"Ernaux yaşadığımızı anlatır. Sebald bizleri kırmadan ama yine deyim yerindeyse eğer 'onlara' yaşattıklarımızı anımsatır bizlere. Yahudi-Hıristiyan geleneği burada her iki yazarda ayrışmaya uğrar. Sebald Yahudi’nin soyut bir imge olmanın ötesinde, yakın zamana kadar buralarda bir yerde hayatlar yaşadığını sergiler. Sebald uzun araştırmalar yapmak, ülkeler, denizler aşmak zorundadır insanlarını bulabilmek için..."
29 Nisan 2021 17:06
“Hafıza da cinsel arzu gibi, hiç durulmuyor. Ölmüşlerle hayattakileri, gerçek varlıklarla hayali olanları, rüya ile hikâyeyi iç içe geçiriyor.” (Seneler, Can Yayınları, s. 14)
Annie Ernaux’nun yazınını tarif edebilecek daha iyi bir cümle bulunamaz diye düşündüğümden olsa gerek, yukarıdaki satırları cımbızlarken buldum kendimi. İlk bakışta Ernaux benzerlerine Fransa’da çokça rastlanan hayat hikâyesi yazarlarından birisi sanılabilir ama satırlarıma başlamadan önce siz değerli Ernaux okurlarının böylesi fikirlere kapılmayacağını bildiğimi bildiğinize emin olduğumu söylemek isterim. Şimdi, işin şakası bir yana, uzaktan bakılınca ona en yakın yazarlardan biri belki de Marguarite Duras’dır, ama Ernaux’nun yapıtına yaklaştıkça bu kanının da Batan Güneş gibi bizden uzaklaştığını, dağların ardında uyumaya koyulduğunu görürüz. Ernaux birçok nedenle kendine has bir yazardır. Öncelikli nedeni kendi yazın anlayışını geliştirmiş olmasıdır. Birinci elden örneğin Duras için şöylesi bir varsayımda bulunabiliriz. Biyografisini de içeren romanlarında cinsellik Duras’da zevk alınası bir eylemdir. Hiroşimo Mon Amour’da olsun, Çinli Sevgili’de olsun, pek çok açıdan sevgili olmaya, sevişmeye zorlanmak dahi kadını anoreksiye itmez. Kısmi zorlanmalara rağmen varoluşun önemli bir parçasıdır seks. Kadın çok da zorlanmadan, kendisini Zorba’nın çağrısına olumlu cevap verirken bulur hep. Elbette erkek eylemi, erkeklik eleştirilir ama eleştirilen şey Ernauxcu anlamda cinsel zorun bilince çıkarılması, bugün bu sıcak anda cinsel davet kabul edilse bile yarın bütün bir ömür onunla hesaplaşmak değildir. Neden Zorba peki, hem düz anlamıyla hem de Kazancakis’in romanındaki anlamıyla Zorba? Arkadaşlar kadını kurban eder ama dönüp yasını tutma gereği dahi duymazlar.
Ernaux romancılık macerasının önemli bir bölümünde kendi hayatı çevresinde dönüp dolaşmıştır, ama çağdaşları gibi sömürgeye dair gözlemleri, oralarda yaşamışlığı yoktur. Türkçeye henüz çevrilmemiş fakat Zehra Nilgün Arkan isimli bir lisans öğrencisince tez konusu yapılmış Bir Kadın ve Bir Adam isimli novella’ları anne babası etrafında dolaşır. Birçok romanında da sıra kendi hayatına gelir. Seneler’i önemli kılan etkenlerden biri de sosyo-biyografik roman anlayışını kendi yaşamı, çağı üzerinden bütünlemesidir. Burada yapıtın temelinde Ernaux’nun cinselliği, kadınlığı önemli yer tutar. Yazarımız özellikle cinselliği önemser ama yatağını paylaştığı adamlardan, daha doğrudan deyişle sömürgeleştirilmekten memnun değildir. Ernaux yazınından anladığımız arzularla dolu her beden, hele kadın bedeniyse, aynı zamanda tatminle, cinsel bölüşümle de dolu değildir. Ekmek, peynir gibi cinsellik