Gönlünden koptu Bahia’nın sesleri

Tarihiyle, inançlarıyla, iç içe geçmiş bin bir renkli insanlarıyla, derin Afrika’nın omurgasını oluşturduğu gelenekleriyle Bahia’da ortaya çıkan alaşım, ister istemez Jorge Amado’yu üretecek, anlatım onda nehir yatağını bulacaktı….

“Paloma’yı bulmalısın.’’

Rio’da karşılaştığım emekli Brezilyalı diplomat, “yıllarca hayalini kurdum, sonunda Caymmi’nin, Ribeiro’nun, Bethania’nın, Amado’nun ülkesi Bahia’ya gideceğim’’ deyince, dudaklarından bu iki kelime döküldü.

Paloma, Jorge Amado’nun kızı.

“Jorge’un evini de açtılar, müze gibi oldu, mutlaka uğra ve gez, ama Paloma’yı da gör...’’

Tarihiyle, inançlarıyla, iç içe geçmiş bin bir renkli insanlarıyla, derin Afrika’nın omurgasını oluşturduğu gelenekleriyle; birbirinin içinden fışkıran meselleri, efsaneleri, hikâyeleri ve varoluşun tüm hallerini yansıtan modern edebiyatıyla; müziğiyle, mutfağıyla, eşi benzeri zor bulunur, içinde ruhların dans ettiği büyüleyici doğasıyla Bahia, başlı başına bir diyar. Manyetik gücüne bir kez yakalanmayagörün, kurtulamazsınız.

Orada yıldırım hızıyla ahbap olduğum Gustavo’nun başına geldiği gibi. 30 yıl önce Bavyera’dan mühendis diplomasıyla gelmiş ve geliş o geliş. Şimdi, bu büyü ülkesini avucunun içi gibi bilen biri olarak bir yandan önüne hangi kitap çıkarsa okuyor, mütevazı bir kültür elçisi gibi buraları tanıtmaya çalışıyor.

Başkent Salvador- ya da São Salvador- haritadan göründüğü gibi değil. Brezilya’nın bu ilk başkenti, üç küsur milyonluk nüfusuna rağmen, akla fikre zarar bir coğrafyaya yayılmış durumda. Eh, kıyı şeridi cömert olunca, yapılacak başka bir şey de yok. Yok ama, bir yerden bir başka yere gitmek için, aynen Los Angeles’taki gibi, 30-40 kilometreyi göze alacaksınız.

Boşuna seçilmemiş burası. Biraz daha yakından bakınca, coğrafi olarak Manhattan ile inanılmaz bir benzerlik yakalıyorsunuz. Ana şehir, okyanusa uzanan dilin üzerinde; üç tarafı deniz. En önemli fark, bu üç tarafın da kumsallarla çevrili olması. Dilin batısından içeri giren “Azizler Körfezi,” dünyanın ikinci en büyük girintisi. Ebatları Konstanz Gölü’nden de fazla.

Coğrafya faslına şundan girdim. Böyle bir yere Orta ve İç Afrika’dan milyonlarca siyah, ardından Avrupalılar, peşinden de Ortadoğulular gelince ortaya çıkan alaşım, madencilik, tarım ve balıkçılık üzerinden süregiden hayat kavgası, birbirini izleyen “insan halleri’’ hikâyeleri, tek tanrılı- animalist din çekişmeleri, ırk ve dillerarası buluşmalar, ister istemez Jorge Amado’yu kendiliğinden üretecek, anlatım onda nehir yatağını bulacaktı.

São Salvador’a adım attığınız andan itibaren Amado’nun dünyasının içindesiniz. Denizcileri, terle yoğrulmuş aşk geceleri, dansla bulanıklaşan gerçeklik, kadınlar, kadınlar, kadınlar...

Jorge Leal Amado de Faria, gördüğü hayatlara, karakterlere, mutlu ve acı dolu, yoksul ama onurlu insanların portrelerine, Bahia ile kurdukları kader birliğine bakarken, belli ki, büyülendi.

