Liberal özgürlük ve cumhuriyetçi özgürlük üzerine

Modern siyasî rejimleri sözüm ona geleneksel olanlardan ayıran hukukiliktir. Politikaya büyük yaklaşımlar, bir ülkede hukukun ve kurumların benimsenen çerçevede yeniden kurgulanmasını gerektirir

25 Ocak 2018 14:05

Özgürlük, şüphesiz ahlakî bir değer ve modern siyasetin temel değerlerinden biri. Türkiye’nin siyasî hayatında daha çok ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü gibi başlıca mustarip olunan konular özelinde tartışılıyor. Peki, Türkiye’deki siyasetçilerin bu kavram hakkındaki fikri ne? Bu soruya cevap vermek için basına yansıyan birtakım beyanatlardan yararlanmak istiyorum:

“Özgürlük, bu insanlara insanca yaşama erdemini huzurlarına getirmek. Özgürlük Marmaray'dan geçer, Avrasya Tüneli'nden geçer, özgürlük Osmangazi Köprüsü'nden geçer, özgürlük inşallah dünyanın en büyük havalimanından geçer.” (Recep Tayyip Erdoğan[1])

“Biz kendi ülkemize sosyal güçlü bir devlet getirmek istiyoruz. Medya özgürlüğü getirmek istiyoruz. Düşünce özgürlüğü getirmek istiyoruz. Demokrasiyi getirmek istiyoruz. Bizimle aynı düşüncede olmasalar bile her kalem sahibinin özgürce yazı yazmasından yanayız. Biz demokrasiden yanayız. Üniversitelerin özgürce konuştuğu bir Türkiye’den yanayız.” (Kemal Kılıçdaroğlu[2])

“Faşizm halklarımız üzerinde bir tehdit olmaktan çıkana dek, demokrasi ve özgürlük mücadelesini kararlı ve cesur bir şekilde yürüteceğiz.” (Selahattin Demirtaş[3])

“Özgürlük alanlarını daraltan, ilerleyici olmayan yönetimler korkak yönetimlerdir.” (Meral Akşener[4])

“Özgürlük demek maneviyata saldırmak demek değildir.” (Devlet Bahçeli[5])

Siyasetçilerin farklı bağlamlarda söylediği bu sözler, söz konusu basın ve ifade özgürlüğü gibi değişmeyen sorunları yansıttığı gibi, Türkiye’de özgürlük hakkında hiçbir konvansiyonun oluşmadığını ve kavrama, muhtelif olası siyasî anlamların dışında birtakım ilgisiz anlamlar yüklenerek, ilgisiz bir içerikle kullanıldığını gösteriyor. Siyasî kamusunda hürriyete yer olmayan birçok siyasetçinin olduğuna da şüphe yok. Bu yazıda, bireyin değeri ve haysiyeti ile ilgili bu başlıca kavram üzerine tarihsel tartışmalar ve onun bugünkü önemi üzerine, Quentin Skinner ve Philip Pettit’nin analizleri üzerinden tespitlerde bulunmak istiyorum. 

Klasik liberal özgürlük anlayışı

Modern siyaset felsefesinin kurucu metinlerinden biri Thomas Hobbes’un Leviathan’ıdır. 1651 yılında ilk kez basılan bu kitap ayrıca klasik liberal özgürlük tartışmalarını başlatan eser. Kitabın, “Tebaanın özgürlüğü üzerine” başlıklı, 21’inci bölümünde Hobbes özgürlüğün iki unsuru olduğunu söyler: Güce sahip olmak ve bedensel harekete harici bir müdahalenin olmaması. Hobbes, özgürlük veya özgür olmama durumundan söz etmek için öncelikle bireyin belirli bir yönde hareket etmesini sağlayacak güce sahip olup olmadığına bakar. Örneğin, ayakları tutmayan yatalak bir kimse yatağından kalkıp mutfakta su içmeye gidemiyorsa buradaki sorun özgür olmama hâli olarak tanımlanamaz. Bu örnekteki kişi yalnızca belirli bir yönde hareket edecek güçten yoksundur, dolayısıyla söz konusu olan yalnızca hareket edecek güçten yoksun olmaktır, özgür olmamak değil. İkincisi, bir kişi belirli bir tercih yönünde hareket edebilecek güce sahip ise, özgür olup olmadığını söylemek için onun bu yönde hareket etmesine engel teşkil edecek dışarıdan bedensel bir müdahale olup olmadığına bakılmalıdır. Dikkat edilirse burada tanım, bir yokluk üzerinden, yani harici bir bedensel müdahalenin olmaması üzerinden yapılmaktadır. Belirli bir şeyin olmayışı, yokluğu üzerinden tanımlanan kavramlara negatif kavram denir. Özgürlük bu anlamda negatif bir kavramdır.