de sömürüye dahil olmuş, çoklukla kadın bedeni zora maruz kalmıştır. Ernaux bu hakkıyla yaşayamama durumuna karşı öfkesini, yer yer tiksintisini ilk cinsel deneyiminden günümüze sıklıkla dışavurur. Bazı satırlarını hüzünle okursunuz, bu bahiste hiç mi olumlu bir anısı yoktur? Daha fenası kendinizden utanırsınız, en sıcak anılarınızın içeriği bozulur, ağzınızın tadı kaçar. Görürsünüz ki Ernaux’nun eleştirisi sevgililerinizin de eleştirisidir aynı zamanda. Benim gibi düşünce tembeli biriyseniz eğer, “bu okuma yazma işine girişmemeliydik” dersiniz kendinize ama nafile, artık çok geç. Eğer insan olmak çok zorsa, bu zorluk da farklı katmanlara bölünür, katmerlenir. Kadınlık daha zordur; işçilik, göçmenlik onu da aratır. Ernaux kendinden başlar ama günümüzde insanın kendiyle kalamadığını bildiğinden topluma açılır. Öyküsünü toplumuyla birlikte, fakat kendi yaşam macerası içinden alıp gelir. Onun yaşam macerası içinde 1968 vardır, Kürtaj bir kitabına da isim olacak kadar önemli bir mevzudur, ama abartmaz; Paris Komünü’ne dair bizimle herhangi bir fotoğraf paylaşmaz, onu deşifre edip öykü anlatmaya koyulmaz.
Kitabı okumaya başlıyoruz: “Unutmak için çabaladığımız, zihnimizden silmeye çalıştıkça inatla daha da yerleşen berbat cümleler, geçkin orospular gibisin.” (s. 15) Ernaux kişisel tarihi içinde gezinirken travmayı anımsar, onu sahneler de; ama bilir, anımsamanın da belli bir süresi vardır, ister istemez araya başka işler girecek, hatırlama işlemi bölünecek, bitecektir. Burada bir sorun vardır, ona işaret edilmiştir. Arif olan anlar. Ernaux anlatısı içerisinde daha fazlasına yer verir. Deyim yerindeyse içine kapanmaz. Günümüzden örnekleyecek olursak, sokaklar, televizyonların sabah programları, Twitter, Facebook bunun tam aksi anlatılarla doludur. Günler, aylar, yıllar geçer ama kullanıcıların hep aynı travmaları kalıcıdır. Taşı kaldırır atarsınız, kayayı yerden alıp dağın zirvesine götürürsünüz ama bu tip tanıdıklarınızın yaralarının kabuk bağladığını göremezsiniz bir türlü. Olur olmaz hep aynı yaşanmışlıklar hatırlanacak, bahse konu kişiler kendilerini öyle bir düğümleyeceklerdir ki, hep dünü yaşayacaklardır. Yarın şöyle dursun, onların bugüne bile gelemediklerini hüzünle görürüz. Bizim dışımızda yaşadığımız dünyanın belleği yokmuş gibi yaparız yarı kurmaca kişilere dönüştüğümüz bu tip medya girişimlerinde. Oysa romancımızın da sormadan geçemediği gibi, “11 Eylül 2001’de ne yapıyordunuz?” Yoksa siz sormaz mısınız kendinize bu tür soruları? Peki ama neden önemlidir 11 Eylül 2001? Sadece dünyayı daha koyu bir karanlığa gömen bir saldırı olduğu için değil elbette. Dünya, ayağımızın altındaki toprak bizden eksik kalır mı hiç? 11 Eylül 2001’den Seneler’in yayınlandığı 2008’e dek korkunç savaşlar olmuş, bir anlamda 11 Eylül hiç gündem dışı kalamamıştır. Artık gazeteciliğin bilinçaltımıza yerleştirdiği bir başka yaşanmışlık katmanına daha sahibizdir hem. Haberler de arkadaşlarımız kadar yer edinirler hatıralarımızda. Mehmet Ali Birand’ın bitmek bilmez dil sürçmelerine dair hangimiz bir şeyler anlatmamış, etrafımızı güldürmemişizdir ki?
