak büyümüş bir trans kadının deneyiminin bir natrans erkek ile aynı olacağı yanılgısına kapılmak tam da bu deneyimi yaşamamış ya da yaşayan birinin çok yakınında olmamış birinden beklenecek bir şey.
Adichie, toplum tarafından kız çocuğu olarak görülecek ve öyle yetiştirilecek bir çocuk için kaleme aldığı mektubunda, arkadaşına, çocuğunu “toplumsal cinsiyetin saçmalık olduğuna” en baştan inanıp “biyolojik fark” zırvalarının sadece heteropatriyarkal baskıyı meşrulaştırmanın bir başka yolu olduğunu unutmamasını salık vererek başlıyor. Ona evliliği bir ödül olarak görmemesini söyle diyor, evlilikten asla bir başarı olarak söz etme diyor; gerçek arzularına, ihtiyaçlarına, mutluluğuna ters düşerken toplumsal cinsiyet rollerine uygun davranmaması gerektiğini söyle; ona sempatik ve sevimli olmayı reddetmeyi öğret; mini eteği ahlakla ilişkilendirme hiçbir zaman; dünyadaki her kültürde kadın cinselliği utançla bağlantılıdır, cinselliği ve utancı ilişkilendirmemeyi öğret ona…
Verdiği örneklerden, kendisinin ve çevresinin yaşadığı olaylardan, tarihsel kişiliklerin, sanatçıların deneyimlerini ya da kurmaca metinlerini harmanlayan Adichie, “Feminizm 101” niteliğinde bir mektup yazıyor arkadaşına. Feminizme başlangıç dediğimiz şeyin bile cinsiyet ayrımcılığının adını koymak ve ona karşı mücadeleye başlamak için ne kadar önemli bir ilk adım olduğunu anlamak gerek. Adichie’nin verdiği her örnek “Ben aslında kadın olduğum için o kadar da kötü şeyler yaşamadım” diyen kadınların maalesef sokakta rahat yürüyememekten, ev içi emeğin adaletsiz paylaşımına, benzer pozisyondaki erkeklerden daha az maaş almaktan, özel bir durumları olabildiği için (çocuk doğurabilmek gibi) istihdam edilmemeye kadar bugünün temel kadın erkek eşitsizliğiyle yüzleşmemizi sağlayacak nitelikte. “Hepimiz Feminist Olmalıyız” metni ise cinsiyet eşitliği için sadece kadınların değil erkeklerin de yapması gerekenlere, sadece kız çocuklarının değil oğlan çocuklarının da nasıl yetiştirilmesi gerektiğine odaklanan bir konuşmanın kitap için düzenlenmiş hâli.
Feminist Manifesto, oyunlu, içinde feminaların, morla yazılmış cümle öbeklerinin olduğu bir kitap. Okur, önemli cümleler zaten altı çizilmiş olarak alıyor kitabı eline. Kitabın orijinalinin böyle olmadığını belirtmekte fayda var. Belki de konuyu daha anlaşılır, daha ilgi çekici kılmak adına böyle bir çabaya girişen yayınevi, böylesine ciddiyetle ele alınması gereken konuyu hafifleştirmek ve basitleştirmek tuzağına düşüyor. Elimizde küçük iki metin var, kitabın hacmini genişletmek, sayfa sayısını çoğaltmak adına dev puntolar ve her yere savrulan mor renkler kullanılmış olabilir lakin bir çocuk için tavsiyeler içerse de metni orijinalinde olduğu gibi sadece metinden ibaret görmek kitabı daha ciddiyetle ele almayı sağlayabilirdi. Kim bilir belki sonraki baskılarda kitabın güzel kapağının hakkını verecek şekilde bir düzenlemeye gidip feminizmden söz ederken her yere mor renkler, feminalar saçmak gerekmediğine ikna olur yayıncısı.
