“Drift” kelimesinin tezatlar içeren anlamları “driftwood”da, bir kez daha bizi ağacın haraketsizliği, kök salmanın yerine mıhlanmışlığı ile kopan dalın savrulan, kimi zaman dünyanın öte yanına kadar varan hareketliliğini karşılaştırmaya zorluyor âdeta
07 Mart 2019 11:00
Driftwood ilginç bir İngilizce kelime. Birçok sebeple. Bir kere “wood” var serde: hem “orman” demek, hem de “tahta”, hem “koru” demek hem de “ahşap”. İnsanın doğaya ne gözle baktığını hemen açık eden bir dillendirme var ortada. Belli ki, ormana bakmış tahta görmüş insanın Anglo Sakson oğlu, yoksa neden tahta ile orman eşsesli olsun ki.
Ormanın canlılığı ile tahtanın ölülüğünün eşsesliliği manidar belki ama iş sese geldi mi, yaşayan orman kadar ölü tahtanın da seste hatırı var. Misal, ahşap müzik aletleri. Marsyas’ın öyküsünden bilindiği üzere, tahta oyma kaval, Apollo’nun telli çalgısına yenilince, Marsyas ağaca gerilip derisi yüzülür ve vurmalı çalgılar çağını açar. Olaylar da Afyon’daki Karakuyu Gölü kenarındaki çamlıkta geçmektedir.
Türkçede sesten de öteye gider tahtayla ölümün benzeşmesi tabii. Tahtalı köy denir zira mezarlıklara, tabutun tahtasına nazire olsun diye. Tahtalı köye gitmektir ölmeye yatmak ve bir ağaç dibinde yatmaktan daha huzurlusu tahayyül edilemez. İster mezarlık ağaçları diye bilinen sıra sıra selvilerin altında, ister asırlık bir ulu çınar dibinde, tahtadan kutusunda gömülen ölü beden, yaşayan ağacın kökleriyle hemhal olmaya yatar.
Lakin “drift” kelimesiyle birleşince iyice ilginçleşiyor dilin çağrışımları, ekoları, rezonansları. “Drift”, akıntıya kapılıp gitmek demek, rüzgarda oradan oraya savrulmak demek: salınmak, sürüklenmek, süzülmek demek. Öyleyse bir araya gelince iki kelime, karşımızda neredeyse öyküsü olan bir kavram var: ağaçtan kopmuş, rüzgarda savrulmuş, suya düşüp akıntıya kapılmış da denize varmış, dalgalarla yeniden karaya vurmuş ve tüm bu gelişigüzel gezinginliğinde kabuklarından soyunmuş, zırhsız kendini bıraktığı hareketli ve hararetli güçler tarafından yontulmuş, cilalanmış tahta parçaları.
Kök salmakla, yerine mıhlanmakla, hareketsizlikle özdeş ağaçtan kopunca alıp başını gitmiş, bir baltaya sap olamamış, kendini yollara vurup çayıra salmış, gezgin bir abdal misalı savrularak, devinerek yaşamaya mahkum olmuşun öyküsü bu. Gezdikçe yontulan, ordan oraya savruldukça cilalanan ama hiç yerleşik hayata geçemeyen, yer edemeyen, yeri/kökü/evi sonsuza kadar geçmişte bırakan. Ölümden sonra yaşamın gözler önündeki kanıtlarından.
