Tanıl Bora: “Yücel, Doğu-Batı ayrımını kırmayı sağlayabilecek bir figür.”

"Yayıncı, editör, denemeci, akademisyen, çevirmen Tanıl Bora’dan bu kez de bir biyografi çıkageldi. Kuruluş yıllarının en tartışmalı işlerine imza atan, “Kültür Adamı” Hasan Âli Yücel’in biyografisini Tanıl Bora’nın şefkatli ve analitik kaleminden okumak, bundan sonraki biyografi çalışmaları için iştahlandırıcı bir etki yaratıyor."

25 Mart 2021 20:30

Hasan Âli Yücel, bir “entelektüel biyografi” kitabı. Şimdiye kadarki verimlerinizden farklı olarak bu kez bir biyografi kitabıyla çıkageldiniz. Bir biyografi çalışmasına girişmek nereden çıktı? Ve neden Hasan Âli Yücel?

Bu soruyla çok karşılaştım. Biyografi türünü çok sevdiğimi, zevkle okuduğumu ve yazmaya özendiğimi burada da tekrarlayayım. Yani “özenme” faktörü var. Neden Yücel derseniz, bu soruyla da karşılaştım. Buna bu defa Žižek hazretlerinin meşhur ettiği “paralaks” kavramıyla izahat getireyim. Malum, gözleyenin konumunu değiştirmesiyle bir nesnenin konumunun değişmesini, değişik bir yanıyla-haliyle görünmesini anlatıyor bu kavram. Yunanca düz anlamıyla, bir o yana bir bu yana itip çekmek anlamına geliyor. Žižek paralaks kavramını birbirine yakın duran ama aralarında bağ kurulmayan veya görülmeyen olguları bağlantılandırmanın imkânı olarak kullanıyor. Milliyetçiliğe ve dine-dindarlığa Yücel üzerinden bakmak veya Yücel’le bu ikisini bağlantılı incelemek bir paralaks “açısı” sunuyor bence. Hem Yücel’e yapışmış imge ile, hümanist-Aydınlanmacı imgesi ile milliyetçiliği ve dini-dindarlığı böyle “çapraz açıdan” incelemek görüş açımızı genişletiyor. Yücel buna elverişli bir figür. Ayrıca genel olarak milliyetçiliği-milliyetçilikleri, Kemalizm’i-Kemalizmleri yorumlamak için zengin bir malzeme sağlıyor bize. Ayrıca Türkiye’de anti-komünizmin inşasının bir nişan tahtası olmuş kendisi, Türkiye’de resmî ideolojinin yapısal bir unsuru olduğunu düşündüğüm anti-komünizmin de tarihine ışık tutuyor.

Türkçe literatürde en zayıf olduğumuz konulardan biri şüphesiz biyografik çalışmalar. Koca bir boşluk söz konusu. Hasan Âli Yücel ise bu alandaki en taze ve sıkı örnek. Biyografi/otobiyografi eksiğimizin nedenleri nelerdir sizce?

İki temel müşkül var. Birincisi arşiv ve “evrak” kıtlığı. Günlük tutma âdetinin, mektup koleksiyonlarının kıtlığı. İkincisi, kamusal şahsiyetlere bakarken ya övgüye boğma ya sövgüde boğma eğiliminin baskın olması. Sempati ve antipati duymak gayet anlaşılır bir şey; bir kamusal şahsiyetin veya “kendi halinde” bir şahsiyetin de başkalarınca sempati duyulacak ve antipati duyulacak yanları olabilir. Bence bunu belli ederek yazmak mümkün. Muhakkak neden, neyi, nasıl yaptığını veya söylediğini anlamaya çalışmak gerekir. Hem de “hislerini” belli etmek nesnelliğin icabıdır bence. Bir müşkülü daha ekleyeyim: Hem arşiv malzemesi kıtlığını ikame etme saikiyle hem de yüceltme eğiliminin etkisiyle bir romantizasyon eğilimi oluyor, hatta romanesk tasvirlere meylediliyor biyografi yazımında. Bundan da hoşlanmıyorum.

Biyografi son derece netameli bir çalışma alanı. Bir insanın hayatını hemen tüm yönleriyle ele almak, yokluğunda o insana yaklaşma, kavrama çabası. Hasan Âli Yücel’le nasıl bir ilişki kurdunuz? Politik ve/ya estetik açıdan yakınlaşmak size neler kattı?

