Marcus Steinweg'ın Erkal Ünal'ın çevirisiyle İthaki Yayınları tarafından yayımlanan Aşikârlık Dehşeti: Sahte Kesinlikler adlı kitabından tadımlık bir bölüm...
Naiflik kritik bir durumdur. Nasıl ki kaza geçirmiş bir kişinin kritik durumda olduğunu söylerseniz, aynısını naifler için de söylemelisiniz – gerçi onların hayatları muallakta olmayabilir. Bu söz naiflerin artık ait olmadıkları bir masumiyet halinde kaldıkları anlamına gelir. Çocuklar naif değildir. Kendi yeteneklerinin ve kabiliyetlerinin ufkunda hareket ederler. Kendi bilgisini ve deneyimlerini göz ardı edebileceğine inanan kişi naiftir. Asude bihaberlikte ayak diremek naifliğe içkindir. Bu da onu narsistik bir ikileme donüştürür. Tıpkı kritik durumdaki bir hasta gibi, naifler de ikisinden birine girebilecekleri iki durum arasında asılı kalmıştır. Bildikleri şeyleri bilmeyi reddetmeleriyle, kritik durumları eleştirel kapasitelerine direngen çıkar. Bunu içermeyen bir naiflik övgüsü yoktur. Öznenin vurdumduymazlığını ve pervasızlığını, kaçıklığını ve taşkınlığını, onun duygulanımın prangalarından kopmasının bir olanaklılık koşulu olarak görüp kutlayabilirsiniz. Ama naifliğin şaşkın masumiyetle uzaktan yakından alâkası yoktur. Naifler onları epey önce terk etmiş masumiyetlerine sıkı sıkıya tutunanlardır.
Narsistçe olmayan bir kendi kendini hapsetme yoktur. Narsisizm kendi kendini hapsetmenin narsisizmidir. Akla Walter Benjamin’in étui-man’ı geliyor. Kadife kaplamalı bilinç kutusunu bu kelimeyle anlatmıştı Benjamin. İçe kaçışın, muhayyel bir eve veya öz varlığa doğru kaçmanın başka türde binlerce örneği vardır. Bu daima sıkıcı ve gericidir. Her şeyden önce, fena halde aptalcadır. Aptallığın kültürel tarihiyle örtüşecek –aynı zamanda, genel korkaklığın ve gerilemenin de tarihi olacak– bir kültürel narsisizm tarihi yazabilirsiniz. Gönül rahatlığıyla kendi kendini siyasetten uzaklaştırmanın. En temel faaliyeti, kendini siyasi nostaljiye, hisliliğe ya da hayvanları narsist bir edayla sevmeye kaptırmak için yeni olan her şeyi bir tehdit olarak yorumlamak olan çocuksuluğun – bunun ne anlama geldiğini ve özgecillikten ne kadar uzak olduğunu biliriz. Deleuze ve Guattari’nin yazdığı gibi, “kedileri veya köpekleri seven herkes ahmaktır.”[1]
Romantik aşk kendi taklidini beraberinde getirir. Rene Girard’ın hatırlattığı gibi, bunu Stendhal ve Flaubert’den biliyoruz: Aşkın kalbinde bir yalan durur.[2] Sevmek demek sahici bir şekilde sevmek demek değildir. Hakiki aşk aşkın yalanını sever. Sevmek yalan söylemek demektir. Özne sevilen ötekiye ve kendisine aşkının sahiciliğine şahit ederek yalan söyler. Seviyorsanız, sevilmek istiyorsunuzdur. Sevmek insanları yalan söylemediğinize inandırmak icin aşkın yalanıyla bir anlaşma yapmak demektir. Sahici aşk gibi bir şey varsa, bu şey kendi saikini yansıtarak sahici olmayışının olumlanmasını ima eder. Yalan söylemek ile sevmek arasında basit bir çelişki yoktur. İkna edici bir biçimde sevenler, aşkın sahici olmayışını kabul etmek icin gerekli cesareti toplarlar. Sadece seviyormuş gibi yaptıkları anlamına mı gelir bu? Hayır, yalan söyleme ve sevmenin