Hobbes’un burada ima ettiği önemli bir nokta var. Yaptığı tanımı yalnızca dışarıdan gelen “bedensel müdahalenin yokluğu” ile sınırlaması, özgürlüğü sezgi karşıtı (counter-intuitive) bir yaklaşımla, yani tartışmaya açık olmayan, aksi bir yoruma izin vermeyen bir şekilde tanımlamak istemesinden kaynaklanır. Örneğin, bir kimse bedenine müdahale olmaksızın iradesinin baskı altına alındığını söylüyor ve özgürlüğünün kısıtlandığını iddia ediyorsa bu iddia Hobbes’a göre ciddiye alınamaz. İrade, beden gibi müdahale edilebilecek bir şey değildir. Bu durum ayrıca yoruma bir hayli açıktır. Bir yorumlayıcı verili bir durumda iradenin baskı altına alındığına hükmedebilir, başka biri ise iradeye baskının söz konusu olmadığı yönünde bir kanaate varabilir. Ayrıca hukuk da bireyin iradesini, belirli düzenlemelerle sınırlar ancak bu, özgürlüğe müdahale olarak görülemez. Bireyler hukuka uymakta ya da uymamakta özgürdürler, ancak uymadıklarında başlarına gelebileceklerin (cezalandırma) farkında olmalıdırlar. Bir egemen, tebaayı belirli bir hukuka uymaya, uyulmadığı takdirde ortaya çıkacak cezalandırma ihtimali ile zorlar. Hukuka uyulmadığında ortaya çıkabilecek ihtimallerin yarattığı korku, özgürlük ile çelişmez. Korku ve özgürlük birbiriyle uyumludur.

Hobbes bu noktada Quentin Skinner’ın bahsetmekten çok keyif aldığı tatsız bir şaka yapar: Bir haydut hançerini çeker ve sana ya malını ya canını derse, canın yerine malını verirken kendi iradenle vermediğini söylemek mümkün değildir. Böyle bir durumda malını yalnızca isteyerek değil, ölüm korkusu ile âdeta “tüm kalbinle isteyerek” verirsin. Bu örnekte kişinin karşısında iki seçenek vardır: Malını vermek ya da ölüm. Özgürlük seçeneklere sahip olmaktır ve burada iki seçenek olduğu gibi, bedensel müdahale de söz konusu değildir. O hâlde, gerçekleşen eylem özgür bir eylemdir. Benzer bir biçimde, borcunu ödemediği takdirde göreceği cezadan korkan bir kimsenin borcunu ödemeye karar vermesi de özgür bir eylemdir, der Hobbes. Aristotle’ın Nikhomakhos’a Etik metninden alıntıladığı örnekte olduğu gibi, bir adam geminin batacağı korkusuyla değerli eşyalarını ağırlık yapmasın diye denize atarken özgür bir eylemde bulunmaktadır.  

İradenin baskı altına alınmasına dair derinlemesine bir analizi, ilk kez klasik faydacılığın büyük kurucusu Jeremy Bentham yapar.