Mike Nichols’ın 1967 yapımı efsane filmi The Graduate’ta mezuniyet sonrası yaz tatilini ebeveynlerinin havuzundaki su yatağında yatarak ve annesi yaşındaki aile dostu Bayan Robinson’la sevişerek değerlendiren Benjamin karakteri, tam iki Simon ve Garfunkel şarkısı uzunluğunda süren, havuzdan yatağa, seksten suda salınmaya geçişlerle bezeli sekansın sonunda, babasının “ne yapıyorsun sen” sorusuna, “drifting” cevabını verir. Burada akıntıya kapılmışlık, miskinlik ve umursamazlıkla akraba bir kendini bırakmışlıktır. Savrulmanın sarsıcı şiddetinden eser yoktur burada, havuzun akıntısız sularında bir salınmadan ibaret, yerinde saymanın bir başka biçimidir, sözde hareket. Filmin mutlu sonunda gördüğümüz, nereye gittiği bilinmeyen ilk otobüse atlayıp kaçan çiftin neşesinin tam tersi bir depresyonu içerir burada “drift”. Kendini ağaçtan kopan dal gibi hesapsızca, savuran rüzgâra, köpüren nehre ve kör talihe teslim etmek ile kendini içinde bulduğun toplumsal düzene ve ekonomik sınıfa körü körüne teslim etmek arasındaki devasa ayrımın altını çizer “drift”in farklı anlamları. Abdal olmak ile piyon olmak arasındaki yaşam tarzı tercihi denli farklı anlamları vardır “kendini bırakma”nın.
“Drift” kelimesinin bu tezatlar içeren anlamları “driftwood”da, bir kez daha bizi ağacın haraketsizliği, kök salmanın yerine mıhlanmışlığı ile kopan dalın savrulan, kimi zaman dünyanın öte yanına kadar varan hareketliliğini karşılaştırmaya zorluyor âdeta. Apollo’dan kaçarken, tam da en hızlı hareket ettiği koşu ânında ağaca dönüşen Daphne’nin, köklenen ayakları ve filizlenen kollarının imgesini nakşeden nice ressamın, tahayyül edip durdukları bu tezattı. Bir yanda bir kaçma biçimi olarak kök salmak varken, diğer yanda kök salmanın, hareketsizlikle, dolayısıyla ölümle eşleşmesi vardır.
Tabii, Daphne ile Apollo’nun öyküsü bu tezatın orijinal hâlini, hareketli olanın hareketsizleştiği metamorfoz ânını imliyorsa, bunun tam tersinin de kültürde yer etmemiş olması mümkün değil. Macbeth’in yürüyen ormanı Birnam, cadıların kehanetidir: Birnam ormanı Dunsinane’ye gelene kadar Macbeth hüküm sürebilecektir. Ağaçları köklerinden koparıp yürümeye ikna edecek bir gücün varolmadığını bilen Macbeth, bunu iyi bir kehanet olarak yorumlar. Bir zaman birimi olarak ormanın hareket edeceği gün, olanaksızlığı işaret eder. Lakin sonsuz hükümranlık hevesi kadar olanaksız değildir bu hareket ve sonunda Birnam ormanı Dunsinane’ye erer, eşkıya dünyaya hükümdar olunamayacağı bir kez daha kanıtlanır.
Keza Yüzüklerin Efendisi’ndeki Ent’ler de harekete geçen, yürüyen, hatta savaşa giden ulu ağaçlardır. Ağır aksak bile olsa hareketleri, bu hareket, dünyayı yerinden oynatır. Kök salanın ağırlığı, hareketini bir o kadar etkili kılar. Lakin Ent’lerin hareketliliği yine kaçışla, reddedişle de ilgilidir. Öyle ya Ent’lerin dişileri, hikâyemizin başlamasından çok önce alıp başını gitmiş ve yitmiştir. Bu gidişin nedenleri açıklanmasa da, kadınların toplu hareketlenmelerinin nedenlerini öngörmek zor olmasa gerek. Ve tabii gerek Daphne öyküsündeki gibi kaçışın kök salmaya dönüşmesinde olsun, gerek köklerinden kurtulup kaçışa geçen Ent’lerde olsun, gerek Macbeth’in cadılarından dem vurulsun, ağacın yerleşikliği ile hareketliliği arasındaki tezatın neden hep kadına ve doğaüstüne bağlandığını anlamlandırmak mümkün. Evi, yuvayı, ocağı kurmak ve başında durmakla görevlendirilen kadın, erkeğin yolculuk ve serüvenlerinden döneceği sabite çakılır ve kadının harekete geçmesi, alıp başını gitmesi, ormanın yürümesi kadar olanaksız bir öte güne işaret eder. Ama Macbeth’in de öğrendiği gibi devran döner ve bu olanaksız gün bir gün geliverir. Kurumuş, dökülmüş ağaç dallarından devşirilen cadıların çalı süpürgeleri, yürümek ne kelime, uçmaya vardırır hareketliliğin dozunu. Ta ki ataerkinin erki, işi, cadıları tahta kalaslara bağlayıp ateşlere atmaya vardırana kadar.
