Yazının ölümü: Söz uçar, yazı kalır

“Eagleton’a göre yapısalcılık gönderge ile göstergeyi birbirinden koparmıştı. Post-yapısalcılık ise gösteren ile gösterileni birbirinden koparır. Bu kopuşla birlikte anlam kayganlaşan, askıya alınan, gelmekte olan bir şeye dönüşür.”

25 Mart 2021 19:30

“Yazar ifade eder. İletişim kurmaz.”… “Lanet olsun sıradan okura.”
Jolas, Manifesto, 1926

Verba volant, scripta manent[1]

Post-yapısalcılık eğer bir insan olsaydı, muhtemelen sürgün (Derrida), tatminsiz (Lacan), devrimci-direnişçi (Foucault) ve cinsiyetsiz (Kristeva) olurdu. Böyle bir insanın “makbul” bir vatandaş olup olmadığı elbette tartışmalıdır![2] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı- Giriş[3] adlı kitabında, Post-yapısalcılık’ın Derrida’nın yapıbozum işlemlerini, Foucault’nun çalışmalarını, Lacan’ın ve feminist eleştirmen Julia Kristeva’nın yazılarını kapsayan bir düşünce tarzı olduğunu belirtir.[4] Eagleton neden kuram değil de düşünce tarzı diyor? Çünkü bu düşünürler özellikle ortaya çıkıp post-yapısalcılık diye bir kuram var ve bizler de onun temsilcisiyiz demiyorlar. Müstakil olarak ortaya çıkmış gruplar, kuramlar ve ekoller olabilir. Ama bazı düşünce yapıları veya kuramları dönemin ruhu ve birikmiş bir bilgi disipliniyle gelişir. Bu da birbirini takip eden düşünce yapılarının ancak eleştirel olabilmesiyle mümkündür.

Post-yapısalcılığa girmeden önce edebi yapısalcılıkta neler olup bittiğine kısaca bakmakta fayda var. Bildiğiniz gibi yapısal dilbilimin kurucusu olan Saussure’ün 1916’da dil üzerine verdiği dersleri öğrencileri tarafından toplandı ve Genel Dilbilim Dersleri adıyla yayımlandı. Saussure kabaca özetlersek dilin artzamanlı değil de eşzamanlı bir göstergeler sistemi olarak incelenmesini belirtir. Bu göstergenin de ikiye bölünüp bir parçasının gösteren (ses/harf), diğerinin de gösterilen (anlam, kavram) olduğunu belirtir. Gösteren ve gösterilen arasındaki ilişkinin keyfi olduğu düşünüldüğünde dil sisteminde yalnızca farklılıkların olduğu görülmektedir. A-t gösterenleri hayvan olan at gösterilenini işaret ederken aynı zamanda bir şeyi bir yerden alıp atmayı işaretlemektedir. Sat (s-a-t) ve yat (y-a-t) göstergeleri arasındaki ilişki de keyfi olduğu gibi anlamını ancak aralarındaki “fark” belirleyebilir. Genel anlamda yapısalcılık 1960’larda Claude Lévi-Strauss’un akrabalık ilişkileri (Les Structures élémentaires de la parenté (1949)) üzerine olan kitabında; dilbilimden (Saussure’den) el alarak, tekrar eden yapılar ve zıt yapılar üzerinden bir “üstyapı/üstdil” inşa eder.  Strauss, insanın kültürel deneyiminin nesnel okumasının yapılabileceğini; bu deneyimlerin ortak kodlarından/mitlerinden bir üstyapıya ulaşılabileceğini göstermek ister. Uygulamalı bir örneği için Alphan Akgül’ün, şarabın icadı anlatılarının “hayvanlaşma korkusu”na indirgendiği, ufuk açıcı “Bir Mit Olarak ‘Şarabın İcadı’ ve Anlamı”[5] makalesine bakılabilir.