Aynen Yaşar Kemal gibi, anlatmaya doyamadı.

18 yaşında Karnaval Ülkesi ile yola koyulmuştu. 40’a yakın romanda, Bahia’nın sıradan insanlarını merkeze yerleştirdi, her biri o romanın sonunda yüce, unutulmaz birer edebiyat kahramanı olarak çıktı.

Mozambikli bir yazar onun için “Jorge kitap yazmadı, o bir ülkeyi yazdı” demiş ki, daha iyi tarif edilemez.

***

Gustavo ile, Barra semtinde, Gaspar de Lemos’un 1502’de Salvador’da ilk karaya ayak bastığı noktaya bakan otelimde buluşuyoruz.

Paloma’yı tanıyor.

Arıyor, ama cevap yok.

Jorge Amado, Nâzım Hikmet ve Emi Siao. Yıl: 1953İlk hedefimiz, bir “barok mimari harikalar diyarı” olan eski Salvador’un göbeğinde, Amado Vakfı’nın müzeye çevirdiği mavi bina.

25 senedir açık burası. Amado’nun topladığı kurbağalar, Afrika kökenli ahşap tanrı heykelleri, tablolar, portreler, türlü çeşitli objeler.

Bir köşede, baştan aşağı, hayatından gelip geçen yazarlar, düşünürler, dostlar, yayıncılar. Başköşede Nâzım ve Siao ile birlikte 60 yıl önce çekilmiş bir siyah-beyaz. Onun hemen altında, Erdal Öz’le bir ikili fotoğraf. Onun yakınında, Neruda ile bir diğeri.

Ama benim aklım, Amado’nun 1945’ten 2001’de ölümüne kadar evli kaldığı, “ona karşı hiçbir tartışmadan galip çıkamadım’’ dediği eşi Zélia Gattai ile paylaştığı evde.

***

Merkezden adı Amado ile özdeşleşmiş Rio Vermelho (Kızıl Nehir) semtine yola koyuluyoruz. São Salvador’un, onun öyküleri gibi kıvrım kıvrım giden yollarından, içine Candomble rahibelerinin heykellerinin yerleştirildiği gölün kıyısından geçerek, bir yokuştan çıkıp, çevresi duvarlarla çevrili eve ulaşıyoruz.

“Huzur ve barış içinde geliyorsan, buyur, gir içeri....’’

Erdal Öz ile Jorge Amado. Yıl: 1989, İstanbul.Zélia ve Jorge Amado 1965’te yerleşmiş bu eve. O zamanlar burası Rio Vermelho’nun en güzel kesimiymiş. Arkada kocaman bir bahçe var. Tatlı bir esinti geliyor ve ağaçlar fısıldıyor.

Bizi Amado’nun torunu Maria Joao karşılıyor. Evin sorumlusu o. “Eskiden’’ diyor, “dedemler buradan okyanusu görürmüş. Ama bakın araya giren yüksek binalar yüzünden sadece dip taraflardan fark ediliyor.’’

Evcilliğiyle, Zélia’ya aşkıyla ünlü Jorge bahçeyi özene bezene bir tropik mekâna dönüştürmüş. Ortada bir kamelya var, karı-koca ağır ikindinin çöktüğü saatlerde, siestaya çekilmeden burada otururlarmış.

Ev mükemmel bir şekilde ziyarete açılmış. Her şey olduğu gibi korunmuş, ama mutfaktan yatak odasına, okuma odasından koridorlara kadar her bölümde duvarlarda Amado’nun hayatından parçalar, hemen tümü bu ev çevresine odaklı şekilde dönüp duruyor. Bir kısmını izledim. Salvador’a kimler geldiyse, mutlaka buraya uğramış. Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Pablo Neruda, Jack Nicholson, Roman Polanski, José Saramago...

Evin bir parti cenneti olduğu da anlaşılıyor. “Gönlü herkese açıktı’’ diye anlatıyor torunu. “Balıkçı, hurda alıcısı, dansöz, fahişe, maden işçisi veya dünya çapında filozof, hepsi onun gözünde kucaklanacak insanlardı.’’

