Entelektüel ölüm ve Satranç üzerine

Duende Tiyatro tarafından sahnelenen Satranç’ı izledikten sonra içinizde bir mücadele ışığı, direnme gücü bulma olasılığınız çok yüksek

14 Mart 2019 09:30

Son birkaç yılda İstanbul sahnelerinde gördüğün en belirgin değişiklik nedir diye sorsalar, “tek kişilik oyunların varlığı” diye cevap verirdim. Farklı sebeplerle tercih edilen tek kişilik oyunların tiyatrolar için sağladığı kolaylıklara rağmen seyirci için zorlayıcı bir deneyim olduğu hepimizin malûmu. Çoğu zaman boş bir sahnede veya yok denilecek kadar az sayıdaki aksesuarla kotarılan yapımlarda izleyicinin dikkatini, ilgisini sahne üzerinde tutmak adına oyuncuya ve rejiye düşen ağır yükün altından her yapımın alnının akıyla kalktığını söyleyemeyiz. Ancak seyircilerin bu konudaki deneyimi arttıkça tek kişilik oyunların izlenme sıklığıyla birlikte bu tür oyunlarla alınan ödül sayısı, oyunların niteliğindeki artış çıplak gözle görünecek kadar çoğalıyor. [1]

Raflarda sıklıkla gördüğümüz Stefan Zweig kitaplarının sebebi bir röportajda şöyle açıklanmış; “Zweig hiçbir zaman ümitsiz değildir; yapıtlarını okuyanı yüreklendiren, ona yaşama sevinci veren bir umut yazarıdır. Eminim ülkemizde okurlar Zweig’ı daha çok insancıl, barışsever olduğu için yeğliyor.” [2]

Zweig’ın 1942 yılında intihar etmeden önce yazdığı son kitap olan Satranç, bu yıl Duende Tiyatro tarafından sahnelenmeye başladı. Duende Tiyatro'yla tanışmama sebep olan Çağrılmayan Yakup da yine tek kişilik bir oyundu. Sahneye taşınması da izlemesi de belirli bir çıtanın üzerinde çaba gerektiren bu yapımların oyuncusu ve yönetmeni İpek Taşdan’ı tanıdığıma çok memnun olduğumu söylemeliyim. Şiiri de romanı da sahneye çıkarırken yaptığı buluşlar, metinlerin dilini sahnede oyunculukla çözme çabası, yapıtların düşünsel arka planını belirginleştirirken, beden diline ilişkin arayışlarının verimli sonuçlarıyla haz veren bir gösteri sunuyor.  

Metnin dilinin sahnede nasıl çözüldüğünden bahsedebilmek için önce Satranç’ta neler olup bittiğini kısaca özetlemek gerekebilir. New York’tan Buenos Aires’e yapılan bir gemi yolculuğu zamanında geçen romandaki anlatıcı sayesinde yolcularla tanışırız. Doktor B., dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic ve MacConnor’ın yanı sıra, diğerleri diye özetlenebilecek seyircilerin gözleri önünde cereyan eden bir satranç turnuvasının ardındakiler, romanın temel çatısını oluşturur. Test tekniğiyle sınav sorusu çözüp en yüksek puanlı okullara girebilen ama sadece test tekniği bilen öğrencilerin yetiştiği dünyanın o uzak ülkesindekilere benzeyen Czentovic’le “başarıyı saplantıya dönüştürmüş megalomanlardanMacConnor’ın aynı masada satranç oynamasının yaratacağı şenliğe içinden kıs kıs gülen anlatıcının bile beklemediği bir gelişmeyle yeni bir açılıma giden roman ve oyun, karşımıza gizemli Doktor B’yi çıkarır. Parti başına 250 dolar vererek satrançta olmasa da para konusunda kendine güveni tam MacConnor’ın güreşe doymaz hâline bakıp oyun dışından ufak müdahalelerde bulunan Doktor B. satrançtaki başarısıyla o âna kadar kimsenin yüzüne bakmaya tenezzül etmeyen Czentovic kadar anlatıcının da ilgisini çeker. Sayesinde bizler de doktorun hikâyesine kulak misafiri oluruz; satrançtaki ustalığının küçük yaşlardan itibaren kazanılmış bir ilgi değil, zorunluluktan, acı veren bir yalnızlık ve yalıtılmışlıktan kaçışın can simidi olduğunu öğreniriz.

 

Doktor B., Nazi rejimiyle ilgili; diğer birçok Yahudi gibi fırınlarda yakılmak, ölesiye çalıştırılmak gibi türlü türlü ölüm çeşitlerinden birine layık görülmeyip mutlak yalnızlığa maruz kalmak suretiyle ruhuna işkence edilmekteyken bir askerin paltosundan çaldığı satranç kitabı sayesinde akıl sağlığını korumaya çalışır, zihninden oynadığı satranç konusunda da ustalaşır. Uzunca sayılabilecek bir cümleye sığan işkencenin korkunçluğunu anlamak için birazcık düşünmek bile yetiyor. Zaman üzerine yazılmış bir kitapta can sıkıntısı ve zaman ilişkisini araştıran şu cümleler, Doktor B.’nin durumuna tercüme edilebilir belki; “Zamanın kendisinin içi boşalır. Ya da zaman, şeyleri bir araya toplayarak bağlayan çekim kuvvetinden yoksun kalmıştır. Can sıkıntısı nihayetinde zamanın boşluğundan kaynaklanır. Zaman artık vaadini yerine getirmez. Eyleyen öznenin özgürlüğü zamansal bir çekim kuvveti üretmeye yetmez. Eyleme geçme itkisi yeni bir nesneye bağlanmadığında, can sıkıntısın yol açan içi boş bir zaman aralığı ortaya çıkar.[3] 