Bu analizde eksik bir şeyler olduğu fikrine kapılabilirsiniz. Hobbes’un özgürlük kavramına yaklaşımının niçin bu sınırlı çerçeve içinde kaldığını anlamak için, kitabın yazıldığı dönemin politik ortamını ve dönemin şu an bizim için ikincil planda kalmış ve kitapla benzer konulara atıfta bulunan metinlerini incelemek gerekir. Hobbes, Leviathan’ı 1640’ların iç savaşla çalkalanan İngiltere’sinde kaleme alır. Ne iktidarın kaynağını, halk yerine, Tanrı’da gören kraliyet yanlılarıyla (Royalists (Cavaliers)) ne özgürlüğün ancak krallığın olmadığı parlamenter bir düzende mümkün olduğunu iddia eden cumhuriyetçiler (Roundheads) ile ne de mutlak özgürlük(?) talep eden Levellers hareketi mensupları ile aynı fikirdedir. 1640’ta sürgüne gidip 11 yıl kaldığı Paris’ten eski bir kraliyet yanlısı arkadaşına Mayıs 1650’de yazdığı bir mektupta bir kitap yazdığından bahsediyor, ilk 37 bölümünü tamamladığını bildiriyordu. Aynı yıl 3 Eylül’de Oliver Cromwell komutasındaki parlamenter kuvvetler, Edinburgh’a yakın kıyı kasabası Dunbar’da II. Charles’ı kral ilan eden İskoç birlikleri, salgın hastalık ve yiyecek tedarikinde yaşadığı muhtelif sıkıntılara rağmen Cromwell’in organize ettiği stratejik bir baskınla perişan edecekti. Bir yıl sonra aynı tarihte çaresizce Londra’yı işgal etmeye yeltenen İskoç birlikler, Cromwell tarafından adanın orta batısında yer alan Worcester şehrinde kıstırılıp kesin bir yenilgiye uğratılacak, II. Charles güç bela savaş meydanından kaçıp Paris’e sürgüne gidecekti. Galip gelen cumhuriyetçilerin, monarkın keyfî iradesine bağlı yaşayan bir tebaanın özgür olamayacağı fikrine kesin olarak karşı çıkan Hobbes, huzurlu ve güven içinde yaşanmak isteniyorsa egemene itaat etmenin şart olduğunu, parlamento yanlılarının özgürlük anlayışının aşırı olduğunu ve bu talepler karşısında hiçbir yönetimin devamlılık gösteremeyeceğini ileri sürüyordu. Ayrıca, özgürlüğün yalnızca hukukun düzenlemediği alanlarda mümkün olabileceğine inanıyordu. Başta çağdaşı olan cumhuriyetçi yazar Henry Parker olmak üzere parlamento yanlılarının tezlerini kesin bir dille reddediyordu.

Şubat 1649’da yönetimi devralan Rump Parlamentosu’nun meşruiyeti kısa bir süre içinde farklı politik hiziplerin başlıca tartışma konusu hâline gelmişti. I. Charles’ın 1649’da idam edilmesi ve peşi sıra kurulan cumhuriyetten sonra (the Commonwealth of England) bir süre daha monarşiye umudunu diri tutan Hobbes, daha evvel matematik hocalığını yaptığı II. Charles’a dair umudunu da adamakıllı yitirdikten sonra, kitabın geri kalan kısımlarındaki yaklaşımlarını değiştirir. Hobbes kitabın, cumhuriyetçilerin 1650’deki mutlak galibiyetinden sonra yazdığı bölümlerinde (özellikle sonuç bölümü), fetih (conquest), zafer, siyasî sorumluluk gibi kavramlar etrafında analizler yapar ve iç savaşta galip gelenlerin meşru olduklarını söyler, yeni yönetime itaat edilmesi çağrısı yapar. Bu, siyasî bağlamın sonraları klasik olarak kabul edilen bir metni nasıl şekillendirdiğine güzel bir örnektir.