Gözüm duvardaki slaytlarda Salvador’un bir başka kahramanına, şair ve müzisyen Dorival Caymmi’ye takılıyor. Amado ile ömür boyu yedikleri içtikleri ayrı gitmemiş. Derken bir başka fotoğraf: Büyük “bossa nova’’ şairi Vinicious de Moraes, müzisyen Caetano Veloso, ablası Maria Bethania. Hepsi gencecik. Belli ki bu fotoğraf, cuntanın tam olarak ülkede baskıyı artırmasından önceki günlerde çekilmiş. Elde gitarlar, yüzlerde kahkaha, Amado bir köşede, Buda heykeli gibi, elinde kadeh, derinlere dalmış gitmiş.

Jorge Amado ile Zélia GattaiEşi Zélia’nın köklü bir İtalyan anarşist aileden geldiğini herkes biliyor. Kitabı Allaha şükür, anarşistler bir köşede durmakta. Amado’nun siyasi öyküsü de geçen yüzyılın düşünceler resmigeçidi gibi: 18 yaşından itibaren sıkı komünistlik, parti üyeliği ve mecliste milletvekilliği. Savaş sonrası Vargas rejimi tarafından sürgün. Paris, ardından da Prag. Sovyet sistemiyle yüzleşme ve derin bir hayalkırıklığı.

1954’te Brezilya’ya dönüşünde ilk yaptığı işlerden biri, Komünist Parti üyeliğinden çıkmak ve tamamen edebiyata yönelmek olacaktır. Elbette ki kalbi hep solda atacaktır, hep ateist kalacaktır ama ruhu iyice özgürleşmiştir, rengârenk tonlara bürünmüştür.

Unutmayalım ki, Bahia’ya kölelerle Nijerya ve Benin’den gelen Yoruba kabilelerinin çok tanrılı inançları, bir ucunu Şaman’dan, bir başka ucunu İnka’dan yakaladığımız Candomble inancı ta 20’li yaşlardan itibaren etkilemiştir onu. O kültürün baskı ve yasaklar altında varlık sürdüren ayinlerini, tapınaklarını, özellikle de her biri bizim tabirle “hükümet gibi kadın” olan bilge “rahibe”lerini tanıdıkça, onlarla içli dışlı oldukça, onu yazar yapan hümanizmin denizine daha çok açılır.

Ve bir komünist milletvekili olarak, 1940’ların sonunda, Brezilya tarihinin en önemli yasal sıçramalarından biri olan, inanç özgürlüğünün yolunu açan yasa tasarısını bizzat kaleme alan kişi de o olacaktır.

O günlerden ömrünün son ânına kadar Camdomble rahibeleri ile Amado arasında bitmek bilmeyen, derin bir ilişki olacaktır. Torunu Maria Joao bana “biliyor musunuz, dedemgiller bu evi inşa ettikleri vakit, Salvador ve çevredeki tüm Candomble rahibeleri ev etrafında toplanmış ve mekânı kutsamış, kötü ruhlardan arındırmışlar, ancak ondan sonra taşınmışlar’’ diye anlattığında hiç şaşmadım.

***

Bahçede gezinirken arkamda Gustavo’nun sesi.

“Yavuz, Paloma aradı.’’

“Evet?’’

“Guarajuba’da. Biraz uzakta. Deniz kıyısında. Ama, ‘ne olur o Tğrk gazeteci buraya gelsin’ diyor.”

“Ne kadar uzak?’’

“İki saat kadar. Kuzeyde. Cennet gibi bir yerde. Bekliyor.’’

“Tamam. Gidiyoruz.’’

