“Cengiz Sinan Çelik çeyrek yüzyıldır tutsak; Serdestan ise dışarıya saldığı güvercinler gibi; kelimeleri kanatlı olmaya özenli... Çelik de öncekiler gibi eski ozanların destan mirasına talip oluyor. Başka deyişle, ‘ölü geçmişin yaşayanlar üzerine çöken kâbusu’na da talip; şiirin olanaklarıyla onunla yüz yüze gelmeyi gelecek için yeni hayaller kurmayı deniyor.”
24 Aralık 2022 19:05
Cengiz Sinan Çelik’in Serdestan’ı[1] benim gözümde bu yılın şiir müjdesi. Şairin ilk kitabı; bazı modern şairlerin hemen her dilde büyük örnekler verdiği türden bir epik yapıt. Çelik de öncekiler gibi eski ozanların destan mirasına talip oluyor. Başka deyişle, ‘ölü geçmişin yaşayanlar üzerine çöken kâbusu’na da talip; şiirin olanaklarıyla onunla yüz yüze gelmeyi gelecek için yeni hayaller kurmayı deniyor.
Destan türünün öncülerinden biri Türkçede Nâzım Hikmet. Dünyanın daha fazla bildiği ise Pablo Neruda (Canto General / Evrensel Şarkı ile). Bu türde en yeni örnek olan Serdestan, zorunlu farklılıklarına karşın birçok yönüyle Neruda’nın Canto’suna, Elitis’in Çılgın Nar Ağacı’na, Ritsos’un Umarsız Penelope’sine benziyor. Ritsos ile Elitis Yunanların, Neruda Amerika yerlilerinin mücadele tarihinden ilhamla yazdı destanlarını. Çelik’in ilham kaynağı ise bütünüyle Mezopotamya. Kuşundan çiçeğine, taşından ağacına, nehrinden dağlarına, kahramanından zalimine, mitolojisinden gerçeğine… Kanayan gövdemden bir Mezopotamya doğar! diyen Çelik varlıklara adeta sarılarak geziniyor bu coğrafyada. Onlarla konuşarak, dertleşerek, sözleşerek. Bazen yüksek perde bazen sessizce, bazen geniş geniş bazen nefes nefese, bazen usul bazen coşkun akıyor dizeler. Andığım destanlarda da benzer bir işleyiş var. Bu türün yerleşik bir özelliği olsa gerek; niyet, program, sesleniş ve işleyiş yönleriyle de benzeşiyorlar ve bu şairler kadim destancının modern çağdaki sadık yolcuları olmaya özeniyorlar. Kuşkusuz çetin bir yol olmalı bu yol; çünkü eskiyle yeni arasındaki anakronik gerilimi çözmek, zaman gürültüsünde kaybolmuş sesçil hünerleri (en azından bunların parodisini) yazıda da var etmek gibi zorlukları olan bir yol. Bu yolda destan türünü yeniden canlandırmayı, geleneğin büyük mirasını bu çağda da yaşatmayı ve şiirin ‘kopuk zincir’ini yeniden kurmayı arzuluyorlar.
İşte Cengiz Sinan Çelik, bu yola güçlü bir kararlılıkla girenlerin sonuncusu. Böyle bir modern destancının programında şunlar da ön cephede: Eskilerde olduğu gibi yaşanmışlığın izleri kaynaşacak destanda; çekilen acılara yeni bir anlayışla bakılacak; kurgusal bir hayalden değil, somut hakikatin içinden doğacak destan ve geleceğe taşıdığı umut. Yıpranmış mazmunlar, donmuş kalıplar, kayıp sesler, –ne kadar yapılabilirse– yazının imkânıyla onarılmaya çalışılacak. Zamanın getirdiği yeni olgularla ve yeni muhtevalarla iç içe, bunlarla kuşanmış olacak yeni yapıt. Şairin gayreti, ortak hafızanın saklı dipleri kımıldasın, zihinler geçmişle bugün bağında canlansın umuduyla çalışacak, seslendiği hafızalarda yeni bir çınlama yaratacak. Kuşkusuz Çelik’in de yaptığı gibi, her şair destanı kendi anlayışıyla yeniden kuracak. Bunları yaparken eskiyi tekrara düşmeyecek, kalıpları zorlayıp parçalamaktan, yeni biçimler bulmaktan çekinmeyecek; bu çetin bir yol aslında. “Korkuluksuz köprü” diyordu Gülten Akın bu şiir yoluna. “Halkın damarına bağlanan şiir” yolunu aramak diyordu bu çabaya. Modern destan şairinin de eskiler gibi gizli ya da açık umudu aynı: “halkın kulağında çınlayan kolektif diyapazon” olmak (Hilmi Ziya Ülken’in deyişi bu.[2]) Bu zor programı taşıma gayretinin bir son örneği Serdestan. Bunların hepsi ve daha fazlası yapılabildiği için şiirde destan türü yaşayabiliyor.