Peki, ne oldu da post-yapısalcılık diye bir şey ortaya çıktı? Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte apar topar uluslaşan devletler, iç ve dış siyasetin içine gömüldü. Ulusalcı politikalar Marksist anlamda emperyalizmi ve kapitalizmi sürdüren beden değiştirmiş imparatorluklardır. Bu yapılarından dolayı kültürü, sanatı ve bilimi kendi emelleri için araçsallaştırırlar. Bu üçlü ile saf bir ilişki kurmaları mümkün değildir. İdeolojiler çağıyla birlikte dünya düzeni değişti ve neredeyse her ülkenin kendine ait bir düzeni olmaya başladı. Bu “kendine aitlik” krizi İkinci Dünya Savaşı’nda patlak verdikten sonra uluslar ve eyalet sistemli devletler belli başlı antlaşmalar, gruplar kurmak zorunda kaldılar. İnsanlığın kendine uzakta bir yerde ve içerde düşman üreten sistemi, dünyanın ancak “tatlı şiddetle” ilerleyebileceğine inandı. Kültür endüstrisi kuruldu. Artık sanat iyileştirmiyor, sadece uyuşturuyordu. Said veya Chomsky gibi bir “eylemci entelektüel” lider beklemek ise tam bir ütopya örneği… Avrupa merkezli medeni ülkelerin kendi aralarındaki sıcak ve soğuk savaşları, dışarda ve içerde hep barbar, hain veya birtakım yaratıklara havale etmesiyle birlikte insanlık 2000’e doğru Jean Baudrillard’ın simülakrlarına kadar gelecekti.

Post-yapısalcılık gözünü 1968’i yaşamış bir dünyada açtı. Roland Barthes, meşhur S/Z kitabıyla yaptığı “serbest” okumayla yapısalcılıktan post-yapısalcılığa geçişi göstermişti. Artık yazar ölmüştü ve okurun/okumanın çağındaydık. Foucault, Hapishanenin Doğuşu gibi spesifik bir konudan tüm toplumun kültürel ve ideolojik kodlarını çıkarmaya çalışmıştı. Feminizm kaynağını Marksizm’den almakla birlikte, özellikle –daha önce Simone de Beauvoir– Julia Kristeva ve ardından Judith Butler’le ilerleme göstermişti. Derrida’ya gelince bir parantez açmakta fayda vardır. Bildiğiniz gibi dilbilim, yapısalcılık, göstergebilim, post-yapısalcılık ve devamında gelen kuram ve düşünceler genellikle dil merkezli kuramlardır. Bu özellikle felsefede de görülen bir tartışma. Ünlü Alman fenomenolog Husserl (1859-1938), 1936’da Yugoslavya’da yayımlanan Avrupa Bilimlerinin Krizi ve Transandantal Fenomenoloji kitabında ve önceki çalışmalarında doğa ve insanbilimlerinde özne ve nesne merkezli yaklaşımda nesnenin ön planda tutulmasını eleştirmişti. Özellikle pozitivist anlayışa karşı çıkan Husserl metafiziğe teslim olmadan bu eleştirisini gerçekleştiriyordu. Pozitivist yaklaşımın insan, doğa ve bilim konusunda elindeki argümanlarla yeterli bir açıklama yapamayacağını düşünüyordu. Ama metafiziğin de geride kaldığı ortadaydı. Yeni bir yöntem, düşünme biçimi teklif ediyordu. İşte Derrida, okumalarında Hegel, Husserl ve Heidegger felsefeleri arasında geçişler yaparak kendi eleştirisini geliştirmekteydi. Derrida yüksek lisans tezini Husserl üzerine yapmıştır. Özellikle Ses ve Fenomen, Edebiyat Edimleri kitaplarıyla dekonstrüksiyon yöntemini geliştirir. Özetle Derrida birçok yöntemini zaten gelmekte olan dil tartışmasında farklı kaynaklarla geliştirmişti. Eagleton’a göre yapısalcılık gönderge ile göstergeyi birbirinden koparmıştı. Post-yapısalcılık ise gösteren ile gösterileni birbirinden koparır. Bu kopuşla birlikte anlam kayganlaşan, askıya alınan, gelmekte olan bir şeye dönüşür. Eagleton askıya almayı bilinçli bir şekilde kullanır. Çünkü Husserl de “epoché” (yargıyı askıya alma) kavramıyla tüm ön yargılardan arınmış bir eleştiri modeli ileri sürmekteydi. Aslında “epoché” bir şekilde her alana sinmiş olan (bilim, din, sanat, kültür, politika, felsefe ve eleştiri kuramları vb.) metafizikleşmeyi de engelleyen bir yöntem. Gösterilen karıştığı çeşitli gösterenler zincirinde sürekli değişecekti. Eagleton bu durumda yapısalcılığın da ihmal ettiği bir dil tanımı yapar. Olduğu gibi alıntılıyorum: “Dil, simetrik gösteren ve gösterilen birimleri içeren, açık seçik sınırlandırılmış, tanımlanmış bir yapıdan ziyade, barındırdığı unsurların sürekli bir karşılıklı ilişki ve dönüşüm içinde bulundukları, içindeki unsurun mutlak olarak tanımlanamayacağı, her şeyin diğer her şeye karışıp izini bıraktığı, sınırsız, saçılmış bir ağ gibi görünmeye başlar artık. Eğer bu doğruysa bazı geleneksel anlam kuramlarına ciddi bir darbe indirir.”[6]Devamında dilin bir araç olmaktan ziyade bireyin imal edildiği bir yer olduğu düşünüldüğünde bunun bizi kurguya götürdüğünü belirtir. Eğer dil içerisinde yaşıyorsak göstergeler kullanarak kendimi gerçekleştirdiğime göre tam olarak saf bir anlamdan da söz edemeyiz. Dilin bu kaygan yapısında nasıl olur da yazı küçüğün iken söz büyüğün olur? Buradan yazıya/metne doğru geçersek, –ki Derrida’nın da yakınlarda olduğu anlamına gelir bu– yazı insan sesinin gerisinden gelen soluk, alıntılanabilir, yeniden üretilen bir biçim midir? Konuşmanın göstergeleri nasıl olur da kutsal sayılırken yazı zincire vuruluyor ya da sırtında ağır bir taşla terk ediliyor? İşte Derrida burada tarihte bir şekilde Tanrı, ide, tin, benlik, töz, madde vs. olarak görülen –aynı zamanda “sözmerkezci” (logocentric) ve “sesmerkezci” (phonocentric) – “metafizik” yapıya karşı çıkıp bu sistemi “epoché”ye alır. Hayatı, dili ve tarihi bir anlamlar hiyerarşisinden koparıp bu karmaşık olan ağı “metin” (text) olarak tanımlar. Bildiğiniz gibi yapısalcılık ikili karşıtlıklar üzerine kurulmuştu. Derrida “Deconstruction” (yapısöküm/yapıbozum) yöntemiyle bu karşıtlıkların kısmen altının oyulmasına zemin hazırlar. Zaten metinler de karşıtlıklarının kendi içyapılarını oymasına sağlar. Yapısalcılık metni ikili karşıtlıklara ayırıp işleyiş mantığını gösterirken, post-yapısalcılık metnin kendini korumak için saklanan, konumlanan yapılarını, ucundan yakalayıp (bu bazen bir metinde, bir dipnot ya da bir AVM’nin organik ürünler satan bir standı olabilir) sökmeye başlar. Yani özellikle Derrida, bütünü açıklayan bir formülün dışında metni ele veren orada olmayan/gizlenen/susan bir parça ya da metinden taşan bir “fazlanın” söz konusu olduğunu söyler. Yapıbozum yöntemine göre zaten bir edebi/edebi olmayan ayrımı söz konusu değildir. Bu da yazıyı çok geriye götürüp bir anlam hiyerarşisi, sağlam bir temele dayanan yapıdan ziyade sonsuz farklılaşan bir biçime dönüştürür.