Peki ama küllerinden yeniden doğan, bin bir isimli kuşu, duymayan mı kaldı?
Olduğum, doğduğum, kendimi bulduğum yere kök salıp, tohumumun tesadüf ettiği toprağa sıkı sıkı bağlanarak yayıldığım, bir yandan da göklere değilse bile topraktan yukarıya tırmanmaya niyet ettiğim, göz diktiğim uzun yıllar boyunca, bir “driftwood” koleksiyonu biriktirdim.
Bu koleksiyon evimde, kök saldığım noktada birikmiş olsa da, nesneler hep kısa süreli seyahatlerimde devşirildi. Çakıl taşlı sahillerde kışın dalgaların getirip karaya çaldığı bu eciş bücüş tahta parçalarını, yaz tatillerinde karış karış tavaf edip, gözlerimle yerleri tarayarak buldum, tespit ettim, seçtim ve üşenmeden önce odama, sonra bavuluma, oradan da İstanbul’da evime taşıdım. Sadece sahiller mi, Karadeniz’in gürleyerek akan taşkın derelerinin girintilerine yığdığı çalı çırpı öbeklerinde, Akdeniz’in çam ormanlarında, İda dağının mitoloji fışkıran eteklerinde gözüm hep yerdeydi. Beni geçmişin yükleri ve geleceğin kaygılarından koparıp sıkı sıkıya bu âna bağlayan, asla sıkılmayacağım, hiçbir şeye de değişmeyeceğim mutlak bir meşageleydi bu benim için.
Ne aradığımı, her nasılsa, çok iyi biliyordum. Gözüm yüzlerce “driftwood”un üzerinden kayıp geçiyor, aradığımı bulana kadar ordan oraya sürükleniyor ama yüzlercesinin arasından gözüme ilişmeye görsün koleksiyonumun o yeni parçası, sanki düşürüp kaybettiğim kendime ait bir şey bulmuşum gibi olduğum yerde mıhlanıyordum. Bir kere düz değil eğri büğrü olmalıydılar, beyazlamış olmalıydılar ama üzerlerinde yol yol çizgiler olsa daha bile iyi. Budaklı dalları tercih etmem şaşırtıcı değil. Dallanıp budaklanmak da en sevdiğim etkinliktir; şerbetlenmeye hatta demlenmeye bile tercih ettiğim bir zamandan etkinlenme, zamanda emekleme biçimidir. Yolları çatallanan bahçenin gökyüzü versiyonu dallar kopup ağaçtan özgürlüğünü ilan edince, ordan oraya sürüklenip yuvarlanıp yumuşayınca, öyle ağzıma layık oluyorlar ki görünce ağzımı sulandırıyorlar. Tam bu noktada tercihlerimin görünce beğendiğim şeyin, ele gelince nasıl hissedileceğine dair bir öngörüyü içerdiğini de söyleyeyim. Baktığımı beğeniyorsam, dokunuşun hazzını içerdiğindendi. Kısacası bu süreç, hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, cinsel bir haz içermekteydi. Öyle ya İngilizce argoda “get wood” yani “tahtalaşmak”, ereksiyon anlamına gelmekteydi. Ama benim bu meşgalemin cinsellikle ilişkisinde daha ziyade, cadılıkla akrabalığının ve süpürge saplarını dildo olarak kullanarak “uçan” eski zaman lezbiyenlerinin hatırı vardı.