“Kızına 'toplumsal cinsiyet rolleri' fikrinin tam bir saçmalık olduğunu öğret. Bir şeyi yalnızca kız olduğu için yapması veya yapmaması gerektiğini söyleme ona” (s.25)
Bu uzun mektubu günümüzdeki “feminist kız çocuğu yetiştirme” metinlerinden ayıran özellik, Adichie’nin hem kendi sınırlarını bilmesi hem de tüm sınırlılıklarına rağmen olabilecek en kapsayıcı metni ortaya çıkarma çabası. Bu kapsayıcılığın en önemli sebebi de, yinelemekte fayda var, Adichie’nin beyaz ve üst sınıf bir kız çocukluk yaşantısından gelmediği gibi bugün de Afrikalı siyah bir yazar olarak hem ırkçılık hem cinsiyetçilikle aynı anda mücadele ederek hayatına devam etme çabası. Burada Adichie’nin hayatında yaşadığı önemli bir dönemeçten söz etmek gerek, yazarlığının başlangıcında öykülerinde ırkçılık konusunu daha fazla ele aldığını söylese de, bugün cinsiyetçiliğin kendisinin daha önemli bir gündemi hâline geldiğinden söz eder. Çünkü yaşadığı ırkçılığı kimseye ispatlaması gerekmez. Etrafındaki, en azından onun etrafındaki herkes bilir ki beyazlar ve beyaz olmayanlar arasında eğitim ve sağlık haklarına erişim, ekonomik ve hukukî anlamda gözle görülür bir eşitsizlik vardır. Fakat söz konusu cinsiyetçilik olduğunda, kadın-erkek eşitsizliğini, kadın düşmanlığını işaret etmenin zorluğunun onu bu konuya daha fazla eğilmeye yönlendirdiğini belirtir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sinsiliği tam da burada gözler önüne seriliyor Adichie tarafından. Bugün bu sinsiliği başka hareketlerde de görmek mümkün. Dünyanın her yerinde sol ya da sağ örgütlerin içindeki kadınların da benzer sorunlar yaşadığını biliyoruz. Bir tarafta herkesin gönülden bağlı olduğu, haklılığından şüphe duymadığı bir dava ve bu davanın içinde cinsiyetinden ya da cinsiyet kimliğinden, cinsel yöneliminden dolayı dışlanan, kendini ifade edemeyen kadınlar ve LGBTİ+’lar… Siyah hareketin içinden feminist ve queer hareketin çıkmasının, bunların bazı noktalarda ayrışmalarının sebebi de bu. Adichie de zamanla feminizmle olan ilişkisinin artmasıyla beyaz olmayan kadınların yaşadıkları ve birçoğu beyazlarınkinden ayrışan eşitsizlikleri de dile getirmek zorunda hissediyor kendini. Başarılı bir kurmaca yazarı olarak, gösterdiği yol ufuk açıcı. Düşebileceği tuzakların farkında, eşitlik kavramının tam olarak neyi karşıladığı konusunda çok ayık Adichie ve şöyle diyor: “Toplumsal cinsiyet rollerinin deli gömleğini küçük çocuklara giydirmekten vazgeçersek onlara tam potansiyellerine ulaşacak alanı vermiş oluruz.”