Eagleton, Derrida’dan sonra Roland Barthes’a geçer. Barthes eleştirilerine yapısalcılık ile başlasa da, özellikle S/Z kitabında post-yapısalcı bir tutum sergiler. İdeoloji ve özelinde gerçekçi edebiyatın dilinin doğalcı tutumundan dolayı anlamı daraltan ve doğallaştıran tavrını eleştirir. Barthes belirli bir anlamın yerine çoğulcu/karnavalesk bir gösterge imparatorluğu teklif eder. Eagleton da neredeyse bütün bir edebiyatın “metinlerarası” olduğunu söylemiyor muydu? Ama Barthes bunun her şeyi söylemenin mubah olduğu anlamına da gelmediğini belirtir. Metnin dikiş yerlerinde gezmek ile dikiş makinesine bakmak aynı şey değildir. Eagleton buradan yapıbozumun ve post-yapısalcılığın istismar edildiği ve ön yargı ile yaklaşıldığı noktalarına değinir. Bu değinmeleri de daha politik eleştiriyle gerçekleştirir. Özellikle bu politik ısınma hem yapıbozumun Anglo-Amerikan şubesini eleştirmek için (özellikle Paul de Man’ı) hem de bazı Fransız post-yapısalcıları ifşa etmek için gerçekleşir. Derrida’nın kendisinin de bu durumdan hoşnut olmadığını belirtirken post-yapısalcılığın anarşizm ve hazcılık olarak görülmesinin de yanlış olduğunu belirtir. Post-yapısalcılıkla birlikte Marksizm de bir değişime uğrar ve feminizm ilk kaynağını Marksizm’den alsa bile post-yapısalcılıkla da zirveye ulaşmaya çalışır.