Lakin sadece cadılıkla değil, tahtanın ölümle akrabalığını da deneyimliyordum ben bu tahta avcılığı serüvenlerimde. Bembeyaz cilalanmış boğumlu tahta parçaları bana kemikleri hatırlatıyordu. “Driftwood” peşinde gözlerim yere çakılı nice dolanmamda, kemik ile tahtanın, hele de uzaktan ne kadar kolay karıştırılabildiğine tanıklık etmişliğim vardı. “Ah tam ağzıma layık bir parça var ilerde” diyerek hızlandığım, yanına varınca bir kuşun, bir balığın hatta çok daha büyük ama ne olduğunu çıkaramadığım bir hayvanın yıllanmış kemikleri olduğunu fark ettiğim anlar istisnai değildi. Topladığım bu tahta parçalarını kemik gibi de algılarken, aklımdan geçerdi hep T.S. Eliot’un “Ash Wednesday” şiirinden şu tekrar eden dizeler: “Yaşayacak mı bu kemikler? Yaşayacak mı bu kemikler?”
Tabii, kemik de, cadının ana malzemesi sayılagelmiştir. Ya da cadılara ilişkin çoğu çarpıtmada olduğu gibi burada da pekâlâ aslen “driftwood”dan söz edilip, kemik diye kötüye yorulmuş olabilir. Lakin kadim düzlemde, ağacı da çocuğu da öldüren sen olmadıktan sonra, zamanın akışına kapılıp gitmiş kemiklerin toplanmasıyla, ağaç parçalarının toplanması ya tam tamına aynı meşumlukta ya da aynı masumlukta, zarar gelmezlikte/vermezlikte sayılmalı kanımca. Belki de bu kanıdır cadılığa aşina kılan beni ve meşum bir yanı da olan bu meşgalemi.
“Driftwood” sadece kemik ile değil, kök ile de fena hâlde karışıyor görsel düzlemde. Tıpkı kemikte olduğu gibi kim bilir kaç kez eğilip almaya kalktığım bir parça, benimle gelmeyi reddetmekle kalmayıp, beni de yanına çekiveriyordu az daha. Göz hizasında, hâlâ canlı, hâlâ çoğu kısmı yerin altına sımsıkı gömülü kök ile, yıllanmış eski dal parçalarını ayırt etmek handiyse imkânsız. Benim ağzımı sulandıran versiyonları, tam da eciş bücüş, eğri büğrü eklem yerleri dalların sonuçta ve işte canlı kökler de aynı kıvamda fışkırıyorlar toprağın üstüne ve iki bükülüp yeniden dalıyorlar yerin dibine. Tam da bu yanlış anlamalarda, toplamak ile öldürmek, biriktirmek ile katletmek teyet geçmeye başlıyor zaten. O kadar gücüm olsa, kökü dal sanıp çekmeye kalkacak, ormanın yüzeyinden koparıvereceğim köklerini yaşayan ağaçların. Ben adına kaza diyeceğim belki ama ölüme sebebiyet veren dikkatsizlikle cinayet hukuken bile aynı kapıya çıkacak. “İyi ki o kadar gücüm yok” dediğim nice andan biri bu da. Ve tabii John Fowles’un dillere destan romanı Koleksiyoncu’yu anmanın da tam zamanı. Kitaba adını veren ana karakter, kelebek koleksiyonculuğundan kadın koleksiyonerliğine terfi eden bir seri katil ne de olsa. “Hiç kelebekle insan bir olur mu” demenize izin vermeyen, can almakla canı alıp evine kitlemeyi bir tutan bu metni bildikten sonra, aynı şey pekâlâ ağaç parçaları için de geçerli olabilir, demeyi borç bilmek lazım.
Aynı vurguyu çok daha usul usul kendi karakterlerinin vicdanlarına bizi kulak misafiri olarak yapar Iris Murdoch romanlarında. Alıp cebine atmak konusunda nasıl dayanılmaz bir arzu hissettiyseler bu karakterler, diyelim sahilden bir çakıl taşını, eve getirdikleri anda suçluluk hissetmeye başlarlar, evinden yerinden ettikleri için bu doğa parçasını. Eve getirdiği bir çakıl taşını yıllardır götürüp yerine koymanın hayalini kuran ergen bir karakter vardır mesela Deniz Deniz romanında. Yapar da sonunda, “spoiler” vermek gibi olmazsa.