Feminist bir çocuk yetiştirmekten söz ederken, her bölümde ayrı ayrı doğru soruları sormanın önemine değiniyor. Bu soruları da elbette bir yazar olarak dille kurduğu ilişkiden esinle yapıyor, çünkü dili dönüştürmenin neleri değiştirebileceğinin farkında. “Ona dili sorgulamayı öğret. Önyargılarımızın, inançlarımızın, varsayımlarımızın deposudur dil. Fakat bunu ona öğretebilmek için kendi dilini de sorgulaman gerekecek. Bir arkadaşım, kızına asla ‘prenses’ demeyeceğini söylüyor. İnsanlar bunu iyi niyetle söylüyor ama ‘prenses’ sözcüğü varsayımlarla dolu, kızın narinliğini ima ediyor, gelip onu kurtaracak bir prens olduğunu çağrıştırıyor, vb.” (s.41) Adichie’nin arkadaşının iyi niyetle dediklerine katılmıyorum, bir annenin ya da babanın, akrabaların, komşuların bir kız çocuğuna “prenses” diye seslenmesinin ardında bir iyi niyet yok. Çocuğuna prenses diye seslenen bir anne, her ne kadar çocuğunun özgür ve kendi ayakları üstünde duran bir kadın olmasını istese de bununla birlikte sadece meslekî başarısıyla değil evliliğindeki başarısıyla da (doğru beyaz atlı prensi bularak) övünmek için doğru zamanı bekliyor oluyor. Bugün feminizm düşüncesine yakın, cinsiyet ayrımcılığının farkında birçok annenin bile kendi çocuğunun “güçlü bir prenses” olarak yetişmesini hayal ettiğini biliyoruz. Güçlü bir kadın olarak yetişmesini düşleyerek büyütülen kız çocuklarının trans erkek olarak açılma ihtimali, hiç evlenmeme ihtimali, kötü -kendisine layık olmayan bir ırktan ya da sınıftan- bir evlilik yapma ihtimali hâlâ birçok annenin üzerine düşünmeyi bile istemedikleri ihtimaller. Yani bugün, Adichie’nin “Hafif Feminizm” olarak nitelendirdiği hareket, kız çocuklarının güçlü kadınlar olmasını hayal ederken o çocukların güçlü kadınlara değil de başka bir şeye dönüşme ihtimalini kapının dışında tutarak yapıyor bunu.
Adichie’nin sıraladığı maddelerin Türkiye gibi geleneksel ve baskıcı toplumlar için ayrı bir önemi var. Çocukluğunu Nijerya’da geçiren yazar, özellikle siyah bir kadın olarak toplumsal cinsiyet rollerinin onun yoluna ne gibi taşlar koyduğunu, kültür ve gelenek denilen şeyin erkek egemen toplum tarafından nasıl manipüle edildiğini de anlatmaktan geri durmuyor. Toplumsal güzellik konusuna dair söyleyecek önemli şeyleri var Adichie’nin. Beyaz ve zayıf olmanın bir güzellik standardı olduğu dünyada, beyaz olmayan çocuklara kendilerini ve bedenlerini sevmelerini tekrar tekrar söylemek önemli. Afrikalı Amerikalı kadınların kısa saçlarını uzatmak, kaynak ya da Afrika örgüsü yaptırmak için, kuaförde saatlerini geçirdiklerini öğrendiğimde, onların benim hiç yaşamadığım başka bir ayrımcılığa daha maruz kaldıklarını öğrenmiştim. Beyaz olmayan bir kadının kendi güzelliğini olduğu hâliyle kabul etmesinin ve beyazlığı, uzun saçı, zayıflığı bir ölçüt olarak görmemesinin zorluğu kimi zaman sisteme değil beyaz kadına karşı bir öfkeye de dönüşebilirken, Adichie bu konuyu her zamanki yoldan ilerlemeyerek ele alıyor mektubunda: “Ona Afrikalıların ve Siyahların güzelliğini ve direncini de üstüne basa basa göster. Neden mi? Çünkü nerede olursa olsun, dünyadaki güç dinamikleri yüzünden beyaz güzellikler, beyaz beceriler, beyaz başarılar görerek büyüyecek. (...) İnce, beyaz kadınların güzel olduğunu, ince olmayan, beyaz olmayan kadınların da güzel olduğunu öğret ona. Ana akım ve kısıtlı güzellik anlayışını çekici bulmayan pek çok birey ve kültür olduğunu bilsin.” (s.59)
“‘Eğer şöyle olsaydı’ önemli olurdum değil. ‘Şöyle olduğu sürece’ önemli olurdum değil. Eşit ölçüde önemliyim. Nokta.” (s. 13)
Bugün farklı sınıflardan, farklı ırklardan kız çocukları belli şartları sağladıkları derecede önemli olacakları bilinciyle büyütülüyor. Birçok erkek çocuğunun aksine. Bir hanımefendi gibi olmaları, namuslarını korumaları, ev işlerini yapmaları, iyi bir evlilik yapmaları, çocuk doğurmaları ve onları en iyi şekilde yetiştirmeleri, kadınların toplum ve aileleri gözünde “önemli” olmaları ve sevilmeleri için aşmaları gereken küçük engeller.
