"Roman her ne kadar birbirlerine hikâyelerini anlatarak varlıklarını sürdüren mahkûmların cezaevindeki hayatlarını konu ediyorsa da, katmanlı anlatımı itibariyle tek bir mekânla sınırlı değil. Sinematografik bakışını anlatıcının hikâye, zaman ve geçmiş arasında kurduğu çetrefilli bağlara borçlu."
25 Mart 2021 21:00
Zamanın tekinsiz kalp atışlarıyla derin bir nehir yatağında sürüklenirken, ânın dışına taşıp kendi zamanımızı hissedemediğimizde “biricik” olduğumuzu unutuyoruz.
Oysa yazının, okumanın, düşünmenin, yürümenin, sevmenin, sevişmenin, hatırlamanın, unutmanın, hatta zamanı sayma saplantısının bile kendine has özel bir vakti var. Her hikâyeyle tekrarlanan, değişen, ruhu yenileyen, bazen “kayıp” olduğunu düşündürten, hırpalayan, umut veren, varlıkla hayat arasında derin bir yarık açan özel bir zaman algısından söz ediyorum.
Farklı zamanlar her olayın, yaşamın, hikâyenin içine sızar ve kendi özel ritmini, akışını oluşturur. Ve buluştukları, kesiştikleri noktalarda birbirlerini etkileyip dönüştürürler.
Zamanın akışını durduramayacağı bilinciyle yaşayan insanın trajedisi, geçmişteki kesinleşmiş, yargılanmış, acısı yaşanmış ya da üzeri örtülmüş anılarını, derinde gizlenen azaplarını, suçluluk duygusunu değiştirememesinden kaynaklanıyor genellikle. Geleceğin belirsizliği, hayali, arzuyu, kaygıyı, umudu diri tutuyor. Zamanın sırrı bu ikisi arasındaki derin boşlukta gizleniyor kanımca.
Kemal Varol’un son romanı Kara Sis’i okurken zaman algısının farklı veçhelerini gördüm. Hikâye etme dürtüsüyle, geçmişle gelecek arasındaki farkı yok edebileceğini düşünen ve bu düşünceyi anlatma, yazma eylemine dönüştüren kahramanlarıyla farklı bir yolculuğa çıktım.
Okurken hissedilen zamanı ortak kılan, onun geriye doğru akışı, müphem bir gelecek tahayyülüne sıçraması değil, yazarın karakterlerinin zaman algısını yaratma biçimiydi. Bazılarıyla günler, aylar, yıllar hızla geçip giderken, zamanın ağırlığını hissettiren diğerleriyle dakikalar, saatler geçmek bilmiyordu. Gündüz-gece döngüsüne göre yaşamlarını düzenleyen bitkiler ve hayvanlar misali kendilerine özgü bir yaşama ritmi icat etmişlerdi sanki. Günden sonra gece ya da geceden sonra gündüz döngüsü, yerini her defasında değiştirerek anlattıkları hikâyelerin zamanına bırakmıştı. Değişimi –her türlü– zamanla ölçenlerle, zamanı saymayı bırakmış esas kahraman arasındaki boşlukta öylece kaldım uzun bir süre. Dışarının özgür sandığımız “hapishanesinden” izledim onları.
İzledim demem boşuna değil. Roman her ne kadar birbirlerine hikâyelerini anlatarak varlıklarını sürdüren mahkûmların cezaevindeki hayatlarını konu ediyorsa da, katmanlı anlatımı itibariyle tek bir mekânla sınırlı değil. Sinematografik bakışını anlatıcının hikâye, zaman ve geçmiş arasında kurduğu çetrefilli bağlara borçlu.
Mesut Hoca’nın gözüyle genişleyen zaman ve hikâyeler, yeni gelen mahkûm Barana’nın (müebbet ceza almış) suskunluğuyla çoğalıyor. Kim olduğu, ne suç işlediği bilinmeyen, sürekli dövülen Barana’nın sessizliğinin neden olduğu gerilim, merak uyandıran cazibesi, kendi gizemli hikâyesiyle birlikte yine “hikâye etme sanatına” dair meselesi olan yazarın derdini anlatacak.
Kahramanların her defasında yeni yalanlarla çoğalan, “uydurulmuş” hikâyelerini, Mesut Hoca’nın yorumlarını, Barana’nın sessizliğini dinlerken cevabı değişken basit sorular okuma sürecine eşlik etti.