Başlangıçta “sınırlı sorumlu” bir entelektüel biyografi yazmayı düşünmüştüm. Yücel’in sadece yazdıklarını, konuşmalarını inceleyerek… Gerçi kitabın ağırlığı yine orada ama çalışırken hayat hikâyesine öngördüğümden daha fazla eğildim. Halihazır hayat hikâyesi anlatımlarında birçok ayrıntının bulunmadığını fark etmem de beni buna teşvik etti. Özellikle Kemalist neşriyattaki malzemeyle muhafazakâr neşriyattaki malzemeyi bir araya getirmekle, hayat hikâyesine bir iki tuğla ilave ettiğimi sanıyorum. Eh, bir insanın hayat hikâyesiyle meşgul olmak hevesli, heyecanlı bir iş elbette. Bir hayata mercek tutmak insanın duygusal ufkunu genişletiyor. Yücel’in yazı macerasına, yazı envanterine eğilmek de öyle; bir dil zevki, edebi bir zevk veriyor.

Cumhuriyet tarihine ve Kemalizm’e eleştirel yaklaşan bir entelektüel olarak Cumhuriyet’in “kurucu” kadrosunun önde gelenlerinden olan bir ismin hayatına/zihnine yaklaşırken Hasan Âli Yücel’in kültürle kurduğu ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

Kültüralizm kavramıyla tanımlarım. Farklı nüanslarla kullanılabilen bir kavram; şu anlamda kullanıyorum: Kültürü toplumun zembereği gibi düşünmek, toplumu esas olarak “kültür”le tarif etmek... Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr cenahta da kültüralizm güçlüdür. Yüksel Taşkın Milliyetçi-Muhafazakâr Entelijansiya adlı kitabında bunu ortaya koymuştu mesela. Onlar “milli kültürü” her nasıl tanımlıyorlarsa, toplumun “altyapısı” gibi görmeye yatkındılar. Adı üstünde, muhafazacı-korumacı bir kültüralizm. Yücel’in kültüralizmi ise değişimci-dönüşümcü bir kültüralizm. Temel dava olarak gördüğü modernleşmenin ve medenileşmenin –ki milli varlığın muhafazası da ona bağlıdır, ona göre– kültürel dönüşümle mümkün olduğunu düşünüyor. Bu dönüşümü “öze dönüşle” özdeşleştirerek de hem meşrulaştırıyor hem tahkim ediyor. Bu, 1960’larda Kemalizm’in soldan eleştirisinde çokça üzerinde durulan bir noktaydı: Kemalizm’in “üstyapı devrimcisi” olduğu, toplumu iktisadi değil, kültürel müdahaleyle değiştirmeye kalktığı. Buna karşı köy enstitülerini, bir ucundan, iktisadi dönüşümle kültürel dönüşümü bitiştirme iddiasında bir proje olarak öne sürenler de vardı, vardır. Yücel’i, bu özetlemeye çalıştığım bağlamda “kültüralist” olarak tanımlıyorum. “Kültür adamı” olması, kültürel faaliyetlere adanmışlığı, o alandaki cevval üretimi de bununla alakalıdır.

Bir solcu olarak, anti-komünist bir milliyetçiye yaklaştıkça ne gibi farklılıklar gözünüze çarptı? “Haksızlık etmiş olma” kaygısı ne kadar rol oynadı çalışmanızda?

Yücel “anti-komünist bir milliyetçi”den ibaret değil. Anti-komünist olduğuna şüphe yok, fakat anti-komünizmi “dinleştirmiş” olanlardan değil. Anti-komünist paranoid dilin bazı kalıplarını kullanmaktan geri kalmamakla beraber, daha ziyade gayrı komünist demek daha doğru olur. Milliyetçiliğiyle ilgili ise, ilk soruya cevapta da biraz işaret etmiştim buna, ilgiye değer olan, kritik olan, farklı milliyetçilik lehçeleri arasında gidip gelmesi. Vatandaşlık esaslı, hümaniter, “sivil” milliyetçiliği benimsiyor esas olarak, ama yer yer, zamana zemine göre, etno-merkezci bir anlayışa meylettiğini de görebiliyoruz. Fazla değinmemiş ama mesela Kürtlere bakışı… Yok saymakla “çıban” olarak görmek arasında salınan satırları var; milli bütünlüğe sadakat koşuluyla dil hakkını tanır gibi olduğu satırlar var; Irak’ta Kürt kimliğinin tanınmasına karşı Türk kimliğinin temsil hakkını savunurken Türkiye’deki Kürtleri tamamen unutarak konuştuğu satırlar var.