Anlatı zamanlarının iç içe geçmesi yapıtın hem çekici hem de zorlu katmanı. Oyunun sahne dışında Doktor B’nin maruz kaldığı işkence ve Czentovic’in geçmişi yer alırken, sahne üzerinde gemi yolculuğunu görüyoruz, oyun sahne üzerinde başlamadan evvel fuayede çıplak ayakları ve paltosuyla yanımızda yürüyüp duran İpek Taşdan şimdiki zamanımızı bir süreliğine talep ediyor, hepimizi o gemiye davet ediyor. Işıklar karardığında, şimdimizi çıkışta dönüşüme uğramış hâlde geri almak üzere anlatıcının ellerine teslim ediyoruz. İki defa izlediğim oyunun (Kadıköy Halk Eğitim ve Kozzy Alışveriş Merkezi)[4]küçük bir salonda, seyirciye çok daha yakın mesafede bambaşka bir etki yaratacağını düşünmeden edemiyorum. Oyunun başında maruz kaldığımız karanlık da, sahne üzerinde gölgeler oluşturarak yaratılan tekinsiz ortam da küçük bir sahnede çok daha etkileyici olurdu.

Boş sahnede kocaman bir boyacı merdiveninden ibaret dekorun anlatıda geçen her yere dönüşebilmesi yukarıda sözünü ettiğim metnin dilini çözme başarısıyla ilgili. Anlatı zamanının her değişimi merdivenin duruşuyla, devrilmesiyle, evirilip çevrilmesiyle destekleniyor. Oyuncunun küçük buluşlarıyla değişen her mekân gözümüzde canlanıyor; Doktor B.’nin yalnızlığının ortağı otel odasındaki sıkıcı ayrıntıların değişmezliğini, pencerenin çatlağını görüyoruz, sorguya götürüldüğünde hissettiği çaresizliğe merdivenin tepesinde yapayalnız otururken şahit oluyoruz, bir basamağa dizilen satranç taşlarına bakıp masanın etrafındakileri veya doktorun zihnindeki kareyi algılıyoruz, aylar sonra hapsedildiği otel odasından çıktığı zamanı merdivenin içine girerek anlattığında hâletiruhiyesiyle ilgili neler söylediğini duyuyoruz, satranç taşlarının zihnine sığmayıp bedeninden, odasından taştığını kırılmış aynadan izliyoruz.  

Anlatıcının benimsediği telaşsız tavır Doktor B.’nin hikâyesindeki asil direncin hakkını veriyor, sabırla açtığı oyunlar gibi sahne dışını gözümüzün önüne soğukkanlı bir kararlılıkla getiriyor. Seyircide doktora saygı ve hayranlık uyandıran bu ifade biçimi Czentovic’in kurgudan ibaret kendine güveniyle mükemmel bir karşıtlık oluşturuyor. Rol kişilerinin özellikleri gözümüze sokmadan ince ince işlenmiş bir oyunculuk araştırmasıyla kotarılmış, haz veren bir seyir hâline dönüşmüş.

Romandaki anlatıcının tersine doktorun hikâyesini bir kadının anlatmasına ilk izlediğimde şaşırmıştım; erkekler dünyasında ve erkekler arasında geçen bu direnç, inat ve umut anlatısının bir kadın oyuncunun elinde neye dönüştüğünü gördükçe kendi kurguladıkları dünyada savaşan, yarışan, konuşan erkeklere yapılan bu müdahaleyi daha çok sevdim. Böyle güzel bir direnişi yaşayan olmasa da anlatan bir kadın olması bugünden geriye bakınca daha iyi bir fikir gibi gelmeye başladı. Barbarlığın bir döneme ve bir topluluğa ait olmayıp her an saldırıya geçmeye hazır bir yaşam biçimi olduğunu, sınırların içinde bir yol bulmanın mümkünlüğünü, kendine bile meydan okuyarak umuda yol almanın gerekliliğini bir kadının dile getirmesinden daha samimi ne olabilirdi? Sofistike bir sahne olayı izlemekten alacağınız hazzın yanı sıra, Satranç’ı izledikten sonra içinizde bir mücadele ışığı, direnme gücü bulma olasılığınız çok yüksek.

Oyunun  künyesi:
Çeviren: Ahmet Cemal
Yönetmen-Oyuncu: İpek Taşdan
Hareket yönetimi: Beliz Demircioğlu
Müzik direktörü: Alican Kargın

  


[1]Tek kişilik oyunlar üzerine kapsamlı bilgi edinmek isteyenler bu linklere bakabilirler: https://www.academia.edu/35878270/Monodram_Tiyatrosuve https://www.academia.edu/36285889/Deneyim_Anlatıları_Narratives_of_Experience_ (Erişim tarihleri 12.03.2019)

[2]https://www.karar.com/hayat-haberleri/zweig-umut-verdigi-icin-cok-okunuyor-1078417

[3]Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, s.88, Metis Yayınları

[4]Mekânların ismini yazarken yaşadığım yabancılaşmayı (kendi kendime) bu cümlede önerdiğimin kanıtı kabul ediyorum.