İnsan neden anlatmak ister? Hikâyelerin kime anlatıldığı neden önemlidir? Hikâye eden insan neden saf hikâyesine sadık kalamaz? Dönüştürmek, hayatın içinde anlatılan hikâyeleri de kurgulamak doğal sürecin bir parçası mı yoksa insanın zaaflarından birisi mi? İnsan hikâye anlatarak zamanı yavaşlatıp hızlandırabilir mi? Ayrıntılar neden önemlidir? Anlatırken, yazarken neden başkalarına çarpıp her defasında kendimize döneriz? Hikâye anlatmak özgürleştirir mi? Zaaflarımızı, korkularımızı, benliğimizin gölgeli, karanlık yanlarını perdeler mi yoksa tersine, onları açığa çıkaran, sihirli bir gücü var mıdır? Neden bozulmamış, saf hikâyemizi anlayacak birilerini arar dururuz? Yarım kalan hikâyeler neden ısrarla kendilerine “son” arar? Kelimeler ne işe yarar? İnsan neden başkalarının hikâyelerine, yazdıklarına, gizli mektuplarına, sırlarına ilgi duyar? Susmak öğrenilebilir mi; içselleştirildiğinde hakiki anlamına kavuşur mu?
Bu soruların okura ve yazara göre değişen cevapları olabilir. Kemal Varol bu romanında da kendi anlatı geçmişiyle uyumlu bir üslupla, dilin incelikleriyle ve iyi düşünülmüş, tasarlanmış hikâyesiyle soruların etrafında dolaşıyor.
İlk bölümün alıntısı benim de sevdiğim, Berger’in A’dan X’e romanından: “Sana iki kez müebbet verdikleri gün onların zamanına inanmayı bıraktım.” Anlatıcı daha en başında zamanın doğasını, sadece hapiste veya dışarıdaki haliyle değil, koşullarla, duygularla da değiştiğini göstermek istiyor. Yazının zamanıyla hayatın zamanı arasındaki ikircikli mesafe ise hikâyeyi besleyen meselelerden birisi.
Romana adını veren ‘Kara Sis’, Taşkale’deki cezaevine havalandırmadan sızan duman. O kara duman hikâyeler boyunca “gerçeğin” üzerini muhtelif biçimlerde örtüyor. Herkesin cinayetten yattığı koğuşta suçlarına değil de, hikâyelerine göre görev dağılımı yapan mahkûmların sisin içinde kaybolmaları geride bıraktıkları zamanı da hatırlatıyor:
“Herkesin dışarıda bıraktığı son bir cümlesi vardı.”
Reco Dayı, Casper, Sıçan, Candan İleri, Asım abi ve diğerleriyle hoca ve Barana arasındaki fark sadece zaman algısından ibaret değil. Umut ve hikâye arasındaki gerilimli ilişki de onları birbirinden ayırıyor.
Herkesin bir gün çıkıp “yarım cümlesinin peşine düşeceği”ne ama kendilerininkinin asla tamamlanmayacağına inanan bu karakterlerin hikâyelerini anlatıp rahatlamaya, bağışlanmaya, başlarından geçenleri anlatarak zamanı hızlandırmaya ihtiyaçları yok belki ama hiç değilse kendi hikâyelerine inanmaya ihtiyaçları var.
“Giderek kendi hikâyemizi değil, kendimize yakıştırdığımız hikâyeyi anlattığımızı fark ettiğimizde de iş işten geçmiş oluyordu çoğunlukla. Kendimizi çoğu zaman bambaşka, bizimle ilgisi olmayan, sanki başkasının yaşadığı bir hayatı anlatan, garip ve tekinsiz bir hikâyenin tam ortasında yakalıyor, yalan her halükârda bize daha çekici geliyor, böylece inanmakta zorlandığımız sabık bir hikâyeye doğru sürükleniyorduk.” (s. 27)
Amerikalı romancı Somerset Maugham, “Yaşayan insanları aldım ve onları karakterlerine uygun olarak komik ya da trajik durumların içine soktum. Onların kendi hikâyelerini icat ettiğini de söyleyebilirim” der bir konuşmasında.