Bu durum oğlan çocukları için de farklı değil. Ama şöyle bir farkla, erkek olduğunu fark eden bir çocuğun gelişimi dışa doğru, yayılmacı bir şekilde büyümek zorunda bırakılırken, kız çocuğununki tersine içe doğru olmak zorunda bırakılıyor. Bu noktada iyi bir örnek veriyor Adichie, bu da çift yönlü bir düşünme pratiği sağlıyor okuyana. Bu çift yönlü bakış açısı “feminizm erkekleri de kurtaracak” sözünün haklılığını örneklerle göz önüne sermeye yarıyor. İlkokulda sınıf başkanlığı seçimini bir sınavla yapıyor öğretmenleri. Sınıf birincisi olan kişi başkanlığa hak kazanacak. Adichie, birinci oluyor. Fakat öğretmeni kız çocuklarının başkan olamayacağını söyleyip ikinci olan oğlan çocuğunu başkan yapıyor. Burası önemli: Başkan olan çocuğun sınıf başkanlığı yapmak, öğretmen yokken konuşanların adını tahtaya yazmak, elinde öğretmen sopasıyla sınıfı hizaya sokmak umurunda bile değil. Kendi hâlinde kibar bir çocuk. Adichie ise başkan olmak konusunda çok istekli. Sadece kız çocuğu olduğu için onun elinden başkanlığı almakla kalmıyor sistem, aynı zamanda bir oğlan çocuğuna “kız gibi” olmaması gerektiğini, daha sert, daha disiplinli ve daha güçlü olmasını da öğütleyip onun kırılabilirliğini, yaralanabilirliğini de elinden alıyor.
Kimse kolay kolay, kadın olmakta olan bir kız çocuğu olduğu kendisine toplum ve ailesi tarafından fark ettirildikten sonra koşulsuz olarak “önemli” olabileceğini düşünmüyor. Kendisine fark ettirildikten sonra diyorum çünkü birçoğumuzun yaşadığı bir deneyim bu, ne zaman ki mahallede, okul bahçesinde oynayan çocuklardan biri değil de bir “kız çocuğu” olduğumu öğrendim, benim için hayat bir daha eskisi gibi olmadı. Ta ki bana giydirilen cinsiyet giysisini reddedene kadar. Bugün hâlâ kamusal alanda kadın olarak kabul edilen ve buna dayalı cinsiyet ayrımcılığıyla karşılaşabilen biri olsam da kendi önemime dair hiçbir şeyin bana uygun görülen cinsiyetle alakalı olmadığını biliyorum. Bunu feminizm sağladı. İyi bir evlilik yapmak umrumda olmadığında bunu yapmadığım için kimsenin bana kendimi kötü hissettiremeyeceğini biliyorum. Çocuk doğurmak ya da doğurmamak umrumda olmadığında değerimin bunun üzerinden belirlenemeyeceğini biliyorum. Oysa bugün hâlâ birçok kadının evlenmemeyi, boşanmayı, bekâr bir anne olmayı, anne olmamayı toplum, ailesi ve en kötüsü kendi nezdinde yenilgiyle çıktığı bir savaş gibi gördüğünü biliyorum. Tüm bu kadınlara değerli olduklarını, herhangi bir beklentiyi karşılamamış olmanın onların değerinden bir şey kaybettirmediğini, Adichie gibi yüksek sesle ve tekrar tekrar söyleyen, bu sözünü kitlelere ulaştırabilen yazarlara bu yüzden ihtiyaç var. Bu bilince ulaşma imkânı verilmemiş, erkek egemen bir toplumda varolmanın yolunun ataerkinin koyduğu kurallarla oynamak olduğunu öğrenmiş kadınları cahillikle ve feminist bilince sahip olmamakla suçlayanlara değil.