Oliver Cromwell, 1649’da kurulan cumhuriyetin başına Lord Protektora unvanıyla 1653’te geçip 1658’de ölümüne kadar bu unvanla ülkeyi yönetti. Monarşinin kesin olarak ilga edildiği düşünülürken, Cromwell’in ölümünden sonra ortaya çıkan krizler restorasyon sürecini beraberinde getirdi ve nihayet İngiltere’ye dönmesi için davet edilen II. Charles, 1660’ta, 30 yaşındayken kral ilan edildi. Özgürlük, devlet, egemenlik, siyasî temsil, meşru savaş ve fetih (conquest) kavramları hakkında özgün birtakım tezler ileri süren, sözleşme ve doğa durumu gibi kavramları siyasî düşünce kamusuna kazandıran monarşist Hobbes, metnini kaleme alırken felsefî bir niyetten çok, politik bir sorumluluk ve zorunluluk hissiyle hareket ediyordu.    

Hobbes’un özgürlük analizine yaklaşık 40 yıl sonra John Locke (1632-1704) Devlet Yönetimi Hakkında İki Tez (1689) başlıklı eserinde itiraz eder. Hobbes’un hançerini çekip ya malını ya canını diye tehdit savuran haydut örneğinde ikinci seçeneğin gerçek bir seçenek olmadığını söyler Locke; ölümü, kimsenin tercih etmeyeceği imkânsız bir seçenek olarak değerlendirir. Birden fazla seçenek yoksa, özgürlük söz konusu değildir, diye ekler. Gerçek bir seçenek olması için ikinci seçeneğin imkânsız değil, elverişsiz (ineligible) bir seçenek olması gerekir, der. Örneğin, haydut ya malını ver ya da köpeğini öldürürüm dediğinde, ikinci seçeneğin seçilmesi durumunda kişi hayatta kalır. Bu örnekte ikinci seçenek elverişsizdir ve bir tehdit barındırmaktadır. Dolayısıyla kişinin iradesi, belirli bir yönde, yani malını verme seçeneğinden yana hareket etmesi için baskı altına alınır. Hobbes’dan farklı olarak, Locke iradenin baskı altına alınması, özgürlüğü ortadan kaldırır, der. Hobbes’un yaptığı analizde kasıtlı olarak dışarıda bıraktığı iradenin baskı altına alınması tartışmaya açık bir durumdur. Locke bu konu hakkında derinlikli bir analiz sunmaz, yalnızca duruma dair örnekler verir. Locke’a göre verilen sözler, tehdit, her türden teklif ve rüşvet iradeyi baskı altına alır.

İradenin baskı altına alınmasına dair derinlemesine bir analizi, ilk kez klasik faydacılığın büyük kurucusu Jeremy Bentham (1748-1832) yapar. Hiçbir sekteye uğramadan devam etmiş olan altmış yıllık uzun yazı kariyerinin yayımlanan ilk kapsamlı çalışması; Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş (1789) kitabında, ödüllendirme ve tehdidin iradeyi baskı altına alabileceğini söyler. Ancak bir ödül vaat edilerek belirli bir yönde hareket etmesi istenen kişinin, ödülü kabul etmemesi hâlinde mevcut durumu kötüye gitmez. Bu yüzden ödül vaadinin özgürlüğü gerçek anlamda sınırlamadığını belirtir Bentham. Belirli bir yönde hareket etmek için tehdit alma durumunda ise kişi, tehdit eden kişinin isteğinin aksine hareket ederse mevcut durumunu muhafaza edemeyecek, daha kötü bir duruma düşecektir. Bu yüzden iradenin baskı altına alınması ancak tehdit ile gerçek anlamda ortaya çıkar, der. Bentham, tehdidin özgürlüğü ortadan kaldırması için inandırıcı, doğrudan ve ciddi olması gerekir, der. Yani tehdidi savuran kişinin, söylediğini gerçekleştirecek güce sahip olması gerekir. Doğrudan ve sonuçlarından kaçılamayacak bir tehdit olması gerekir ve bu tehdidin blöf değil, ciddi olması gerekir. Bu unsurları taşıyan bir tehdit, gerçek anlamda, iradeyi baskı altına alır ve özgürlüğü kısıtlar.