Ne var ki eski şairin mirası modern çağda bir mezarlıktan ibaret sayılmaya devam ediyor. Şairlerin birçoğu, geçmişi bir “folklor mezarlığı” olarak görmeye yatkındı. “Bir mezarın doğurduğu iştahlı çocuklardır Anadolu şiiri” diyordu Cemal Süreya. Folklorun modern şiir için zararını hatırlatıyor, mesafeli olmayı öğütlüyordu şairlere. Doğrusunu ve yanlışını iç içe gördüğü bu fikirlere karşı çıkan Gülten Akın, tartışmalar sırasında Cemal Süreya’ya şu şiirini hatırlatacaktır: “Yunus ki sütdişleriyle Türkçenin/ Ne güzel biçmişti gök ekinlerini” şiirini. “Niye mi koşarsın böyle ufka doğru/ Pir Sultan mı ısmarladı seni.”
Destan yolcusu şairler başka tür yordamlar bulmuş olmalı ki, eski şairin sesine, sazına, sahnesine, sakalına, bıyığına, kılığına özenerek, zamana uygun yeni kılıklarla var olmaya çalışıyorlar. O kadim diyapazonu yeniden titretebilmek için. Ahmet Haşim bu sesleri ilk kez duyduğunda “büyük bir orkestra getirdi Nâzım Hikmet Bey” demişti. Türkçede çoğul sesler, türlü sazlar bir arada, ahenkle çalan bir orkestra.
Peki, Cemal Süreya’nın ısrarla vurguladığı tekillik, şahsilik, “kişilik” olguları nerede, destanda vurgulanan o “çoğul ben” içinde? Kuşkusuz bu olgu her modern şairin en önemli poetik meselesi. Şair kendilik bilincini, şair benliğini eskisi gibi kutsal mitler içinde bulmayacak elbet. Homeros gibi ‘Hatırlayan Tanrıça’ya, Feridüddin Attar gibi yanlış sözcülere düşmüş tanrısına gizli işaretlerle yalvarmak zorunda hissetmeyecek. Yeni şairi, onun destanını var eden asıl şeyler de bunlar olmayacaktır zaten. “Halk” için, “dava” için az geriye çekilecek ama Nâzım’ın, Neruda’nın, Gülten Akın’ın, Sinan Çelik’in işlediği gibi, kamusal dille şahsi dil, toplumsal dertle bireysel dert iç içe örülecektir.
Cengiz Sinan Çelik
Asıl zorluksa şurada: destan geleneğinin kesintisizliği ile modern şiirin kesintili dünyasının uyumsuzluğunda. Geleneğin sonsuzluk arzusu ile dar zamanların bireyi apansız zorlaması arasındaki uzlaşmazlığın nasıl göğüslenebildiğinde. Sesli şiirin “kanatlı kelimeler”inin yerini (Walter Ong’un sözü), kurşun dökümlü ya da dijital harflerden oluşan kelimelerin alıp alamayacağında. Sözlü destan ile yazılı destan arasında daha birçok uzlaşmazlığı düşünmeden bu sorunların yanıtlanamayacağını biliyorum, ama bu geniş tartışma başka bir deneme konusu.[3]
Bütün zorluğuna karşın epik geleneğe talip şairler, eskilerin edasına öykünerek başlıyorlar destanlarına. Pablo Neruda’nın Evrensel Şarkı’sı[4] “Hikâyeyi anlatmak için buradayım ben!” diyerek başlıyor. Adı Amerika olmadan önceki kıtada başlayan hayatımızdan bu yana buradayım ben. Konkistadorlardan, sömürgecilerden, cellatlardan önce, Amerika denmeden önce buradayım ben. Çelik’se, “Ben geldim! (…) Boynumda asılıdır taze yarası öykümün” diyerek. Bu yara benden önce vardı, onları kendimle bedenledim, acımı ve acımızı söylemeye geldim. Ateş başında toplaştığımız günlerden bu yana, Munzur’da, Fırat’ta, Dicle’de, Harran’da yaşadığımız eski günlerden bu yana eserek geldim. Çelik, “beni bulmanız için geldim” de diyecektir. Böyle seslenme gereksinimi duyan Cengiz Sinan Çelik çeyrek yüzyıldır tutsak; Serdestan ise dışarıya saldığı güvercinler gibi; kelimeleri kanatlı olmaya özenli. Giriş şöyle:
Ben geldim!
