Kibrin Tarihi: Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor musun?

“İletişim Yayınları’nın bilimsel teoriyi ön plana çıkaran diğer inceleme kitaplarının birçoğuna pek benzemeyen Kibrin Tarihi, tarihin birçok kesitinden verilen kısa ve çarpıcı örneklerle ilerlediği için çok kolay okunuyor... Bu eserin bize vaat ettiği aydınlanmayı benzersiz ve tüm insanlık için mecburi buluyorum.”

24 Aralık 2022 17:58

Kitapların uluorta yayıldığı ve diğer her şeyden rol çaldığı evlerden biridir benimki. Evime her gelen kitaplara şöyle bir bakar mutlaka. Onca yıldır, onca kitap arasında Ari Turunen’in Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor musun? Kibrin Tarihi  kadar ilgi çeken bir kitap olmadığını samimiyetle söyleyebilirim.

Bulunduğu yer ya da kapağı değildi onu çekici kılan; masada, sehpada, rafta, farklı yerlerde gezdi durdu. Her gören eline aldı, illaki karıştırdı, biraz okudu, farklı bir yere bıraktı ve o yerde başka birinin dikkatini çekti. Sosyal bir deney gibiydi. Birkaç kişiye hediye etmek zorunda bile kaldım, hem de bitiremeden. Sonra akıllandım ve yedeğini bulundurdum. Sürekli şikâyet edilen, birçok dinde günah olduğu halde vazgeçilmeyen şu kibir hastalığını en sonunda biri sorun edinmiş ve bu derdin üzerine bir kitap yazmıştı. Böylesi bir ilgiyi yaratan olsa olsa bunun şaşkınlığıydı.

Tarihin birçok kesitinden verilen kısa ve çarpıcı örneklerle ilerlediği için oldukça kolay okunan bu eserin yazarı Ari Turunen, Le Monde diplomatique’in Finlandiya Yazı İşleri Müdürü’ymüş. Yazarla güzel bir söyleşi yine bu sayfalarda yayımlanmıştı.[1] Amazon’dan sayabildiğime göre kitap Almanca, Rusça, Hollandaca ve Türkçe dahil dört dile çevrilmiş ama İngilizceye çevrilmediğinden olsa gerek, henüz tüm dünyanın tanıdığı bir kitap değil.

Kibrin Tarihi, İletişim Yayınları’nın bilimsel teoriyi ön plana çıkaran diğer inceleme kitaplarının birçoğuna pek benzemiyor. Hele en başında birbirlerinden biraz bağımsız gibi görülen anekdotların bütünsel bir hikâye yaratmada zorlandığını, çevirinin ya da yazarın diline adapte olamadığımı bile düşündüm. Fakat konu çok ilginçti, ardı ardına bastıran ilginç örneklerin cazibesiyle akışa daldım ve kibirde yarışan tarihî figürlerin dünyaya neler (neler) ettiğini okumaya başladım.

Psikiyatrideki ismiyle hubris yani kibir sendromundan mustarip liderlerin halka ve doğaya vermediği zarar yok anlaşılan. Tarihin her döneminden böylesi fazla örneği bir arada görünce insan gerçekten şaşırıyor, bir yandan da bugünü daha iyi anlıyor. Yönetim biçimi ne olursa olsun, kibir hastalığı bulaşmışsa lider bir türlü iflah olmuyor.

Verilen zarar illaki bir şekilde anıtlaşıyor. Sefalet içinde yaşayan halkını düşünmemeye devam ederek 6 bin kişilik akıl sır ermeyecek kadar gösterişli Versaille Sarayı’nı inşa ettiren XIV. Louis misal – resmî tarihte benzer sözlerle anlatılan Dolmabahçe Sarayı gibi örnekler aklımızda; böyle bir gelenek sadece bu topraklarda var sanırdık! Bu arada XIV. Louis saray yaptırdığı yetmiyormuş gibi, vatandaşlarının zevkini tayin ve kontrol etmesi için bir memur bile atamış. Megalomaninin yaptırmadığı yok: İmparatorluktaki bütün kitapları yaktırıp ölümsüzlüğü keşfedemedikleri için 460 bilimciyi diri diri toprağa gömdüren, hani şu 7 bin kişilik terrakotta heykel ordulu Çin’in ilk imparatoru Qin Shi Huang’a ne demeli; ya da 1958’de devletin menfaati söz konusuysa Çin’in yarısını kurban vermeyi göze aldığını söyleyen Mao Zedung’un “eski”yi temsil ettikleri için, Kültür Devrimi adı altında eski eserleri tahrip ettirmesine, yıktırmasına?