Özgürlüğün negatif tanımı, liberalizmin özgürlük anlayışının temelini oluşturur.

Özgürlüğün bu biçimdeki negatif tanımı, liberalizmin özgürlük anlayışının temelini oluşturur. Yirminci yüzyılda liberalizmin önde gelen savunucusu ve teorisyeni filozof Isaiah Berlin (1909-1997) özgürlüğü, Hobbes, Locke ve Bentham’ı takip ederek harici bir müdahalenin olmaması olarak tanımlar. Zamanımızda Ian Carter ve Matthew Kramer gibi liberal teorisyenlerin özgürlük tanımları, Hobbes’un bedensel harekete harici müdahalenin olmaması analiziyle sınırlıdır.

Bununla birlikte, Hegel ile başlayan pozitif özgürlük geleneği, müdahale olmadan eylemde bulunabilmeye bir amaç yükler. Bu anlayışa göre, özgürlük diyalektik bir kavramdır ve pozitif tarafta kendini gerçekleştirme amacı yatar. İnsan belirli bir yönde (politik, dinî vb.) kendini gerçekleştirebilmek için özgürdür. Liberal negatif özgürlük geleneği bu pozitif tarafla ilgilenmez. Pozitif özgürlük anlayışına karşı zaferi, özgür olmayı ne amaçla istiyoruz sorusuna verdiği yanıttadır: birey ne istiyorsa onu yapar. Özgür bireyin iyi ya da kötü, politik ya da dinî anlamda, ne yaptığıyla ilgilenmez.    

Klasik liberal ve klasik faydacı geleneğin negatif özgürlük tanımına 19’uncu yüzyılda analitik bir meydan okuma gelir. John Stuart Mill (1806-1873) özgürlüğü kısıtlayan harici bir müdahale değil, bizzat kendimiz de olabiliriz, der. Mill, Victorya dönemi toplumunun mücbir ahlakçılığına karşı karısı Harriet ile birlikte kaleme aldığı Özgürlük Üzerine (1859) metninde devletin baskıcı hukukî uygulamalarının yanında başlıca eleştirisini muhalif, alışılmadık veya farklı olan hiçbir tutum veya davranışa tahammül edemeyen halkın ortak fikir ve inançlarına yöneltir. Mill, toplumun ortak değerler ve düşüncelerine düşman değildir. Onların, toplumun uzun soluklu deneyimlerinin sonucu ortaya çıktığını düşünür ve bir bilgelik taşıdıklarına inanır. Bu ortak değerler ve düşünceler toplumda yaşayan bireyin, karakterini şekillendirmesine yardımcı olur. Bununla beraber, birtakım ortak fikirlerin yanlış olma ihtimali de bulunduğunu söyler. Toplumun ortak fikirleriyle, genelde iyi eğitim görmüş, toplumu ileri taşıyabilecek küçük bir azınlığı oluşturan, birey olma eğilimi toplumun geri kalanına göre daha yüksek kişilerin çatıştığı tespitini yapar ve bu tip insanların ancak bir özgürlük atmosferinde nefes alabileceğini söyler. Kamuoyu, yaratıcı ve dâhi bireyleri sürekli olarak baskı altına alırsa, bireylerin özgün fikirlerini beyan etme şansı ortadan kalkar. Bir toplumda ortak değerlerin, konvansiyonların ve normların talepleri kendilerini oldukça güçlü bir biçimde hissettirirler. Böyle bir ortamda bireyler yapay bir biçimde, gerçekten bu ortak fikir ve inançlara katılmasalar da bu fikirleri içselleştirmeye başlar veya içselleştirmiş gibi görünürler. Burada her ne kadar baskı toplumdan geliyor olsa da, hakiki olmama (inauthenticity) yönünde hareket etmeye karar veren, konformist olan veya otosansür yapan, bireyin kendisidir.