“Dil ise dünyayı kelimelere dökmeye devam edecek. Bayram sofrası sohbetlerinde yüzü gittikçe silinen bir isimden ibaret olacağız ve giderek eski devirlere ait, adsız sansız yığının içinde kayıplara karışacağız.” (s. 18)
Bu satırları okuyunca ister istemez hüzünlendim, o sırada ustalarımızdan Demir Özlü’nün Stockholm’de vefat ettiği haberi yeni gelmişti. Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplardan birinden şu parça konuşuluyordu özellikle de:
“Sürgün... ağır sözcük. Bütün yaşamımız boyunca orada da, burada da, sürgündük. Artık ‘gezgin’ olalım.”
Benim de aklımı alıp uzaklara götürdü gezgin başım. Ernaux’nun kitabının yayınlandığı 2008 yılına doğru yürüdüm. Kitapçılarda henüz günümüzdeki kadar yaşlanmamış Ernaux’nun fotoğrafı asılı, göğsünün altında Les Années’nin (Seneler) kapağı iliştirilmiş. Sarışın, çok güzel bir kadın. Afgan mülteci Kâzımi, “Benimle evlenmez mi bu civciv?” diyor. “Ben kamplardan kurtulurum, o daha şanslı, şu kaşa göze bir bakar mısın lütfen? Allah övmüş de yaratmış. Hanımefendi de aradığı aşkı bulur.” Gülerek, “hadi be” diyor, susturuyoruz Kâzimi’yi.
Çok okunduğundan olsa gerek, o yıl Migros ve Coop gibi süpermarketler dahil Cenevre’de, Lausanne’da, Neuchatel’de, Jura’da, her yerde Ernaux’nun kitabıyla karşılaşabiliyordunuz. Yanı sıra Peter Stam’ın Yedi Yıl ismiyle Türkçeye de çevrilen kitabı Sept Ans isimli Fransızca çevirisiyle raflarda... Seneler’in kapağı nasıldı, unuttum ama Yedi Yıl’ın kapağı Türkçe çeviridekinin aynısıydı. Benjamin Button’un Tuhaf Öyküsü de raflarda olan bir başka kitaptı.
Biraz da kıskanarak arkadaşlık ettiğimiz Yusuf henüz hayattaydı. Suriyeliydi. Evinde büyük partiler düzenler, kantonun en güzel kadınlarını, adamlarını davet ederdi; dans eder, dünya ahvalini konuşurlardı. Henüz Suriye savaşına birkaç yıl var, fakat Suriyelilere oturum izni yok. “Tamam, ülkenizde demokrasi yok, ama güvenlik sorunu da yok” deniyor Arap mültecilere. Yusuf krem tabakanın torbacısıydı. İlginç arkadaşları vardı. Entelektüel sohbetlere bizleri çekmek için çevirmen bulurdu. Dilimiz açılırdı, başlardık sinema, edebiyat konuşmaya. Fransızca bilen tek arkadaşımız Mustafa idi. Seneler’i ona okutmuştuk. Ama bize bir başka kitabı anlattığını daha baştan anlamıştım. Haberi yoktu fakat Babam yine Siren İdemen’in Türkçesiyle yayınlanmıştı bir kere. Filistinli iki kardeş tam İsviçre’ye vardık, artık rahatız derken peyderpey ülkeden kovuluyorlardı. Gittikleri restoranlarda onları görüyor, el sıkışıyorduk. Arapça yok, Türkçe yok, Fransızca yok, tek dilimiz el sıkışmaktı. Yusuf birkaç gün ortadan kayboldu. Müşterileri onu soruyordu. Evli barklı, zengin sosyete kadınlar gelip küflü evlerimizde oturuyor, duvarları seyrediyor, sonra gidiyorlardı. Polis çağırdık, kapısını kırıp içeri girdiler ve aşırı dozdan öldüğünü söylediler. Para topladık, uzak kantonlardan birinden, Saroyan’ın Zavallı Bağrı Yanık Arap’larından birini bulduk, Yusuf’un cenazesini yıkattık, Suriye’ye yolladık. İsviçreliler bir ikisi dışında pek görünürde yoktu. “Ayıp ettiler,” diyorduk, “iyi arkadaşız oysa, burada olmalılar.” Suriye’de savaş başlayınca hayatta kalan bütün Suriyeliler oturum almaya başladı. Yakın arkadaşlarından çokça, “Yusuf ölmekle iyi yapmadı, acele etti” gibi saçma sapan cümleler duyar oldum.
