Bir filozof-edebiyatçı olarak Şule Gürbüz, felsefi anlamda 20. yüzyıl başında, büyük modernizmde takılıp kalmış gibi duruyor. Bu anakronizmin ayırdında olan bir ironi de yok kitaplarında...
28 Nisan 2016 13:20
Şule Gürbüz’ün etrafını saran bir hale var; başka bir yerden, başka türlü bir benlik ve dil terbiyesinden yazan bir yazar olduğuna dair bir his. Bulanık, tam olarak tanımlanmamış bir his. Şule Gürbüz okurları da kendine kapalı, ortak bir hissiyatı paylaşan ama bu hissiyatın ne olduğunu birbirine dahi söyleyemeyen ya da söylemekten imtina eden küçük bir tarikat gibi. Genelde böyle durumlar için kullandığım “okur çetesi” lafı (misal Oğuz Atay’ın ya da Tezer Özlü’nün bir çetesi vardır) bu hale uymuyor; çete daha serseri, daha kaygan zeminli ve daha dünyevi bir şey. Şule Gürbüz’ün bizim neyimiz olduğunu anlamaya belki buradan başlayabiliriz. Şule Gürbüz kendine, gerektiğinde yazarla kavga da eden üyelerden oluşan bir çete değil, sessiz bir tarikat yaratıyor. O büyük cümleleri ve derin tefekkürüyle bir sessizlik ve saygı hali istiyor; yani okuruyla konuşmak yerine adeta vaaz veriyor. Şahsen, Şule Gürbüz’ün edebiyatındaki o katman katman çoğalan dile yer yer meftun olsam da, bu “sessiz okur / vaaz veren yazar” durumunun edebiyatını zayıflattığını, ortaya gerilimden yoksun, tekdüze bir uğultu gibi ilerleyen, okura bir alan bırakmayan bir edebiyat çıkardığını düşünüyorum.
Şule Gürbüz bir düşünce-edebiyatçısı, burası kesin: kitapları bir düşünceler-silsilesinden ibaret. Kitaplarında yazarın kafa sesinden başka bir edebiyat alanı ya da kurgu yok. Sorun da burada başlıyor herhalde: okur için bir anlatı alanı kurmak yerine, okuru kendi düşüncelerinin doğrudan tanığı kılmaya girişiyor. Bu kafa-sesi başlı başına bir edebiyat biçimi olabilir ama olması için o kafa-sesinin kendi içinde bölünmesi, kendini sürekli ciddiye almak yerine kendiyle alay da edebilmesi gerekir ki ortaya diyalojik bir anlatı çıksın, monolitik değil, bir konuşma olsun, vaaz değil. Ama buradaki kafa sesi kendini aşırı ciddiye aldığı için Şule Gürbüz’ün cümleleri katılaşıyor ve anlatıcı sese hakim olan “insan böyledir, dünya şöyledir, tarih budur, evren şudur” kıvamında ilerleyen genelleyici, kapalı ses karşısında da okurun iki seçeneği kalıyor: ya yazarı “dinlemek” ya da yazarın “vaazına” katılmayıp, kitabı okumayı bırakmak. Böylece sayfaları tek yönlü bir fikir aktarımı kaplıyor. Edebiyatın işi bu mudur, diye sormak lazım.
Bu bahsettiğim “tek-yönlü” fikir aktarımı ya da vaaz verme hali Şule Gürbüz’ün son kitabı Öyle miymiş?’e de hakim. Kitabın ilk sayfasından itibaren yazar-kişi şahsi bir dünya miti kurarak başlıyor. Dünyanın halini, eğer öyle bir şey varsa, “ortaya koyarak” anlatmaya başlıyor. Daha ilk uzun ve görkemli cümlesini “bu perişan yer, adı yerküre” gibi bir genellemeyle bitiriyor. Bir okur olarak ben burada bir yazar-anlatıcı yerine, bir düşünce-insanı (Kant gibi) gördüğüm için, kafamda hemen şu soru beliriyor: Dünyanın bütün hallerini gördü mü bu anlatıcı da dünya adına söz alıyor? Bir yerlerde başka türlü bir yer olamaz mı? Eğer böyle tek bir yer bile varsa, ki vardır, düşünce-yazarı daha ilk argümanında (betimleme değil bu, argüman) duvara çarpmış oluyor. Burada, kendi aklından geçenleri dünya hali diye mutlaklaştırmaya çalışan bir ses var, felsefi ve edebi açıdan gayet sorunlu olan bu ses, kitap boyunca da devam ediyor.