Kibir cana da, mala da kastetmiş defalarca: Napoleon’un kibrine yenik düşerek kaybettiği savaşlar 6 milyon cana mal olmuş. Yalnız katliam konusunda, Kongo’yu bir sömürge kasaphanesine çevirip nüfusu 20 milyondan 10 milyona indiren soykırımcı Belçika Kralı Léopold kadar olamamış! Vietnam’dan Polonya’ya kadar uzanan bir coğrafyada 30-40 milyon kişiyi katleden Cengiz Han da bu istatistiğe mutlaka eklenmeli. Bu liderlerin yarattığı vahşeti eleştirmek ne kelime, heykelleri en görkemli şekilleriyle ülkelerine dikilmiş.

Bonaparte Sfenksin önünde, Jean-Léon Gérôme (1886)

Piramitleri inşa etmek için ormanlık bölgeyi çoraklaştıran Maya kralları (bugün neyse ki ormanların kıymeti biliniyor!), Polinezya takımadalarında 1963’ten 1996’ya kadar fütursuzca nükleer denemeler yapan Fransa, güya mahsulü korumak için serçeleri katlettirip sonra haşere salgını yüzünden Rusya’dan yüz bin serçe ithal ettiren Mao Zedung kadar trajikomik değil. Hakikaten inanamıyor insan okudukça.

Kitapta Disney’in eski genel müdürlerinden, zamanla kendini şirketle denk gören, dillere destan kibriyle birçok yetenekli çalışanını kaybeden Michael Eisner da var. Bugün yazılmış olsaydı, kısa zaman önce Elon Musk imzalı Twitter’daki toplu işten çıkarmalar da eklenebilirdi. Sizce de Musk, Dan Brown’ın Başlangıç romanındaki başkahraman, fütürist ve hırs küpü işadamı Edmond Kirsch’e benzemiyor mu? Musk ve benzerleri dünyanın tarihi kadar eski bir geleneği simgeliyor; 11. yüzyılda Dictatus Papae (27 maddelik papanın emirleri) ile kendini Tanrı katında hisseden Papa Hildebrand’la aralarında pek de büyük fark yok; ya da 11 Eylül sonrasında dünyayı bir savaş alanına çevirmeye yemin eden George Bush’la. Kibrin en kolay teşhis edilebilen özelliği, fikirlerin kusursuzluğu yüzünden hiçbir surette değişim göstermemesiymiş. Çünkü değişim hataların kabul edilmesi demek! O zaman gelsin mükerrer yanlışlar...

İktidar arzusu tabii ki sadece liderlere ait değil. İrili ufaklı her ilişkide iktidar savaşı olur. Karşıdakini her kim olursa olsun, hor gördürten kibir bunun yaygın araçlarından olunca birçok alanda örneklerini artırmak mümkün; Turunen’in yazmasına gerek bile yok ama yine de teker teker yazmış. J.K. Rowling’in Harry Potter ve Felsefe Taşı’nı reddeden dokuz yayınevinin editörünü, müziğini uzun süre plak şirketlerine beğendiremeyen U2’yu çoğumuz duymuşuzdur. Bunu yapanlar kuşkusuz inkâr ederler – kibrin yaslandığı aşırı özgüven beraberinde öz farkındalık eksikliğini de getirir. Kitapta söz edilen, Amerika’da üniversite öğrencileri arasında 1970’te yapılan bir araştırmayı oldukça ilginç buldum: Öğrencilerin yaklaşık yüzde yetmişi sahip olduklarından çok daha fazla “yöneticilik” becerilerinin olduğuna inanıyor, sadece yüzde ikisi ortalamadan daha kötü olduklarını düşünüyormuş. Merak ediyorsanız, “hadsiz özgüven” beyin korteksinin sol lobunun arkasına yerleşikmiş. O tahammülsüzlükler, o kendini beğenmişliklerin hepsi orada, hani ziyaret etmek isterseniz.

Kitabı okurken tabii ki aklıma kibir siyasetinin zararlarıyla ilgili onlarca örneğin yanı sıra, çocuklarına özgüven aşılamaya çalışırken onları birer kibir budalası yapan günümüz anne babaları ya da sorduğunuzda herkesin en beğendiği özelliğinin alçakgönüllülük çıkması da gelmedi değil.

Evet, bu eserin bize vaat ettiği aydınlanmayı benzersiz ve tüm insanlık için mecburi buluyorum. Kim ne derse desin, bu yılın kitabı kesinlikle Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor musun? Kibrin Tarihi olmalı. K24’teki bu seride size ne ilginç romanlar, ne başarılı incelemeler önerenler olacaktır ama inanın bundan önemlisi yok! Yoksa aynı fikirde değil misiniz? O zaman hodri meydan! Siz benim kim olduğumu...?

Yeni yılda herkesin kendindeki kibir kırıntılarını tek tek toplayacağı ve çöpe atacağı bir dünyada olma umuduyla.

  


[1] Aynur Kulak, “Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor Musun?”, Ari Turunen ile söyleşi