Dünyanın son yüzyılda geçirdiği bu hızlı değişimde ne ikili karşıtlıklar (yapısalcılık) ne de bunu bozmak (post-yapısalcılık) yeterli değil. İnsan merkezli okumaların bile yetersiz ve taraflı olduğu, post-hümanist bir düzene giriyoruz. Artık eşyanın veya doğanın özne olduğu zamanları yaşamaktayız. Devletlerin hantallaştığı, değerlerin yitip gittiği ve en ilkel tavırlarımızı açıkça gösterdiğimiz bu gerçeklik ve simülasyon çağında yeni bir okuma yöntemine ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum. Daha çok derinleşmeye ve eleştirel bir gözlüğe ihtiyacımızın olduğunu bildiğimiz halde, hızla nereye gittiğini bilmeyen ve sorumluluk almaktan korkan bir insan tipine geçtik. Sartre insanın özgürlüğe mahkûm olduğunu ve sorumluluğun bizi korkutan bir kâbus olarak her gece yastığımızın içinde gizlendiğini belirtir. Özgürlüğe mahkûmuz çünkü sorumlu olmaktan kaçıyoruz. Özgür olmak için dünyaya düştüğümüz anda sorumlu davranmakla özgürleşebiliriz. Bir metin, neredeyse doğanın, toplumun ya da bireyin kimliği gibi ve tüm özellikleriyle “varlık” olarak orada yaşıyor. Bir metne eleştirel bir okuma ancak özgür ve sorumlu, tahakküm arzularıyla yanıp tutuşmayan, farkları gözeten ve insanların “iyi/güzel/estetik” gibi ortak değerleri gözetip bilen biri olmasıyla mümkündür. Kuramlar gelip geçicidir. Önemli olan reddetmek ve yeniden kurmaktır.

 

NOTLAR:


[1] “Sümer tabletlerinden bu yana yazılı sözcükler seslendirilmek için yazıldılar. Çünkü bu işaretler kendi ruhlarıymış gibi belirli bir sesi içlerinde taşıyorlardı. Klasikleşmiş bir deyim olup, günümüzde “yazı kalır, söz uçar” anlamına gelen scripta manent, verba volant, aslında yazıya değil, söze övgü düzmek için kullanılırdı. Sayfadaki sesler kanatlanıp uçabiliyorlardı. Sayfadaki sessiz sözcük ise hareketsiz ve ölüydü. Yazılı bir metin, yani scripta, ile karşılaşan okur sessiz harflere ses vermekle ve onları İncil’deki anlamı doğrultusunda konuşulan söz, yani verba yapmakla yükümlüydü. Ruh vermeliydi. İncil’in eski dilleri olan İbranice ve Aramice içten okuma ile konuşma eylemi arasında fark gözetmez ve her ikisi için de aynı yüklemi kullanır.” Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, çev. Füsun Elioğlu, Yapı ve Kredi Yay., 5. Baskı, İstanbul, Ocak 2010, s. 64. Eagleton’a göre Platon’dan Lévi-Strauss’a uzanan Batı felsefesi geleneği yazıyı sürekli olarak cansız, ölü ve yabancılaşmış bir ifade biçimi olarak görüp insanın sesini yüceltmiştir. Derrida da bu söz ve yazı tartışmasını özellikle kendi felsefesinde merkeze alır.

[2] Catherine Belsey, Postyapısalcılık, çev. Nursu Örge, Dost Kitabevi Yay., Ankara, Mart 2013, s. 90.

[3] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı-Giriş, çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 4. Baskı, İstanbul 2014.

[4] A.g.e. s. 145.

[5] Alphan Akgül, “Bir Mit Olarak “Şarabın İcadı” ve Anlamı”, Milli Folklor, 2008, yıl 20, sayı 80.

[6] Eagleton, s. 140-141.

 

MİNİ KAYNAKÇA

  • Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, çev. Füsun Elioğlu, Yapı ve Kredi Yayınları.
  • Catherine Belsey, Postyapısalcılık, çev. Nursu Örge, Dost Kitabevi Yayınları.
  • Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı-Giriş, çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları.
  • Alphan Akgül, “Bir Mit Olarak ‘Şarabın İcadı’ ve Anlamı”, Milli Folklor, 2008, yıl 20, sayı 80.
  • Gülben Salman, “Ses ve Fenomen: Derrida ve Husserl”, Dört Öge, 2019, yıl 8, sayı 15.
  • Kasım Küçükalp, Fikir Mimarları -9- Husserl, Say Yay., İstanbul, 2. baskı, 2010.