Feminist yürüyüşlerin en sevdiğim sloganlarından biri, “Ev işlerini Marslılar yapsın”. Peki, henüz Marslıları böyle bir iş için istihdam etmemiz mümkün olmadığına göre, heteroseksüel ailede ev işlerini, çocuk bakımını kim yapacak? Adichie arkadaşı Ijeawele’ye çocuğunu bir feminist olarak yetiştirmekle ilgili maddelerini sıralamadan önce anne ve baba için de iki önemli madde iliştiriyor mektubuna. Anne için “Tam bir birey ol” ve her iki ebeveyn için “Her şeyi birlikte yapın”. İlk madde anne olan bir kadının kendi bireyliğini anne ve kendisi olarak bölmemesine, kendine zaman ayırmasına, bir anne olarak etrafındaki herkesin ondan süper kahramanlık talep etmesine rağmen yardım istemekten çekinmemesine dair. İkinci madde ise, babayla yani Ijeawele’nin eşiyle de ilgili, onu da çocuk bakım ve yetiştirme sürecine dâhil etmeye dair. “Her şeyi yüzde elli-elli bölüşmekten veya her gün skor tutmaktan söz etmiyorum; çocuk bakımını eşit olarak paylaştığınızı hissedeceksiniz zaten. Ona gücenmemenden anlayacaksın bunu. Çünkü gerçek eşitlik olduğunda güceniklik de olmaz.” (s.22) Bugün çocuk yetiştiren birçok anne, o telaşın içinden kafasını bir an olsun kaldırıp baktığında çoğu zaman kendini yalnız başına buluyor. Büyükanneler evine, baba işine döndüğünde çocuğun bakımı tamamen kadının görevi olmaya başlıyor.
Bugün hâlâ çocuklarının bakımına ya da ev işlerine “yardım” eden erkeklerin alkışlandığı bir dünyada yaşıyoruz. En azından bizimki gibi ülkelerde durum böyle. Mektubunda feminist bir çocuk yetiştirmek için yola çıkan arkadaşına şöyle sesleniyor Adichie: “Chudi çocuğuna bakmakla sana ‘yardım’ etmiş olmuyor. Yapması gerekeni yapıyor. (...) Chudi’nin ‘bebek bakıcılığı’ yaptığını söyleme sakın -bakıcı, birincil sorumluluğu baktığı bebek olmayan kişiler için kullandığımız bir tanımdır. (...) Arkadaşım Nwabu, çocukları küçükken karısı onları terk ettiği için, ‘Bay Anne’ye dönüştüğünü, çocuklara her gün kendisinin baktığını söylemişti. Aslında ‘Bay Anne’ olduğu falan yoktu, yaptığı şey babalıktı.” (s.22-23) Annelik hayatının her döneminde ikinci plana atılmış kadın için bir hükümranlık alanı. Adichie, bunun birçok kadının kolayca düşebileceği bir tuzak olduğundan söz ediyor: feminizm karşıtı ya da kadın düşmanı birçok kadın ve erkeğin, söz konusu cinsiyet eşitliği olduğunda, kolayca geldiği bir nokta vardır. Bugün kadınları öldüren, onlara tecavüz eden, kendini kadınlardan üstün gören erkeklerin de “bir anne” tarafından yetiştirildiği. Böylece yüzyıllar süren erkek egemenliğinin, giderek bu sistemde kendini var etmek için türlü yollar bulmaya çalışılmasının hesabı yine kadına kesilmiş olur. Kimse, hatta kendini feminist olarak tanımlayan birçok kadın bile tek tek o kadınlarla derdi olmaması gerektiğini, asıl değişmesi gereken şeyin heteropatriyarkal sistem olduğunu düşünmez, düşünmek istemez çünkü kurbanı bir kere daha kurban etmek faille, sistemle hele de bu kadar büyük, tüm toplumu ve tarihi arkasına almış bir düşmanla mücadele etmekten her zaman daha kolaydır.