Seneler gelir geçer. Demir Özlü daha çok anılır ama biz kitabı okuyalım.
25 Ocak 2021’de Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde Seneler üzerine kitabın editörleri Cem Alpan ve Şirin Etik ile yapılan canlı yayında bir soru üzerine Cem Alpan ile Yasemin Çongar, Ernaux’nun romancılığını W. G. Sebald’e yakın bulduklarını söylüyorlardı. Yaklaşımları makuldü tabii ama yine de bu incelemeye değer bir iddia. Şöyle ki:
“Anne babaların bize cevap vermeyi unutup ara ara buğulu bakışlarla gözlerini diktikleri zaman, bizlerin olmadığı ve hiçbir zaman olmayacak olduğumuz zaman, önceki zaman. Misafirlerin birbirine karışan sesleri, dinleye dinleye neredeyse bizim de tanık olduğumuza inandığımız ortak hadiselerin büyük anlatısını örerdi.” (s. 21)
Ernaux’nun bence Sebald’e yakın olmak şöyle dursun, neden uzaklaştığını anlatır tipik pasajlardan biri budur sanırım. Sebald’in öykülerine (Göçmenler) yahut romanlarına (Austerlitz) baktığımız zaman gördüğümüz şey bu cümle kalıbında olduğu gibi yekpare değildir. Sebald’de başlangıçta bir hikâye bile yoktur. Tam anlamıyla kayıptır zaman, ya Göçmenler’de okuduğumuz biçimiyle en sonunda biz ana öyküyü içimiz sızlayarak öğreneceğizdir, ya da Austerlitz’de olduğu gibi, kahramanımız bizi birçok diyarda gezdirecek, sıkıntıdan bezdirecek, zamanla artık kendisi de çözülecektir. Başlarda bilemez, Sebald’e öfkeleniriz. Austerlitz yazarımıza şunu da demiştir, bunu da demiştir, e tamam ama bütün bu monoloğun anlamı nedir kardeşim?
Yazar, yazar olarak zaten belirsizdir, orada mıdır bilemeyiz ama Austerlitz’in söylediklerini kaleme alan adam bari çözülsün, bize bir iki ipucu versin isteriz. Türkçede okurunu bulamamasından da anlayacağımız gibi, bu açıklığı çok bekleriz. Sebald’in öykülerinde sözü bastırılmış, bedenleri dahi kaybolmuş insanlar vardır. Okunan yapıt bir başına zevk vermez, aynı zamanda sabır ister, emek ister; bundan dolayı kitabı bitirebilmek, kayıpları bulabilmek kadar önemlidir. Sebald’in öykülerindense romanlarında, ama özellikle de Austerlitz’de durum biraz daha farklıdır, kahramanımızın geçmişine dair bazı ışık kırıntıları bulabiliriz, ama bütün o çocukluk, bütün o hayat yok edilmiştir. Bir kıyaslama yapacak olursak eğer, Ernaux sivil hayatta anne olduğu gibi, romancılığıyla da annemizdir bizim. Canımızı acıtacağı, erkekliğimizle, doğal ayıbımızla bizi utandıracağı bir sınır vardır, onu aşmaz, onun anlatısı yaşamda zorlanmak üzerinedir. Doyasıya sevişememiştir, gebelik korkusunu yaşamıştır, libidosu yüksektir, ama adamların beklentileri tiksinçtir, kitlelerden bir tüketim toplumu olmanın ötesinde devrimler toplumu olmasını, özgürlüklerini çoğaltmasını beklemiştir, bir anlamda fütüristtir, bugünün kötürümleşmesinin geleceği bağlayacağını düşünür vesaire.