Ertesi sabah, Gustavo’nun arkadaşı Angela’nın arabasıyla yola koyuluyoruz. Tacimirim sahiline doğru. Salvador’dan çıkışımız zor oluyor. Ondan sonra bir süre aynen bizdeki gibi AVM’lerin ve çirkin ve saldırgan yeni site yapımlarının egemen olduğu alandan Gustavo’nun “buraları yavaş ölümle bitirecekler’’ vozurdanmaları sonunda, öğlene doğru varıyoruz Paloma’nın kaldığı yere.

Tatlı bir imbat esiyor.

Paloma, mütebessim “Cennete hoşgeldiniz’’ diye karşılıyor. Alman kökenli arkadaşı Arno’nun işlettiği özel, küçücük sahil kampında sadece o değil, kardeşi, Amado’nun oğlu Joao da var. Ama o başka bir dil bilmediği için selamlaşmakla yetiniyor.

Enfes bir Portekiz beyazı açılıyor. Paloma, biraz babasının evini ve değişen Bahia’yı anlatıyor. “Ama asla buralardan ayrılmam, baksana şuraya’’ diye köpük köpük okyanusu göstererek.

Uzun uzun havadan sudan, Bahia’nın inançlarından, insanlarından söz ediyoruz.

Sonunda, “Babanızın Nâzım’la dostluğunu biliyorum” diyecek oluyorum, söz havada kapıyor.

“Benim bebekliğimde başladı onların kardeşliği, ne dostluğu. Prag’daydık ve onlar iki ruh olarak birbirlerini bulmuşlardı. İkisi de deli gibi insanı seviyordu. Annemin anlattığına göre ayrılmaz iki afacan ruhlu adam. Onların hiçbir siyasi inanca sığmayacakları, taşacakları belliydi. Hayatı kucakladılar, Nâzım’ın ölümüne kadar konuştular. O günler Prag çok insanı tanıştırmış birbirine. Neruda da katılmış aralarına. Mao tarafından öldürtülen Siao da oralarda. Sonrası malûm.”

“Ya Yaşar Kemal?’’

Çok duygulanıyor Paloma. Yutkunuyor.

“Yaşar benim baba gibi gördüğüm birisiydi. Çok sevmiştim onu...’’

Okyanusa bakarak dalıp gidiyor. Sonra kızı, torunu sarıyor etrafını. Onlarla uzun uzun şakalaşıyor.

Ayrılırken “Babam bize hep söylerdi’’ diye yanıma eğiliyor, kardeşi Joao’yu göstererek.

“Her şeyinizi kaybedebilirsiniz çocuklar, unutmayın. Ama bilin ki, kimse sizin rüyalarınızı, hayallerinizi elinizden alacak güce sahip değil.’’

Arabamızın arkasından el sallarken, “yakınlarda geleceğim Istanbul’a’’ diye sesleniyor Paloma.

Onu günbatımıyla başbaşa, gülümsemesiyle, öylece orada bırakıyoruz.

Sol yanımda bembeyaz kumsal, alacakaranlıkta, özgür ruhların aziz şehri Salvador’a doğru giderken, Amado’dan not aldığım manifestoyu açıyorum yeniden:

“Kuzu tüyüyle kaplı gelmişim dünyaya, ayla kafa kafaya, göğsümde bir yıldız; talih yüzüme gülmüş... Kıskançlığa dayanıklıymış bedenim, dedikodu önümü hiç kesmedi, kem gözlere karşı hep bağışıklı kaldım. Hayat bana hep benim istediğimi, hak ettiğimi, beklediğimi misliyle verdi bana; tutku içinde yaşadım her günümü, her saatimi, her ânımı... Tanrının bile aklının alamayacağı şeyler yaptım, Exu’nun yakın dostu olan şeytanla kumpas kurarak... İnsan için hayırlı olan davalar uğrunda, yücelik uğrunda, özgürlük peşinde kavgalar verdim. Önyargılara karşı savaştım; lanetlenmiş eylemlere dalıp çıktım, yasak yollarda yürüdüm... Aykırı oldum, engelledim, olumsuzladım... İçimi boşalttım, güle oynaya, ağlayarak, acı çekerek, âşık olarak, haz duyarak...’’