Bugün hepimiz reklamlardan filme, ailemizden sosyal çevremize ve okullarda işlenen derslere ve ders kitaplarına kadar heteronormatif, kadın-erkek ikiliğine dayalı bir dünya imgesiyle büyüyoruz. Bunun tersinin varolacağını düşünmek ancak farklılıklarla karşılaşmamızla mümkün oluyor ki birçoğumuz bu farklılıklarla hiçbir zaman karşılaşmadığı gibi kendine dair farklılıkları görmek ve bunu kabullenmek konusunda da büyük zorluklarla karşılaşıyor. Adichie, “Ona farkı öğret” maddesinde arkadaşına çocuğunu farklılığın “normal” olduğunu, “normal” varsayılan her türlü varoluş şeklinin toplumun ve kültürün dayatmasından başka bir şey olmadığını öğretmesini de tavsiye ediyor. Adichie, “Ona bazı insanların eşcinsel olduğunu bazılarının olmadığını anlat. Bazı çocukların iki annesi veya iki babası vardır” (s. 90) derken bile bu cümleyi her zaman yapıldığı gibi “bazı insanlar heteroseksüeldir bazıları değildir” şeklinde kurmayarak heteroseksüel olmayı bir norm eşcinsel olmayı ise onun tersi veya norm dışı olanı norm dışı görmemeyi sağlamış oluyor. Fark vurgusu söz konusu olduğunda, Adichie eleştirel bir çocuk yetiştirmenin önemini vurguluyor. “Hepimiz Feminist Olmalıyız” metninde verdiği şu örnek de yine yazarın “yarı yarıya”nın her zaman eşitlik anlamına gelmeyeceği vurgusunun ne kadar önemli olduğunu gözler önüne seriyor: “Lise çağında bir kız ve bir erkek dışarı çıktılar diyelim. İkisi de cep harçlığı alan yeniyetmelerdir. Fakat hesabı her zaman erkeğin ödemesi beklenir, erkekliğini kanıtlamanın yoludur bu. (...) ‘Hesabı erkek öder’ yerine ‘hesabı daha fazla parası olan öder’ diye düşünseler iyi olmaz mıydı?” (s. 111) Bu düşünce şeklini başka alanlarda da sürdürüyor Adichie. Herkesin sağlıklı ve sağlam olduğu bir senaryonun da insanlar arasındaki farkı nasıl görünmez kıldığını ve eşitsizliği perçinlediğini dile getiriyor. “Ona ev geçindirmenin erkeğin rolü olmadığını öğret. Sağlıklı bir ilişkide evi kim geçindirebiliyorsa o geçindirir.” (s. 85) Her ne kadar bu cümlede ilişkiyi tarif etmek için “sağlıklı” kelimesinin seçilmesi niyetin kendisiyle çelişse de, evi geçindirmek denilen şeyin illâ erkek ya da kadın arasında paylaşılması gereken bir görev de olmadığını belirtmesi yine standart “güçlü kadınlar” mitini de yıkmaya çalışan bir girişim.
Belki de kitabın en önemli kısımlarından biri bu. Eleştirel bir çocuk yetiştirmek, ona farkı öğretmek, etrafında gördüğü ve ona dayatılan toplumsal cinsiyet rollerini aşabilmesini sağlamanın yolu gibi. Baskıdan, steryotiplerden, cinsiyetin iki olduğu, o cinsiyetlerin de belli kodları olduğu yanılgısından bir çocuğu kurtarmanın en işlevli yolu gibi ona eleştirmeyi öğretmekle başlıyor gibi görünüyor. Tabii ki Adichie'nin en baştan uyardığı gibi, tüm bunları yapsanız bile çocuğunuzun sizin aklınızdaki gibi biri olmama ihtimalini de her zaman göz önünde bulundurmak gerekiyor.
[1] http://www.5harfliler.com/hepimiz-trans-kapsayici-feminist-olmaliyiz/