W. G. Sebald
Sebald tam aksi bir yazardır, Avrupa’nın temellerinde harcı olan bir halkın, ne deriz hani, “falan kişi de çok Yahudi-Hıristiyan geleneği içinden konuşuyor”, işte o geleneğin Yahudi kısmını araştırıyordur. Ama Yahudi, artık Hıristiyan gibi görünür değildir. Nihayet bir ülke icat etmiş, diyasporada görünmezliği seçmiştir. Seneler’de Annie Ernaux’da da bu Yahudiliğin, yokluğun farkındalığını yaşayacağızdır, ama Sebald’deki şiddetiyle değil. Sebald’in meselesi sabittir, karmaşasını zamanın Yahudi imgesinin kaybedilmesinden alır. Ernaux’nun meselesi onun aksine, çok daha sadedir. Şimdi, şu an yaşıyoruz ne yaşıyorsak; kafamız tiyatro perdesi, kafamız televizyon ekranı, kafamız masalcı koca ana, zihnimiz dolu dolu – yaptığı bir tür gündelik hayat röportajcılığıdır bir yerde. Bir hayat elli yıl mı yaşanıyor, altmış yıl mı yaşanıyor, bunu inceler, düşüş yıllarını inceler; yanı sıra 1968 Mayısı gibi yükseliş anlarının heyecanını da duyumsar. Gündelik belleğin karmaşasını bizlere, bizlerden daha dikkatli bir dille anlattığı için ilgileniriz onunla. Biliriz, günün bir tarihi var, bu önemli hayat, hatta önemsiz sandığımız zaman bir tarihe eklenecektir. Ernaux yaşadığımızı anlatır. Sebald bizleri kırmadan ama yine deyim yerindeyse eğer onlara yaşattıklarımızı anımsatır bizlere. Yahudi Hıristiyan geleneği burada her iki yazarda ayrışmaya uğrar. Sebald Yahudi’nin soyut bir imge olmanın ötesinde, yakın zamana kadar buralarda bir yerde hayatlar yaşadığını sergiler. Sebald uzun araştırmalar yapmak, ülkeler, denizler aşmak zorundadır insanlarını bulabilmek için; oysa Ernaux’nun yaşaması, Pierre Bourdieu gibi sosyologlara yakın durması yetmiştir sosyo-biyografik romanını oluşturmaya. Ayrıca Hıristiyan geleneği de aynı şekilde yaşayagelmiştir. Dün şer’i idiyse bu hayat, bugün laikliğe kapı aralamıştır, ama süreğendir.
Bu vesile ile Ernaux ilgililerine –ve tabii Taraf gazetesinde vaktiyle benim de ilgiyle okuduğum denemeler yazan Yasemin Çongar’a, iyi okuyan bir yayıncı olması hasebiyle Cem Alpan’a da tabii (keşke editörler yazar olsa, yazarlar da elifbayı yeniden öğrense bu arada)– Osamu Dazai’nin yapıtlarını önermek isterim. Batan Güneş Ernaux’nun yapıtlarıyla yakınlıklar kurarak da okunabilir.
Değinmek gerekirse eğer, Dazai’ye Ernaux’nun anası babası, ağabeyi demeyelim de (bütün yakınlıkları aile üzerinden kurmak, adamların kıtır kıtır eş, sevgili, konu komşu kadın kestiği bu ülkede özellikle öfke uyandırıyor), en eski dostu, yoldaşı diyelim; işte bu adam da Ernaux gibi hayat aramaktadır. Dazai’nin İnsanlığımı Yitirirken’i eğer bir egemenlik biçimi olarak erkekliğin ne denli çürüdüğünün anlatısı ise (“Doğmuş olduğum için beni affedin.”), Batan Güneş bunun aksine, kadınlığın yine kadınların hayatını da kendileriyle birlikte berbat eden erkeklerin yaşama katlanamayıp intiharı seçtiği, kadının ise her şeye rağmen hayatta kaldığı, ütopyalara bel bağladığı, bulamayacağını bile bile aşkı aradığı, pro-feminist bir anlatı biçimidir. Örnekleyecek olursak eğer:
“Devrim beni hiç çekmedi. Aşkı da hiç tatmadım. Yeryüzünün en akıllı ve en yaşlı beyinleri bize devrimive aşkı en budalaca ve en iğrenç işler olarak tanıttılar. Savaştan önce ve hatta savaş sırasında bundan emindik. Oysa bozgundan sonra yaşlı ve akıllı beyinlere artık inanmıyoruz ve yaşam hakkında söylediklerinin tam tersi gerçeğin ta kendisidir diye inanıyoruz. Devrim ve Aşk, aslında yeryüzünün en iyi ve en hoş nimetidir ve değerli oldukları için yaşlı ve akıllı beyinlerin yalanın keskin üzümlerini üzerimizde çiğnediklerini düşünüyoruz. Ben tüm varlığımla şuna inanmak istiyorum: İnsan, Aşk ve Devrim için yaratılmıştır.” (Osamu Dazai, Batan Güneş, Olvido Kitap, s. 84.)