Yücel’in toplamda milliyetçiliği “hümanizmle” ve evrenselcilikle telif etmeye ayarlı olduğu doğrudur, ama böyle sekmeler de var. Tutarsızlıkları “açığa çıkarmak” değil benim derdim. İşte “paralaks açısının” işe yaradığı yerler buralar! Tutarsızlık addetmemek de mümkün, Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’nin bir semptomunu görebilirsiniz burada. Görürsünüz de sahiden. Veya tutarsızlıkları daha “normal” görerek de bakabilirsiniz. Mutlak tutarlılık ne kadar mümkündür? Tutarsızlıklar çözülemeyen problemleri, baş edilmeye çalışılan çelişkileri yansıtır, bazen düşünsel değişim ve arayışı yansıtır. Aslolan ince ayrımları gözetmek, teferruata dikkat etmek. Tutarsızlıklara, çelişkilere belirli bir şefkatle yaklaşmak. Her seferinde hak vermezsiniz, anlayışla karşılamazsınız ama sormak lazım: Neleri düşünmüş olabilir, neyi dert etmiş olabilir, neye “takmış” olabilir?

“Tek Adam” rejimi içerisinde kültür politikaları üretmiş ve uygulamış bir isim olarak Hasan Âli Yücel’in “iktidar”la veya “iktidar”ın onunla kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz?

Çok özet söylersek: İktidarı sevmiş, istemiş ve sonra iktidar onu kullanıp atmış. Kudret kullanmaya çok düşkün olduğunu sanmıyorum, o anlamda iktidar hırsı yok. Daha ziyade, “sevilmeye teşneliğinin” bir fonksiyonu olarak iktidar ikbalini sevmiş. Onun yanında elbette, zamane tabiriyle “projeleri olan” bir adam olarak, onları gerçekleştirmek için iktidar kullanmayı istemiş. Tek parti iktidarının rıza üretim ihtiyacını karşılamak için, kalifiye ve sadık yurttaş yetiştirme talebini karşılamak için o dönemde yapılabilecek herhalde en “kaliteli” işleri yapmaya çalışarak, objektif olarak başarılı da olmuş. Ancak dünya savaşının bitişi ve anti-komünizm ihtiyacının hâsıl olmasıyla, özellikle Köy Enstitüleri’nin bir komünizm tehdidi olarak sivrilmeye elverişliliği yüzünden (veya sayesinde!), rejimin daha milliyetçi-muhafazakâr bir rotaya girmesinin bir alameti olarak, tasfiye edilmiş. Başarısıyla ve başarısından ötürü biraz “havaya girmesi” ile siyaset ve bürokrasi mahfillerinde hasımlar yaratmış tabii, onun da tasfiyesine katkısı olmuş.

I. Türk Neşriyat Kongresi’yle Hasan Âli Yücel, yayıncılık tarihimizin de özel isimlerinden biri. Bir yayıncı olarak dönemin yayıncılık hedefleriyle bugünkü yayıncılığımızı karşılaştıracak olsanız...

Yücel’in memleketin yayıncılık-editörlük tarihinde de bir yeri var. Yazmak kadar yazdırmayı da seven bir adam. Yazma ve çeviri yapma kabiliyeti gördüğü herkesi teşvik etmiş, imkân sağlamaya çalışmış, I. Neşriyat Kongresi’nin en önemli sonucu elbette klasik çevirileri projesi. Hatta bu kitapla ilgili Star’a çıkan bir yorumda, milliyetçi-muhafazakâr bir yazar, Yücel’in tercümeler projesinin Köy Enstitüleri’nde daha önemli, daha kalıcı sonuçlar bıraktığı kanaatini dile getirdi. Onun bakış açısından, bir türlü alt edilemeyen şu meşhur “kültürel iktidarın” inşasında tercümeler projesi kilit rol oynamıştı. Nereden, nasıl bakarsanız bakın, Yücel dönemindeki tercüme seferberliğinin ve kitap yayın hacmini artırma çabasının, çıtayı yükselttiği kesin. Günümüzle kıyaslama yapmak zor. Ölçüler, hacim, rakamlar çok farklı. Aktörler farklı; o zamanda bir çeşit merkezî planlama var, günümüzde piyasa var.