Kişinin bizzat, hakiki olmama hâliyle, kendi özgürlüğünü kısıtlamasına dair benzer bir analiz Mill’in çağdaşı Karl Marx’tan gelir. Marx’a göre, bireylerin bilincini toplum belirler ve eğer bireyler, özgürlük hakkında burjuva toplumunun anlayışıyla düşünürlerse kendi esaretlerinin faili hâline gelirler. Bireyler, burjuva anlayışıyla, gerçekten menfaatlerine uyanın ne olduğunu göremezler. Arzularına hitap eden ama gerçekte menfaatlerine olmayan şeylerin peşlerinden giderler.

Cumhuriyetçi özgürlük

Cumhuriyetçilik, Batı siyasî düşüncesi içinde, Rönesans dönemi İtalyan şehir devletlerinde canlanan, özgürlük, sivil erdem, siyasî katılım, politik yozlaşmanın tehlikeleri, hukukun üstünlüğü gibi ortak birtakım idealler ve kaygılara vurgu yapan, sıklıkla Cicero, Sallust, Livy ve Cato gibi Romalı filozof ve politikacıların fikirlerinden yararlanıp onların belagatlerini kullanan, farklı tarihsel zaman ve coğrafyalarda yaşamış politikacı ve (Neo-Roman) yazarların oluşturduğu bir gelenek. Machiavelli ve onun 15’inci yüzyıldaki selefleri, İngiltere’de 17’nci yüzyılda John Milton ve James Harrington, 18’inci yüzyılda Montesquieu ve William Blackstone, ABD’nin kurucu babalarından, bağımsızlık bildirgesini kaleme alan, üçüncü ABD Başkanı Thomas Jefferson ve ABD anayasasının ve Haklar Bildirgesi’nin taslağının hazırlanması ve geliştirilmesinde oynadığı başat rolden ötürü ABD anayasasının babası kabul edilen, dördüncü ABD Başkanı James Madison, tarihsel önemi ve felsefî aidiyetleri bakımından tartışmalı olan cumhuriyetçi geleneğin en bilindik mensupları. Öte yandan, cumhuriyetçi gelenek, Roma cumhuriyetinin ideallerinin yanı sıra, hukukun üstünlüğü, denge ve denetleme mekanizmaları, sivil erdem gibi kavram ve ilkelere, en önemlisi özgürlüğe, savunucularının duyduğu benzer coşkudan ötürü müttehit bir gelenek olarak da görülebilir. Günümüzde ise bilhassa tarihçi Quentin Skinner ve filozof Philip Pettit’in çalışmalarında ortaya koydukları cumhuriyetçi gelenek analizleri vasıtasıyla güncel siyasal teoriler tartışmalarında yerini alır.  

Zamanla keyfiyetine tabi olduğun kişinin psikolojik temayüllerini anlamaya başlayıp bilerek veya bilmeyerek onu memnun edecek biçimde hareket etmeye başlarsın. İşte bu, özgür değilsin demektir. 

Cumhuriyetçi özgürlük anlayışı referansını Roma hukukundan alır. Bir köle düşünün, hiçbir eylemine müdahalede bulunulmayan bir köle. Özgür köle bir oksimorondur. Peki, köleyi köle yapan nedir? Jüstinyen Kodeksi birinci cilt beşinci bölümde insanların hukukî statüsü hakkında çok temel bir ayrım yapılır: özgür insanlar (liber homo) ve köleler. Özgür insanları kölelerden ayıran temel özellik, herhangi başka bir kimseyle bir bağlılık (tabiiyet) ilişkisi içinde olmamalarıdır. Köle efendisine hukuken ya da fiilen bağlıdır, özgür yurttaş ise yalnızca hukuka tabidir. Liberal görüş, özgürlüğü herhangi bir müdahalenin olmaması olarak tanımlarken, cumhuriyetçi görüş herhangi bir kimseyle bağlılık ilişkisinin olmaması olarak tanımlar. Başka bir deyişle, cumhuriyetçi özgürlük; eğer bir kişinin keyfî iradesine bağlı isen köle olursun, der ve bir kralın himayesinde ve onun iradesine bağlı yaşayan insanların asla özgür olamayacağını söyler. Monarşik bir rejimin tebaası kendisine müdahale edilmese de özgür sayılamaz. Çünkü her tek adam bir ayrıcalığa, imtiyaza sahiptir ve keyfî bir güçle hareket eder. Bu keyfî iradeye tabi, onun insafına kalmış, iyi niyetine muhtaç olarak yaşamak, özgür olamamak demektir.  