Geleceğin daha güzel olacağı kanısı gelmiş geçmiş bütün kuşakların en kadim yanılgısıdır diyebiliriz sanırım. Yetişkinler, hele hele ebeveynler çocuklar(ı) için neler umarlar da o çocuklar koyunlarında ne tür bombalar bulurlar, bizim gibi analığı babalığı bir türlü yüceltmeyen, (aşağılayanların deyimiyle) zıpçıktı tiplerin hep yaşayıp gördüğüdür. Bizim yetişkinlerimizin bir bölümünün şu abartılı “Z kuşağı geliyor, tüm hayatımızı değiştirecekler” gürültüsünden de aşinayızdır zaten bu gevezelik türüne. Ernaux’da Dazai’ye yakın düşünme, yazma biçimlerini bulmakta çok zorlanmayız. Yine bir hayatta kalma, yaşamı sevme biçimidir de gelecekten bir şeyler ummak. Hiç olmadı, günün sonunda zaman herkesin yüzüne aynı şekilde gülmüyor deriz, ne yapalım…
“Anne babalarımız, gençler bizden daha çok şey bilecek diye iddia ediyordu. Gerçekteyse, evlerin darlığı çocuklarla anne babaları, kız, oğlan bütün kardeşleri aynı odada yatmaya mecbur bırakıyordu; hâlâ leğende el yüz yıkanıyor, ihtiyaçlar evin dışındaki tuvalette görülüyor, âdet bezlerindeki kan soğuk suda akıtılıyordu. Çocukların nezle ve bronşitleri hardal tozu lapasıyla tedavi ediliyor, büyükler grip olduğunda kendilerini sıcak rom ve Gripin’le iyileştiriyordu. Erkekler güpegündüz duvar kenarlarına işiyordu. Yükseköğrenime şüpheyle bakılıyor, gözünü fazla yukarılara dikmiş olmaktan ötürü, meçhul bir yaptırımla alaşağı edilip cezalandırılmaktan korkuluyordu, fazla okumak insana kafayı yedirirdi. Ağzında eksik diş olmayan yoktu. Zaman herkesin yüzüne aynı şekilde gülmüyor deniyordu.” (s. 42)
Pek çok Türkiyeli akademisyenin Ernaux üzerine çeşitli akademik mecralarda yazdığını görüyoruz ama Orhan Koçak’ın burada sorguladığı üzere, karşılaştırmalı edebiyat burda niye olmuyor? Ernaux bahsinde de bu olabilirliğin örneğine rastlayamıyoruz. Niye bu böyle? Sebebini anlamak güç. Ernaux erkeklikler bağlamında Fleur Jaeggy ile karşılıklı okunabilir. XXX’in Erkek Kardeşiyim’de erkek kardeş Ernaux’nun bazı yapıtlarında karşılaştığımız baba yahut koca gibi, yakın olmanın ötesinde, bir tür gözaltına alandır, düşmandır. Yahut pek tabii ki zamandaşları W. G. Sebald yahut Jean Echenoz ile birlikte de okunabilirdi. Ama bu tip ufuk açıcı bir çabanın ötesinde karşılaştığımız şey genelde Ernaux’nun ve kaynaklarının bir özetini sunmak oluyor.