Lakin kökten dem vurulunca benim aklıma gelenlerin başında, La Grande Bellezza (Paolo Sorrentino, 2013) filminin son repliği var: “Neden sadece kök yiyiyorum biliyor musun? Çünkü kökler önemlidir” der yaşlı azize, dizlerinin üstünde upuzun merdivenleri tırmanma performansına girişmeden hemen önce. Bu kişisel bir dinî ritüel olduğu kadar performanstır da, zira filmin başında gördüğümüz, köklerin önemine vâkıf olmayan performans sanatçısı kadınla bir tezat oluşturur. Baştaki, çağdaş sanatın gözde temsilcisi çırılçıplak koşup kafasını bir ören yerinin duvarına geçirir, performans niyetine. Bu sanatçının performansı ile azizeninki belki eş derecede acılı dayanıklılık performanslarıdır ama kökler ile kurdukları ilişki açısından tezattır: biri geçmişe kafa atıp kafasını gözünü yararken, diğeri kökleri sindirir ve kendinden önce yapılıp nicelerince tırmanılmış olandan yukarı emekleyerek çıkar hiçbir zirve hırsı olmaksızın.
Benim de ören yerlerinde performans yapmışlığım var. La Grande Bellezza’deki hangi performansa daha çok benzediğini ben değil, seyircisi bilir. Phaselis antik kentinin ‘necropolis’inde yani “ölüler şehri” diye adlandırılan mezarlık bölgesinde, peşim sıra bir çalı süpürgesi sürüklemişliğim, karbon ayak izlerimi silmeye yeltenmişiliğim var. Aynı performansı başka bir “necropolis”te, altında Ermeni mezarlığı yatan Gezi Parkı’nda, “birkaç ağaç uğruna” milyonlarca kişi toplaştığımız, o betonlarla çevrili yeşil alanda, tekrarlamışlığım da var.[1]
Bu yürüyüşler kesmeyince, ülkeden bile çekip gitmeye yeltenince, bırakması kopması en güç gelen ne oldu dersiniz? Koleksiyonlarım elbette. Bir yanda evimde biriken o tahta parçaları, diğer yanda yine ölü ağaçlardan yapılma kitap yığınları. Evine farklı formlarda ölü ağaç toplayan bir yaratık olduğumu ancak evimden, yurdumdan kopmaya karar verince anladım. Köklerinden kopmak, bu koleksiyonları dağıtmak, savurmak demekti. Benim harekete geçebilmem için önce onların hareketlenmesi gerekiyordu. Sonuçta birkaç tahtam eksik geldim ‘driftwood’a ‘driftwood’ diyenlerin diyarına. Kitaplardan geriye “Just in Bookcase” kaldı ama o da sonuçta tahta bir bavuldu ve hareket etmeye doyamadı.[2] Zaten gider gitmez yeni bir ülkeye, ikinci el kitapçılardan kitap devşirmeye başladım. Yeni “driftwood” koleksiyonumun ilk parçasını ise, hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, bir mezarlıktan “Tower Hamlet Mezarlık Parkı”ndan topladım.
Aman tahtaya vurun da nazar değmesin.
Yazıdaki fotoğraflar: Eda Sancakdar
[1] ‘Süpürge Yürüyüş’leri performans serisini oluşturan dört videoya, Mine Kaplangı’nın küratörlüğündeki “Cadılarla Dans Etmek” online sergisinin, “Ritüeller ve Semboller” odasından ulaşmak için tıklayın: https://exhibitions.britishcouncil.org.tr/dancingwithwitches/#/gallery/1/2/7
[2] Just in Bookcase, Istanbul Queer Art Collective, 2017. Bilgelik Evi gezici sergisi için üretilen bu iş hakkında daha detaylı bilgi için bakınız: https://www.istanbulqueerartcollective.co.uk/just-in-bookcase https://www.queerartprojects.co.uk/house-of-wisdom