Yaptıkların (amellerin), keyfiyetine bağlı olduğun kişiyi rahatsız edebilir. Bu durum kaçınılmaz olarak otosansürü beraberinde getirir. Zamanla keyfiyetine tabi olduğun kişinin psikolojik temayüllerini anlamaya başlayıp bilerek veya bilmeyerek onu memnun edecek biçimde hareket etmeye başlarsın. İşte bu, özgür değilsin demektir. Özgürlük, cumhuriyetçi tanımda, bağlılık durumundan bağımsız olmak anlamına gelir. Örneğin, Britanya İmparatorluğu’nun sömürgesi olarak yaşayan Amerika’daki 13 koloni de benzer bir argümanı savunarak 1776’da Bağımsızlık Bildirgesi’ni ilan ettiğinde, bu bağlılık durumundan bağımsız hâle geldiklerini bildirirler. Bireyler özelinde de aynı argüman geçerlidir. Eğer fiili veya hukukî olarak bir kişinin iradesine bağlı hareket ediyorsan bağımsız değilsindir. Belki iradesine bağlı olduğun kişi sana hiç müdahale etmeyecek veya zarar vermeyecek, belki de çok iyi bir kimse ama ortada bir belirsizlik var. Sana ne zaman ne olacağını bilmediğin belirsiz bir durumun içinde yaşamak mecburiyetindesin. Yaptıklarına müdahale edilmese de aslında tüm yaptıkların, tabi olduğun kişinin sessiz müsaadesine bağlıdır. Liberal gelenek bu sessiz müsaadeyi anlamada oldukça kötüdür.

Liberal özgürlüğün müdahale olmadan eylemlerini gerçekleştirme anlayışı bireyi belirsiz bir biçimde ve duruma göre korur. Güçlü olanın karşısında bu tip bir özgürlük ile kendinizi güvende hissedemezsiniz. Güçlü birtakım kimselerin sevgisini kazanmak, onlara yaranmak her türden eylemlerinizi (ticarî, politik vb.) müdahale olmaksızın gerçekleştirmenize izin verebilir. Ancak bu arızi durumun tersine dönme ihtimali de vardır.

Cumhuriyetçi özgürlük iyi yasalarla yönetilen bir ülkede hukuku insanların özgürlüklerini kısıtlayan bir araç olarak değil, aksine özgürlükleri güvence altına alan bir düzenlemeler bütünü olarak görür. Bu anlamda, başkasının keyfiyetine bağlı olmadan eylemlerini gerçekleştirebilmek liberal özgürlük anlayışının arızi anlayışından daha sağlam bir özgürlük anlayışıdır. Toplumu oluşturan kişilerin tabiatına değil, hukukun oluşturduğu çerçeveye dayanan bir özgürlük anlayışı insanlara güven verir. Cumhuriyetçiliğin erken modern dönemdeki mimarı Machiavelli, Roma’da halkın kendini korumak için özgürlüğe duyduğu arzunun kendini yönetmekten ziyade, keyfî bir yönetimden kaçınmayı barındırdığını söyler. Kanunlarla korunan özgürlükler, insanların kazanımlarını herhangi bir endişe duymaksızın, korkuya kapılmadan muhafaza edebilmelerini, eşleri ve çocuklarının onuru ve hayatı için endişelenmeden hayatlarını sürdürebilmelerini sağlar. Böyle bir ortamda insanlar istediği fikri savunabilir, istediği ekonomik faaliyeti başkalarının insafına kalmadan gerçekleştirebilir.