Şule Gürbüz’ün edebiyatındaki “sorunlu” yanlardan biri de şu: anlatıları herhangi bir gerilim, ironi, iniş-çıkış ya da diyalektik bir ilerleme taşımıyor. Bunun yerine, kitabın ilk sayfasında alenen ifade edilen yarı-felsefi, yarı-mağlup bir “görüş” kitap boyunca tekrar ediliyor. Bir örnek daha: “Kimse haddi aşan bir merhamet, haddi aşan bir yükseklik, haddi aşan bir aşkınlık istemiyor.” Hüküm peşinen verilmiş ve bu hüküm katı cümleler olarak okura gönderiliyor. “Haddi aşan” birilerinin olma ihtimali devre dışı kalıyor, ihtimallerden yoksun olunca da cümleler katılaşıyor. Bir katı cümle örneği daha: “İnsan anlamadığını alır, anlayıp kıymetli bulduğunu da almaz. Bu yüzden adam olmaz.” Bu tip cümlelerdeki genelleyici ve “mutlakçı” ton, okurun yüzüne kapıyı adeta kapatıyor. Aslında bu tespit ve hüküm hevesi, kitabı da boğuyor. Kitapta anlatının nefes almasını ve okurun da metne katılmasını sağlayacak anlatı-araçları ve boşluklar yok.
Kitaba hakim olan düşünce kanalı aşağı yukarı şöyle bir şey: tasavvuf ve teolojiden beslenen, “şeylerin özünü” arayıp bulamayan ama bulamamanın sebebinin yanlış yerlere bakmak olabileceğini de aklına hiç getirmeden, “bulamamanın dramı”nı büyük cümlelerle ifade eden bir “peşinen mağlup” düşünce. Ya da apriori mağduriyet. Çıkış arayışını aslında en baştan bırakmış ve çıkışsızlığı kanıtlamaya çalışan donuk bir düşünce bu. Bu düşünce kendini bir “peygamber beklentisi”nde ifade ediyor. Peygamberler devrinin bittiğini kabul eden anlatıcı, “Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar,” diye soruyor. “Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi?” O peygamberler devrinin bazıları için –bir metafor olarak da olsa- hiç başlamadığını ve bitişinin de –bir metafor olarak da olsa- bazıları için bir sevinç kaynağı olabileceğini hiç hesaba katmıyor; düşüncesi işte bu yüzden donup kalıyor.
Şule Gürbüz bir anlam ve çıkış bulma uğraşının, kendi merkezi uğraşı olduğunu söylüyor: “Nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı benim tek derdim oldu.” Ama burada şöyle bir gariplik var; bu derdi sahiplenmiş olan anlatıcı, cevapları hep aynı çemberde arıyor. Evrenin ruhunda, peygamberler tarihinde ya da Batı felsefesinin “büyük” filozoflarında. Bir yandan Russell’la, bir yandan Platon’la, bir yandan İsa ve Musa ile hesaplaşırken, gündelik hayatı ve sosyopolitik vaziyeti tamamen unutuyor ve insan hayatı sanki hep metafizik cereyanların ürünüymüş gibi yazmaya devam ediyor. Özetle, kendi sorduğu metafizik sorulara metafizik bir ümitsizlikle karşılık veriyor. Bu bir tıkanıklık hali; biraz yakın tarih bilinci, biraz gündelik hayat okuması, biraz çağdaş felsefe (mesela Foucault) bu tıkanıklığı çözebilir. Bir filozof-edebiyatçı olarak Şule Gürbüz, felsefi anlamda 20. yüzyıl başında, büyük modernizmde takılıp kalmış gibi duruyor. Bu anakronizmin ayırdında olan bir ironi de yok kitaplarında.
