Ağacı, doğanın canlı parçalarını insana sağladığı kalkınma faydası ile değerlendirip korumak (yaşamına müsaade etmek), 21’inci yüzyıl çevre etiğimizin başat yaklaşımını oluşturur
07 Mart 2019 11:00
Sosyal medyada bir hayalet dolaşır– 60’lı yılların İstanbul’unun hayaleti. Bir fotoğrafta belirir, üzerinde yemyeşil tarihî yarımada silueti, bir de bu tarih. Fotoğrafta, kuş bakışı görünen yüzlerce ağacın örttüğü kubbe sanki Ayasofya’dır, belki de Topkapı. Altında yüzlerce yorum; en popüleri “cık cık ah yazık”tır, “elleri kırılsın” onu takip eder. Belli ki insanlar onca ağaçla birlikte yaşamanın anlık hayalinin arkasından, ah ederler fotoğrafın altına. Ancak gerçek şu ki İstanbul ne o tarihte ne öncesinde o denli yeşildir.[1] İstanbul, Konstantinapol’ken de, Bizantion’ken de kuraktır[2], hatta Photoshop’a dek biraz çorak olduğu söylenebilir ve etrafındaki mevcut ağaçlar, o fotoğrafın altında ifade bulan ağaç sevgisiyle, öyle torunlara kalsın filan diye dikilmemiştir. İstanbul’u çevreleyen ağaçların ortak özelliği güzelce yanmalarıdır, diktiğimiz ağaçlar yakıldıkları zaman kor oluşturmaya müsait sert ağaçlardır[3]. İstanbul sarayının Divan edebiyatının ağacı servidir, destanların ağacı meşeler ve kayınlar, bugün bizim ağacımız mangal kömürü yapmaya elverişli, endüstriyel plantasyonlardır.
Ağacı, doğanın canlı parçalarını insana sağladığı kalkınma faydası ile değerlendirip korumak (yaşamına müsaade etmek), 21’inci yüzyıl çevre etiğimizin başat yaklaşımını oluşturur. Literatürde insan refahı ekolojisi, kaynak korumacılığı gibi isimler alan bu çevreci pozisyonların ortak özelliği, insan merkezli (antroposentrik) ve faydacı kuramlar olmalarıdır, köklerini Kartezyen felsefeyle bulurlar. Thales gibi İlk Çağ filozofları “insan doğanın parçasıdır” ön kabulüyle çalışmalarını, “doğayı anlamak” üzerine temellendirirken, 17’nci yüzyılda Bacon ilk defa “doğaya hükmetmek” fikrini ortaya atar[4]. 1636 tarihli Discours de la Method eseriyle de Descartes, insanı “doğanın efendileri ve sahipleri” olarak niteleyince, doğanın parçası insandan, efendisi insana evriliriz.
Kullanım değeri için ağaç kesen, dörtgen formdaki ilk evimizin mucidi neolitik atamızla,[5] kullanım değerinin ötesini arzulayıp ağaç yakarak arazi açan modern insan arasında, tam burada 17’nci yüzyılda, bir paradigma değişimi vuku bulur. Evrim burada sanki tersine işler, aydınlanmanın şafağıyla ağaç yakıp yerine arazi açmayı az buçuk meşrulaştırdığımız söylenebilir.
Yirmi birinci yüzyılda diğer canlı türlerle ilişkimizi konu edinen felsefe disiplinin etik dalı hâlâ, efendiliğimizin ebatlarını; tam olarak neyi yakıp neyi öldürebileceğimizi, hangisinin ahlaken ileri gitmek olacağını tartışır. Örneğin “Çevre Etiği” adlı ünlü makalesinde Aldo Leopold “Eğer bir şey biyotik toplum bütünlüğünü, dengesini ve güzelliğini koruyorsa o zaman o şey doğrudur (değerlidir). Değilse yanlıştır” önermesinde bulunur. Bu yeni ve genişletilmiş etiğin en ilginç yönü cansız doğanın unsurlarına, özellikle toprağa değer verip etik kapsamına almasıdır. Ancak önermenin pratikteki tezahürü talihsizdir, literatüre şöyle geçer. “Eğer bir millî parkta, geyiklerin sayısı çok fazla artar ve otladıkları alanda bitkiler yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalırsa o zaman sistemi kurtarmak için belli sayıda geyiğin ortadan kaldırılması etik sorun yaratmaz”[6]
Genişletilmiş etiğimiz insanın, hangi zeminde neye yaşam hakkı tanıyacağını tartışacak genişlikteyken, ahlak felsefecisi Peter Singer, zevk ve acı gibi duyarlılık yeteneğini kıstas almayı önerir.[7] 1975’te evrimin epey geç bir noktasında, sinir sistemi olan yaratıklara etik kapsamında yaklaşılmasını konuşuruz. İnsanın, hayvanı nebatıyla tüm biyotik toplumu gözeten bir yaşam sürdürme çabası, 2000’lerin yerleşik liberal ahlakıyla “sürdürülebilirlik” başlığını kazanır ve iyice tuhaf bir hâl alır.
Zayıf sürdürülebilirlik (weak sustainability) taraftarları, eğer yapay ağaçlar oksijen üretip karbon emebileceklerse, hayvan ve böcek topluluklarını destekleyebileceklerse, gerçek ağaçlarla yer değiştirmelerinde sakınca olmadığı savında birleşir. İşlev özdeşliği olduğu sürece insan yapımı sermaye, doğal sermaye stokunun yerini alabilir[8]
Koyu sürdürülebilirlik taraftarları ise, yüksek miktarda bir doğal rezervin ve doğal sürecin korunmasının, “gelecek insan neslinin deneyimler, değerler ve estetik açısından maksimum seçeneğe sahip olması”[9] anlamına geldiğini saptar.
Böylece bugün, ağaç sevgimiz, hedonist tabiatımız ile, refah idealiyle ilişkilendirilmiş liberal etiğin gölgesindeki bir cılız filizden öteye düşmez.
Sürdürülebilirlikle neyi sürdürmek istediği de şüphelidir insanın; ağacı sincabıyla tüm yerkürenin en uzun ömrü mü sürdürülecektir, dünya pazarının hizmet-mal akışı mı kastedilmektedir veya yakın gelecekteki tüketim mi, bu kısmı şu an şaibelidir.
Türümüzün doğaya efendilik etme işindeki başarısı da 21’inci yüzyıl ekoloji krizinin içinden bakarken biraz tartışmalı görünmekte. Yerküredeki adımlarını doğa üstündeki hegemon pozisyonunun sarhoşluğuyla atan insan, cebinde tüm biyosferi kendisiyle beraber yok edecek teknoloji ve emperyalist küstahlık taşıdığına aldırmadan yürümektedir bugün.
[1] İstanbulun Ormanları, Dr. Sinan Genim, 18.08.2013 Milliyet.
[2] A.g.e
[3] A.g.e
[4] Francis Bacon's Philosophy of Nature: A Postmodern Critique, Hwa Yol Jung, (1993). The trumpeter journal of ecosophy Trumpeter ISSN: 0832-6193
[5] Stone Age Tools Show Rise of Lumberjacks, Megan Ganon, 08.08 2012 LiveScience
[6] Çevre Etiği Kavramı Üzerine Yeniden Düşünmek, A. Serap Fırat, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi e 58-3 http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/pdf/58/3/5_a_serap_firat.pdf
[7] A.g.e
[8] Stanford Encyclopedia of Philosophy. Environmental Ethics Jun 3, 2002; substantive revision Tue Jul 21, 2015 https://plato.stanford.edu/entries/ethics-environmental/
[9] A.g.e