Yaşayan insanları kurmaca karakterle dönüştüren yazarlarla, kurgulanmış bir metinde kendi hikâyelerini icat edenler arasındaki bağ, zamanın sırrını fısıldıyor. Anlatıcı, zaman bilincinin çıplak göründüğü ifadelerden birinde unutmanın sağaltıcı etkisini vurguluyordu.
“Hayatta kalmak, çökmemek, delirmemek için insanlardan daha çok, zamanın kendisini unutmak gerekiyordu belki de.” (s. 32)
Ya da varlığın geçiciliğini, zamanın tükenişini unutmak. Anlatıcının hatırlattığı gibi hikâyelerimizi anlatmak için mi geliriz bu hayata?
“Öyle ya da böyle anlatmak için yaşarız. Sıramızın gelmesini beklediğimiz için dayanırız dünyaya” diyordu hoca. (s. 45)
“Anlatmak için yaşamak” ifadesi geçtiğimiz aylarda yayımlanan bir kitabı hatırlattı bana. İsmail Gezgin, Homo Narrans başlıklı kitabında “insan niçin anlatır” sorusuna cevap ararken, insanın kimlik inşasını ve dilin karmaşık yapısını, , binlerce yıllık mitlerin ve masalların da binlerce yıllık izlerini sürüyordu:
“Bir hikâyede yer tutmak dilsel varlık dünyasının temel koşuludur. Dile gelenin dilsizliği söz konusu olamaz ve dil konuşmayı, hikâye anlatmayı zorunlu koşar. Çünkü zamansallık insanın gerçeğine dönüşmüştür, takvime dönüştürdüğünün içinde süre almaya çalışır.”
Konuşmaya, yazmaya, hikâye etmeye yazgılı insanın susması kendini yok etmesidir bir anlamda. O varlığını ölümden sonra da sürdürebilmek üzere kendini görünür kılmak için anlatma ihtiyacı duyar.
Kara Sis’in her defasında hikâyelerini değiştirerek aktaran kahramanlarını, susarak, yazarak “konuşan” Barana’yı kadim bir anlatma geleneği ve ihtiyacıyla değerlendirince, romanın çeperi de kaçınılmaz olarak esniyor.
İnsan cezaevinde –veya hayatta– hikâye anlatarak umuda tutunabilir mi? Romanın etrafında dönüp durduğu bu meselenin bir başka boyutu da yazma eyleminin ve yazının doğası.
Hikâyesini kendine saklayan Barana’nın derdini öğrenmek için kıvranan Mesut Hoca’nın dinmeyen merakının düşündüm. Kendini ancak “ötekiyle” gerçekleştirebileceğine inanan insan elbette hikâyenin öznesindeki hakiki benliği arıyordu.
“İnsan bir kere yazmaya koyuldu mu, sözcükleri nerede dolaştırırsa dolaştırsın, lafı kendine getirmeden duramazdı çünkü. Yeryüzüne dağılan tüm kelimeler insan kendinden söz etsin diye vardı belki.” (s. 73)
Kendi kelimelerine tutunan, bıktığı vakit onları değiştiren, dönüştüren insan acıdan, delirmekten korktuğunda yeni bir “kimlik” inşası için hikâyelerin sağaltıcı dünyasına sokuluyordur belki. Barana’nın hikâyesini öğrenmek isteyen hocanın dinmeyen heyecanı bu umutta saklı. Yarım kalan hikâyenin gölgeli kısmını anlam dünyasıyla tamamlamak. Başkasının duygularıyla, sırlı harfleriyle kendi duygularının derinliğini keşfetme, kendine başka biri gibi yaklaşırken kendinden büsbütün uzaklaşma arzusu.