Hasan Âli Yücel bir yanıyla da Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişi doğrudan yaşayan neslin bir üyesi. Ondaki “Doğu-Batı” tansiyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhuriyet’in Batıcılığı amaçlandığı gibi sonraki nesillere aktarılabilir miydi?

“Tansiyon” terimini seçmekle iyi yapıyorsunuz. Yücel, başka vesilelerle de söylemiştim, daha evvel Orhan Koçak da dikkat çekmişti, Doğu-Batı sentezinden gerçekten dikiş yeri göstermeyen bir kumaş dokunabileceğine inanıyor, inanmak istiyor. Doğu’nun ve Batı’nın bilgisine, hem de alacaların, kesişimlerin bilgisine, vukufu hayli yüksek birisi, ayrıca. Sadece dilinden bile anlarsınız bunu; Osmanlıcadan Batı dillerindeki kavramlara uzanan geniş bir yelpazeyle yazar, “öz Türkçeci” de değildir. Batı ve Garp kavramlarını ayırt etmesi de önemli; coğrafi Batı ile evrensel uygarlığı, modernliği ayırt etmek maksadıyla. Kafasının Batılılığı, mizacının Şarklılığına hep dikkat çekiliyor, ama bu da bana fazla basitleştirici geliyor. Bence kafasında da, mizacında da mezcetme gayreti ve alışveriş hüküm sürüyor. Yücel bence Doğu-Batı ayrımının katı kalıplarını da kırmayı sağlayabilecek bir figür.

Cumhuriyet’in Batıcılığının sonraki nesillere aktarılmasıyla ilgili sorunuza gelince… “Cumhuriyet’in Batıcılığından” ne kadar söz edebiliriz? İma edilen tam teşekküllü, programatik ve adanmış bir Batıcılıksa, o ancak milliyetçi-muhafazakâr bir imge olarak mevcut. Erken Cumhuriyet’in Batı’ya bakışında da gerilimler var, farklı anlayışlar var, endişeler var, hınç ve haset var… Yücel’in Doğu-Batı anlayışı ve sentez “ideali” deseniz, onun pek güçlü bir şekilde aktarıldığını söyleyemeyiz.

Hasan Âli Yücel gibi birçok dönemdaşının ömrünün sonlarında inziva hayatını tercih ettiğini görüyoruz. Bu sizce nelerden kaynaklanıyor? Küskünlük? Bıkkınlık? Baskıya dayanamama? Görevini yapmışlık?

Birçok dönemdaşı öyle mi yaptı, emin değilim. Yücel’in durumunu da tamamen inziva kelimesiyle tanımlamak doğru olmayabilir. Biraz da maruz kaldığı siyasi tasfiyenin acısıyla çizdiği resim, o inziva resmi. Düştüğü zirveye kıyasla elbette kenarda köşede kalıyor ama inzivada da denemez. Siyasetin dışına çıkması, gerçekten güncel siyasi etkinliğe sırtını dönmesi –27 Mayıs sonrası hevesleri hariç– onun münzevi görünmesine katkıda bulunuyor tabii. Fakat bir yazar olarak gayet aktif, İş Bankası kültür danışmanlığında gayet aktif, kimileriyle görüşmez olsa da dost-ahbap-yarenlik çevresi gayet canlı. Ama zirveden sert düşüşün hayal kırıklığı, dediğiniz gibi ağır bir küskünlük, nankörlüğe uğrama hissi onu biraz acılaştırıyor, şüphe yok. Sanki bu hayal kırıklığıyla yazarak, çalışarak baş ediyor biraz da.

Diğer şapkalarınızın yanı sıra siz aynı zamanda bir “Demirelog”sunuz! Ve Hasan Âli Yücel vesilesiyle, bir yandan da Demirel biyografisi yazmaya başladığınızı öğrendik. Adeta kendi elinizi yükseltiyorsunuz. Demirel biyografisi de “entelektüel biyografi” mi olacak?

Demirel’in sözleri hep çok ilgimi çekti, her duruma uygun bir Demirel sözü buluşturma merakım var, Demirelogluk oradan. Demirel’i Türk sağını incelemek için bir mercek seti olarak düşünüyorum. Onu bir entelektüel olarak tanımlayamayız, entelektüel biyografi değil, siyasi biyografi demek lazım. Maksadım yine hayat hikâyesinden ziyade tarz-ı siyasete ve zihniyete eğilmek.

 

GİRİŞ RESMİ:

Fotoğraf: Muhsin Akgün