Kitabın metafizik tıkanıklıktan biraz kurtulan bir bölümü var: “Hayır Demeden İtiraz” adlı bölümde, karşımızda bedensiz-kimliksiz-tarihsiz konuşan kafa-sesi yerine, daha dünyevi koşullar içinde bir büyüme hikayesini anlatan bir ses çıkıyor. İyiye işaret. Anlatı nihayet dünyaya iniyor, derken yine benzer bir handikaba doğru ilerliyor. Bu bölümdeki isimsiz karakterin ilkokuldan itibaren anlatılan hikayesi, yine zaman-mekandan uzaklaşarak, “insan yataktan şöyle kalkar, geceleri şöyle uyur” gibi yarı-felsefi genellemelere teslim oluyor. Bu bölümün taşıyıcılarından biri, karakterin “aile kütüphanesinde” bulduğu klasiklerle arasındaki garip ilişki. Şöyle ki: çok erken yaşta Dostoyevski, Stendhal gibi “büyük”lerle tanışmış olan anlatıcı, tabii ki bunlardan bir şey anlamamıştır. Gayet normal; anne babası biraz solcu, biraz okumuş olan her çocuğun başına gelmiştir bu “sararmış klasikleri” zorla okuma durumu. Ama işte buradan, o klasikler-karşısında şaşkın duran çocuktan hareketle, anlamanın imkansızlığına gelip dayanması, o daimi-mağdur sesi yine sayfalara hakim kılıyor ve kendi söylediklerini yutuyor. Bir hayat-sofrası / kitap-dünyası ikiliği üzerinden, “kitaplar da derman olmadı derdime” gibi bir yere gidiyor; yani gitmek istediği yere gidiyor.
Şule Gürbüz’ü daha önce Tanpınar’la kıyaslayanlar olmuştu sanırım. Evet, Tanpınar’ın o metafizik arayışları, “hayattan büyük” cümleleri, o “her küçük vakadan büyük anlama varma” uğraşı bu son kitapta da karşımıza çıkıyor. Şöyle bir farkla: Tanpınar büyük anlamı bulabileceği ihtimaline inandığı için, kendine has bir “coşkuyla” yazıyordu; Şule Gürbüz ise o büyük anlamın olmadığını daha baştan kabul etmesine rağmen, büyük sorular sormaya devam ediyor ve haliyle bu büyük müsabakadan eli boş, mahzun ayrılıyor. Ve bu esnada da, kendi kurduğu kapana okuru kıstırmış oluyor. İşte bahsettiğim “sessiz okur” talebi böyle bir şey: o kapanın dışına çıkış olasılıklarını hiç göstermiyor yazar. Şu ikili akıl yönetiyor kitabı: ya içindesindir kapanın ya da kapanı anlamamışsındır. Üçüncü bir yol, nedense, namümkün.
Şule Gürbüz belki bundan sonraki anlatılarında “Öyle miymiş” diye peşinen hükmünü vermiş bir soru yerine, “neymiş” sorusunun peşinden gider. O zaman dilindeki o müthiş hassasiyetin bir karşılığı olur. Bütün o dil incileri boşuna bir kara çukura gömülmüş olmaz da, kara çukurun içinde o inciler şöyle ya da böyle bir parıltı yayabilir. Velhasıl, böyle bir dile haiz bir yazarın tarikat lideri değil, çete lideri olmasını isterdim. Sadece önündeki “kutsal” kitaba değil, etrafına da bakacak bir çete lideri.