Seneler’e geri dönecek olursak, kendi öznel zamanının üretim biçimlerini, tüketim alışkanlıklarını da yer yer öfkeyle gözlemlediğine tanık oluruz: “Fazla iyi giyimli bir sekreter ya da tezgâhtar kadın için zenginler, ‘Varını yoğunu üstüne geçirmiş’ derdi.” (s. 44-45) Bugün bu neden denmiyor? Fabrikasyon giysilerin terziliği öldürdüğü, giyinmeyi bir anlamda her alıcıya hak görüp sıradanlaştırdığı için mi, günümüzde tezgâhtar kız tüm malvarlığı ile dikkat çekmiyor? Onun giydiği artık ne kadar gösterişli olursa olsun, herkesin giydiğiyle hemen hemen aynı, ama görünmezliğinin tek nedeni bu da değil belki. Ernaux’nun neslinin alışveriş yaptığı butikler yok denecek kadar az. Mağazalarda ise kasiyer kızlar birer otomattan farksız; artık ne giyimleriyle dikkat çekebilirler ne de o dükkânda var olabilirler. Covid 19 salgını sonrası kapanan, açıldığında belli mesafe kurallarına uyularak çalışan giyim mağazalarının kapı önlerinde gördüğümüz de bu değil midir? Bizimki gibi memleketlerde yoksullar ekmek kuyruğuna girerken, Avrupa’da müşteriler alışveriş kuyruklarında zaman geçirirler. Kasada alıcının da, satıcının da zamanı yoktur, patron daha çok kazanacaktır. Esas olan para ile giysinin takasıdır. İnsanlık ölmüş müdür? Belki hayır, ama bu koşulları kabul ettikçe çok kolay izole edilmiştir. Ernaux’da bu koşulların tatsızlığı sıklıkla vurgulanır. “Günümüz toplumunda hiç mi iyi bir özellik yok?” dersiniz yazdıklarını okurken. Ama öykücümüz 1940’lardan bugüne neler anlatmıştır… Evet, bugün biraz yorucu bir zamanda yaşıyoruzdur, kabul edersiniz.
Ernaux kendi sosyo-biyografik romanını yazarken okuruna da adeta “ortak hayatımızı yazıyorum” der gibidir. “Varlığım benimle başlayıp benimle son bulmuyor, sizinle anlam buluyor” demenin bir başka biçimidir bu.
“Göçmen işçilerse sokakta Fransızlarla karşı karşıya geldiğinde, onların gözünde düşmanın suretine sahip olduklarını –onlardan çok daha hızlı ve net bir biçimde– biliyorlardı. Gecekondularda yaşamaları, fare deliği gibi bir atölyede ya da bantta çalışmaları, ekimdeki protestolarının yasaklanması, sonra olağanüstü bir şiddetle bastırılması, hatta belki (o zaman duymuş olsaydık) yüzlercesinin Seine’e atılması olağan görülebiliyordu. (s. 74-75)
Ernaux sözün burasına bir ahlaki değer olarak kendi kızlığını kaybedip, bir ayıp olarak kadınlığa bulaştıktan sonra, yukarıda bir yerde kızlık kanının bulaştığı külotunu kitaplarının arasında sakladığını söyleyerek geliyor. Total romanın esprisi bu olsa gerek; toplumcu değil ama toplumsal roman, sınıfına ihanet edemeyenlerin romanı özellikle de. Genç bir kadın savaş ganimeti gibi yağmalanacak, vajinası ele geçirilemiyorsa ağzına göz konacak, oral seks beklenecektir ondan; toplumla bedeni arasında sıkışıp kalacak, sürekli saldırıya uğrayacak, alaya alınacaktır. Peki ama buradan Cezayir’deki çatışmalara, Fransa’nın ödediği bedele, darbelere, daha sonra ülkenin iç çelişkilerine nasıl gelinir? Bir; beden toplumun bir parçasıdır, hafıza örselenen gövdeye aittir, değerini John Berger’in önerdiği anlamıyla bir yetimler ittifakı içinde bulur. İki; bu duyarlılık olmasa bile göz gördüğünü inkâr edemez.
Ernaux’nun romancılığının Fransızca ve Almanca dışında zor kabul görmesinde bu bir tür spontane dürüstlüğün de payının olduğunu düşünüyorum. Ernaux her ne kadar Seneler’i 60’lı yaşlarında yazdıysa da, önceki romanlarında çok daha gençti; lakin gündelik hayatta bunamış babaannelerimiz gibi, çeşitli hafıza sorunlarıyla boğuşan yaşlı kadınlar gibi, onlara saygı sunar gibi konuşuyordu hep. Hatırlıyor ve karşısındakine sen kimsin diye sormadan, ondan utanmadan, öyküsünü tüm açıklığı, kuşatıcılığıyla anlatıyordu. Yazma disiplininin ötesinde, bu anımsayıcı dürüstlüğü de onun yaşayan önemli romancılardan biri olarak görülmesine neden oluyor.