Yalın ayak usulca
toz toprak içinde.
Cebimde yakılmış ağaçların külleri
Gözlerimde güvercin yakarışları.
(…)
Matem sisi içinden sıyrılmış dudak gibi kanayan
toprağa ayak izlerimi bırakarak
beni bulmana geldim!
Çelik’in de, Neruda’nın da yaptığı, Ülken’in deyişiyle kendi ufkunun insani destanı’nı yazmak olmuştur. Kendilik buradadır. Bu insani ufukta, “kişisellik” ile “kamusallık”, “ben” ile “biz” arasındaki mesafe çoğunlukla kapanıyor olsa bile bu bilinçli bir seçimdir. Benzerliklerinde şu gerçeğin de payı olsa gerek: ikisinin de seslendiği coğrafyada antik hayat ile modern hayat bugün bile iç içe yaşıyor. And Dağları ile Kürt dağlarının bağrındaki hikâyelerde benzer yönler sayısız. (“Seceremde kırk dağ doruğu yazılı”.) En azından sömürgecilerin açtığı yaralar, deşmeye devam ettiği acılar ortak. İki şair de öznel sesleri ile geleneğin sesleri arasındaki mesafeyi korumaya çalışırken simgelerin, remizlerin imgesel bağlarına tutunarak yaratıyorlar dizelerini. Kadim ile modern arasındaki derin kopuşun ucunda kalmış olan liflere tutunarak.
Neruda şöyle başlıyor destana:
Peruk ve üniformadan önce
ırmaklar vardı, ana kol ırmaklar:
Sıradağlar vardı, kağşamış kıvrımlarda
sabitlenmiş gibi görünürdü kartal ve kar:
Nem vardı ve gümrah, daha adı yokken
gök gürültüsü, uçsuz bucaksız kırlar.
(…)
Hikâyeyi anlatmak için buradayım ben.
Ben ki mandanın huzurundan
Antarktika ışığının birikmiş köpüklerinde
yeryüzünün son bulduğu yerin
habire kırbaçlanan kumlarına ve,
Venezuela’ya has o gölgeli huzurun
sarp inlerine kadar aradım seni, ey baba,
bakırın ve karanlığın genç savaşçısı,
ahh sen! Düğün çiçeği, asi saçlar,
anaç timsah, metal güvercin.
Çelik ise şöyle:
Bir zaman evvelin ahirin diliydim ben
Merhamet ağacının meyvesi gibi doğurgan ve erdemli
Yağmalanmamış hazlara şehvetle dalgalanan vücutlar
gibi
üryan ve bakirdi cismim
Cennet tapınağımda ipil ipildi terli kısraklar
Tanrıçalar ihya olmuşlara iştah kabartan nektarlar
sunardı
Gece göğünün gerdeğinden tiril tiril erguvani
gün doğururdu güneş.
Tılsımını yitirdi serlevhada beliren çehrem
Ölü bir dilde çırpınarak kavkını terk etti ezgilerim
Yaralıyım nicedir!
Lanetli ve tözünde çürüyen.
Toz ve kül içinde ölümünü gizleyen hikâyem
çakıl taşlarında mimleniyor
Direnen köz’de
Zend’in mahşerinde inatla. (Sinerra Lorin’den)
Neruda’nın Canto General’i büyük müzisyenlerin eli ve sesi sayesinde muazzam bir sahne edinebilmişti. (Teodorakis, Maria Faranduri, vd.) Darısı Serdestan’ın başına...
•
NOTLAR:
[1] Cengiz Sinan Çelik, Serdestan, Ayrıntı Yayınları, 2022.
[2] Hilmi Ziya Ülken, Destan, Doğu Batı Yay., 2019.
[3] Bu konuyu açıp tartıştığım bir yazı, İlhan Sami Çomak ve Cengiz Sinan Çelik için, Bilim Sanat Edebiyat Derneği’nin (BİSED) yayına hazırlamakta olduğu “armağan kitap”ta.
[4] Pablo Neruda, Evrensel Şarkı / Canto General, çev: Adnan Özer, Can Yayınları, 2020.