Kara Sis, Kemal Varol külliyatının en “şair romanı” kanımca. Hikâyenin coşkulu, gizemli, dramatik gerilimi son ânına kadar sürdürülmüş anlatımını kesintiye uğratmadan yazı sanatının ne olduğunu gösteren mektuplar var. Her biri –göz, saç, kulak– hayattan muhtelif sebeplerle kopmuş ya da koparılmış mahkûmların eksik kalan hayallerini, yaşam tasavvurlarını ve dile getirilememiş arzularını incelikle resmediyor. “Güzelliği” arayanların hayalleri, umudu, hikâyeleri hiç bitmesin diye…
“Kızılçam, ardıç, sedir, kayın ve bonsailer; sonsuz çayırlar, patikalar, dağ yolları geçip sonunda o sakura ağacını bul benim için. Onca ağacın arasında çiçek açıp meyve vermeyen, her an ölümü yaşayan kutsal kiraz ağacı sakura! Ağır ağır çiçeklenip sonra aniden çiçeklerini döken ağaçlara bir de benim gözümle bak. Sonra gövdesinde küçük bir delik olan sakura bul bana. Bir tür açık yara. Ağacın salgılarının kapatmaya gücünün yetmediği bir boşluk. O mu yapmış, insanlar mı yoksa kuşlar mı açmış o yarayı, bilinmez. Ama içinden rüzgâr alan o ağacı gör benim için. Yarasını okşa, yaprağını alnına tut, eğilip içindeki uğultuyu dinle. Arada başını kaldırıp uzayıp giden pirinç tarlalarına bak. Birinin seni izleyip izlemediğinden emin ol. Sonra avuçlarınla dudaklarını yandan kapayıp o deliğe eğil. Bundan sonra hiçbir şeye yetmeyecek ömrümü o ağaca anlat. Ağaçlar sır tutmayı, dert dinlemeyi insanlardan daha iyi bilir. Anlattıkların bitince eğilip yerden bir avuç balçık al ve o ağaçtaki deliği kapat özenle. Sadece sırrını örtmek için değil, o açık yarayı kapatmak için de. Söylediklerin, içini döktüklerin, sırların o ağaçta kalsın. Eğer açık bir yarası yoksa her ağaç bilir sır tutmayı.” (s. 102)
Mektuplardan bu uzunca alıntıyı seçmemin sebebi, dil aracılığıyla aktarılan hikâyelerin doğadan, yaşantıdan kopuk bir “varoluş sancısı” olmadığını, tersine, onunla birlikte süregiden bir hikâyenin parçası olduğunu gösteren bakışını önemsemem.
Varol’un edebiyatında “şeylerin”, eşyanın, tabiat varlıklarının, bedenin, seslerin, kokuların hikâyelerine eşlik eden bir ahengi var. Bu romanda kızıl bir saç telinin peşine düşüp kimselere anlatmadığı hikâyesiyle kendi zamanını ve hayallerini yaratan Barana’nın umut ve umutsuzluk arasında değişen medcezirli duyguları, zamanla yazı arasındaki çelişkili katmanları da gösteriyor.
“İnsan yüzlerinde arama beni. Kısacık bir hayat verdiler bize, küçük bir zaman dilimi, bir süre oyalandık orada burada. De ki insan bir oyalanmadır bu dünyada. Oynadık ve bitti. Dışarıda çok kalmış bir çocuk gibi aldık hevesimizi bu dünyadan. Sonra hepimizi eve çağırdılar. Oyun bitti… Ne kadar vaktim kaldı bilmiyorum, inan. Zamanı saymayı çoktan bıraktım. Çoktan giderdim gitmesine de, senden yadigâr bir saç teli bırakmıyor beni. Hayata tutuyor, zamana tutuyor, yüzüme tutuyor, rüzgâra tutuyor içimi.” (s. 127)
İnsanın bu dünyadan geçip giderken bir zamanlar var olduğunu söylemesinin ifade biçimlerinden biri olan edebiyat, “yaşama oyununun” zamanla olan karmaşık ilişkisinin bitmeyeceğini de söyler. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki görünmeyen farkı, değişen duygular ve olaylar arasındaki zamansal ilişkilerle açıklama çabası bundandır.
Kara Sis’i okurken, “hayatın yarattığı kurmaca karakterler gibi hikâyeler arasında savrulurken ortak bir zaman algısıyla birbirimize bağlanıyor muyuz?” sorusu da dolaştı zihnimde. Bir insanı tanımak için hakiki “iç hikâyesini” merak etme dürtüsünün gerisinde, hafızanın acıttığı, zamanla ve “sonlu” oluşuyla baş etme çabası da var çünkü.