1968 Mayısı’na dair anlattıklarıyla durduğu yeri pekiştirir:
“Bizler aslında iş hayatına hiç gerçekten asılmamış, satın aldığımız şeyleri sahiden istememiştik; polise kaldırım taşı fırlatan, neredeyse akran olduğumuz öğrencilerde kendimizi görüyorduk. Sansür ve baskı yıllarının, Cezayir savaşı karşıtı gösterilerin şiddetle bastırılışının, ırkçı saldırıların, Rahibe’nin yasaklanmasının ve resmî, siyah Citroën DS’lerin hesabını iktidardan bizim yerimize soruyorlardı. Ergenlik çağımızdaki eli kolu bağlı halimizin, amfilerdeki o hürmetkâr suskunluğumuzu erkek arkadaşlarımızı gizlice yurda almanın verdiği utancın öcünü alıyorlardı bizim için. Gönlümüzün alevler içindeki Paris gecelerinde olmasının kökleri hiçe sayılmış arzulara, boyun eğmişliğin dermansızlığına uzanıyordu. Bütün bunlarla daha önce tanışmamış olduğumuza hayıflanıyor, ama bir yandan da bunları meslek hayatımızın başında yaşadığımız için kendimizi şanslı görüyorduk.” (s. 96)
Devamında da düşüşü sergiler:
“Bir an bir şeyi kaçırmıştık, ama neyi kaçırdığımızı bilmiyorduk ya da oluruna bırakmıştık.” (s. 99)
Peki öyleyse neden öncelikle yayıncılardan, devamında da (Fransızca ve Almanca bilenler dışında) okurlardan kabul görmüyordu Ernaux? Bunun nedenini Duras’dan bugüne biraz da kadın yazarlarda aramak gerekir. Ernaux, Fleur Jaeggy ile birlikte erkeklere haz verirken kadın bedeninin acı çektiğini, yaralandığını dile getiren çok az kadın yazardan biri olduğu, erkeklerin fantezilerinin onda tiksinti uyandırdığını dile getirdiği için de kolaylıkla benimsenemiyordur. Onda kadın bedeni aynı zamanda kadın bilincine de sahiptir. Kendi arzuları vardır. Başkasının arzularına cevap vermek, sonrasında itiraza neden olur. Ayrıca Ernaux’nun kapsayıcılığını, solculuğunu da unutmamak lazım kuşkusuz. Yazar olmak için yazmamıştır o. Oysa günümüzde kadın yazarlar, başta Valeria Luiselli olmak üzere, güzel fotoğrafları, ara sıra da oto-pornografik pasajlarıyla dünyada ilgi uyandırıyorlardır. Memleketimizde de pek çok kadın yazarın yapıtının ve dahi fotoğrafının bu amaca hizmet ettiğini gözlemleyebiliyoruz. Mankenler gibi fotoğraflar çektirir, bu malzemeyi kitap eklerinde sergiler dururlar. Bu son derece akıllı kadınlar verdikleri pozlarla, yazdıkları satırlarla arzulanacaklarını, bunun da onlara sürekli okurlar kazandıracağını bilmez olurlar mı hiç?
Ama işte Ernaux da Ernaux’dur. “Kendisini hiçbir yere ait hissetmiyor, bilginin ve yazının dünyası hariç.” (s. 82)
Ernaux’yu okumak bana birçok açıdan büyük zevk verdi. Yazar olmak dışında çok daha temel meseleleri var onun insan olmakla ilgili. İnanılmaz entelektüel bir kadın bir kez. Dünyayı okumuş; her ne kadar günümüze geldiğinde Alain Badiou’nun adını, Jacques Ranciere’in adını anmıyorsa, Ranciere ile aynı itirazlara sahip olduğu halde Uzlaşma Çağına Notlar’ı dahi görmezden geliyorsa bile, Sartre’dan Elfriede Jelinek’e, Beauvoir’ın türbanından Roland Barthes’ın zamansız ölümüne, okumadığı, anmadığı kimseyi bırakmıyor. Salt edebiyat okuru olmadığını görüyoruz.
Kitabın iskeleti ile pek ilgilenemedim ama içim rahat. Seneler’in şematik özelliğini merak edenler kitap hakkında çıkan pek çok yazıya göz atabilirler. Sevinçliyim: Ernaux’nun daha çok eseri Türkçede yayınlanacakmış.
•