birlikte olanaklı olduğu düzlemde, âşığın aşk icin her şeyi riske attığı anlamına gelir. Aşkın dürüst olmayan yanı, seven öznenin, kendiliğindenliğini yadsıyan basmakalıplarla sevebiliyor olmasıdır. Aşktaki yakınlık kendisini taklit yoluyla ifade eder. Aşk ancak aşkın romantik yatkınlıklarının taklidinde var olabilir. Fakat Emma Bovary’nin yaptığı gibi, narsist fantazileri körü körüne olumlamak için kendimizi onlara teslim etmemiz yetmez. Kendi yalanından geri çekilmek yerine, aşk kendisine bir amaç doğrultusunda adım atılmasını talep eder. Aşk ne aşk ideolojisi yoluyla öznenin hepten nesneleştirilmesine yol açar ne de o ideoloji özerk bir özneyi ifade eder. Aşka dair klasik anlatıların kabul edeceğinden cok daha sıradandır: Aşkta, özne, üzerindeki gücünü fark ederek kaçabileceği gerçekliklerle kuşatıldığını deneyimler.
Solcu olmayı neden ancak konforsuz bir hal olarak tahayyül edebiliyorum? Solcu olmanın konforlu bir hali olduğu fikrine bir türlü alışamıyorum da ondan. Bana kalırsa, solcu olmak sağa, dogmatik sola ve kendime karşı konforsuzca karşı olmak demek. Solcu insanların asla huzuru olmaz. Algılarında ve kendilerini kavrayışlarında bile.
İster sıkıntıdan ister rahatlama duygusuyla ister çaresizlikten ötürü olsun, herkesin önünde ağlamak bugün siyasi bir gerçekliktir. Empati ve hislerin teşhiri, siyaseti bir vicdan dramı ve bir adalet komedisi olarak sahneye koyması bakımından siyasetten giderek uzaklaşan bir toplumun buyruğudur. Gözyaşlarının diktatörlüğü şimdi kamu hayatının dört bir köşesinde hüküm sürmektedir. Savunucularının kendi hikâyeleri ya da yaşamları dediği şeyin başkalarında empati uyandırarak yayılmasını talep eden realite TV ve onun yarıteolojik itiraf kültürü, aktif gayri-düşüncenin alametifarikası olan duygular seferberliğini harekete geçirir. İnternette anne babaları tarafından sahneye sürülüp şarkı söyleyen çocukları, protesto amacıyla hemen bir grup haline gelip insanları gözyaşlarına boğan bir grubu, sevimli kedileri ya da yıllarca ayrı kaldıktan sonra kavuşan filleri gösteren videoların “hisler”i etkinleştireceği farz edilir. Nutku tutulacak kadar kendinden geçme arzusu hiç bugün olduğu kadar yaygın olmamıştır. Duygularınıza (veya artık ne ad veriyorsanız onlara) karşı savunmalarınızı düşürüp en sonunda ağlayabilmek, size biçilmiş bir surete bürünmek, kapıp koyvermek, işte bu “duygusal kapitalizm”in (Eva Illouz) hakim gerileyici haletiruhiyesidir. Bu kolektif duygusal kitsch tam da neoliberal düşünce verimliliğinin tamamlayıcısıdır – siyasetten genel uzaklaşmanın semptomu ve sonucu. Katı yüreklilik narsisizmi bir his dini olarak tezahür eder.
[1]Gilles Deleuze ve Felix Guattari, A Thousand Plateaus, çev. Brian Massumi (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1987), s. 240. Özgün basım: Mille plateaux(Paris: Les Editions de Minuit, 1980).
[2]Rene Girard, Deceit, Desire, and the Novel: Self and Other in Literary Structure, çev. Y. Freccero (Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 1965). Özgün basım: Mensonge romantique et vérité romanesque(Paris: Editions Bernard Grasset, 1961).