“Tıpkı mektuplarında olduğu gibi, başından geçenleri gürül gürül anlatsa bilecektik şüphesiz ama anlatmıyordu. Sanki anlatmak için ruhundaki bir pasın bütünüyle akmasını, öfke ve kırgınlığın silinip gitmesini bekliyordu. İçine söz geçiremeyince etrafına bakıyordu bu yüzden. Kıyı bucağı özenle pirüpak ettiğinde kendi hayatını da böyle temizlediğini, geride bir leke bırakmayacağını sanıyordu. Hepimizde bir baş ağrısı gibi atan zamanla ancak böyle baş edebiliyordu sanki.” (s. 129)
Kitaplar hayal kurdurduğu için onlardan da vazgeçen, özlemenin değil, alışmanın iyileştirdiğine inanan, dünyanın geri kalanından uzaklaşarak susan ve her şeye rağmen bir ağacın yasını tutabilen Barana’nın koğuştaki tek “yazan” mahkûm olması tesadüf değil. Anlatıcının hikâyeyi anlatanla dinleyen (okuyan) arasındaki kesişimleri göstermek istediği hassas temas o ilişkide şekilleniyor. Anlatıcının ya da yazarın düşüncesini ele veren seste.
“Ben de anlattıktan sonra kim bilir, belki o da kendi hikâyesini ortaya dökerdi. Çünkü her hikâye, dinleyen ve anlatan arasında kendince bir eşitlik isterdi. Belki de bu yüzden bütün iyi hikâyeciler yüksek bir tahta çıkmak yerine diz kırıp kalabalığın tam ortasına otururlardı. Okuruna tepeden değil, kalbinin içinden bakan yazarlar da öyle yaparlardı muhtemelen. Ben de öyle yaptım. Dizlerimi kırıp yere oturdum.” (s. 165)
Kemal Varol’un bütün romanlarında okurla yazar arasındaki o açık eşitliği gördüm ben. Okura kolayca nüfuz edebilen samimiyeti, yazı serüveninin başlangıcı olan şiirinin tınısı, hikâye anlatma coşkusu ve şeffaflığıyla edebiyatını çekici kılan da bu yaklaşımı bana göre.
Bir de “şeylerin” görünmeyen kıymetini dilin sihriyle çoğaltmak. Topukların birbirine sürtünürken çıkardığı hışırtının, kara sisin, kederin, sigaradan alınan derin nefesin, uykusuzluğun, rüyaların, sıradanlığın, çocukluğun, aşkın, ayrılığın, vazgeçişlerin, ölümün, bir sarılıştaki iç çekişin, geride kalan zaman çukurlarının sesini, doğanın şarkısını ince sızılarla duyurmak.
Hikâyeler aracılığıyla “ebedi” olma arzusunun kurmaca karakterlerdeki tezahürü, yazanın dille ilişkisine de ışık tutuyor. Mana her zaman yazının müziğe yaklaştığı yerde beliriyor. Sesin duygularla akan ritminde.
“Karşında ben varmışım, dönmüşüm, artık gitmeyecek, hiç ölmeyecekmişim gibi her gece tek bir rakı koy çiçekli masana. Parmağını bardak ağzında gezdir dalgınlıkla. Ağzını ağzımda gezdir. Dilini dilimde. Ala gözlerini bardağıma dik. İçindeki geyiği çok uzakta bir ormana koştur beni her hatırladığında.” (s. 211)
Romanın sonuna doğru bölüm alıntılarından biri (Eski Hikâye) Sartre’ın Bulantı adlı romanından.
“Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır, kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi anlamaya çalışır.”
Her hikâyenin başka türlü de anlatılabileceğini keşfettiğinde gerçekliğinden ödün veren Mesut Hoca’yı, gerçekliği yazı sanatına dönüştürme çabasıyla aktaranlar daha iyi anlar belki. Ancak bu evrensel gerçeklik hayatını hikâye edenler için de geçerli.
Geçmişten gelen hikâyelerin “enkazına” doğan insan, yolunda ilerlerken yeni ilişkiler, olaylar ve hikâyelerle “olay örgüsünü” değiştirmek zorundadır. Geleceği sürekli icat eder bir bakıma. Hayat herkesin kendi hikâyesini anlatacağı bir sahnedir! Gündelik hayatta farklı rolleri oynayan ve üstlenen “karakterler” kendi yansımalarını roman karakterlerinde bulduklarında, edebiyatla hayatın büyülü döngüsü bir süreliğine tamamlanıyor sanki. Sonra yeniden…
•