Çoğunluğun tiranlığı, gücü ne amaçla kullanacağını bilemeyeceğimiz keyfî iktidarın tipik bir örneğidir ve seçimler dışında hiçbir demokratik unsurun yer bulamadığı bir siyasî yapılanmada ortaya çıkar.

Yöneticiler, keyfî değil, kanunun çizdiği çerçevenin içinde kalarak yönetir, vatandaşlar kanunun çizdiği çerçevede özgürlüğü paylaşırlar. Vatandaşlık ve özgürlük birbirinin mütemmim cüzüdür. John Trenchard ve Thomas Gordon’un Cato’nun Mektupları’nda (1720-1723) söylediği gibi; “gerçek ve tarafsız bir özgürlük, her insanın aklının ona söylediği doğal, makul ve dinî vecibelerini yerine getirme hakkını, istediğini düşünebilmeyi, düşündüğü şekliyle hareket edebilmeyi, başkasının önyargılarına göre değil, kendi isteğine göre davranmayı, kendi parasını harcayıp, emeğini istediği şekilde ortaya koymayı ve kendi keyfi ve kazancı için çalışmayı garanti altına alır.”

Başkasına tabi olmama olarak tanımlanan cumhuriyetçi özgürlüğün başlıca değer olarak kabul gördüğü özgürlükçü ve çoğulcu bir demokratik rejimde bile, müdahaleci çoğunluk yönetimi, kamu yararı yerine parti menfaati veya şahsî menfaati ön plana koyma, atanmış-seçilmiş çatışması gibi sorunlar ortaya çıkabilir. Bunları aşmak için bu özgürlük anlayışı çerçevesinde birtakım önlemler alınmalıdır.

Kanunen tanınmış olan siyasî otorite, yönetme hakkına elbette sahiptir, ancak iktidar keyfî yönetme hakkına sahip olamaz. İyi yazılmış bir anayasa temsil mekanizmalarını, üst düzey makamların işgal edilme sürelerini, güçler ayrılığını tanımlar, mümkün kılar, garanti altına alır. Aksi durum köleliktir, başkasının insafına kalmaktır ve daimî bir belirsizlik, biçarelik, şiddete maruz kalma endişesi ve öldürülme korkusuyla yaşamaktır. Kanunlar yönetenin keyfî yönetimine izin veriyor, ona göre düzenleniyor ise orada hukukun imparatorluğu değil, bir tek adamın imparatorluğu var demektir. Bu tip bir hukuk, despotik bir rejimi güçlendirmekten başka bir şeye hizmet etmez.

Çoğunluğun tiranlığı, gücü ne amaçla kullanacağını bilemeyeceğimiz keyfî iktidarın tipik bir örneğidir ve seçimler dışında hiçbir demokratik unsurun yer bulamadığı bir siyasî yapılanmada ortaya çıkar. Cumhuriyetçi gelenek, demokratik katılıma bir değer ve önem atfeder ancak onu temel ilke olarak almaz. Özgür yurttaşlığı ön plana koyar ve demokratik katılımı özgürlüğü sağlama alan temel bir araç olarak görür. Federalist Yazılar’ın (1788) yazarları, başta dördüncü ABD Başkanı Madison olmak üzere temsili demokrasiyi, tıpkı güçler ayrılığı ilkesi gibi, sivil özgürlükleri ileriye taşıyacak bir araç olarak görür. Bu güçlü araçlar sayesinde cumhuriyetçi hükümetin mükemmelliği muhafaza edilir, eksiklikleri giderilir veya azaltılır.

Özgürlüklerin hukuken muhafaza edilmesi ancak çoğulcu bir demokraside mümkündür. Bu anlayışta, seçimler aracılığıyla iktidara gelenlere rıza göstermek değil, iktidarın aldığı kararlar ile çekişebilmek, onları tartışabilmek temel nosyon kabul edilir. Bu anlamda çoğunluğun kararı genel (millî) irade olarak alınamaz. Çoğunluğun aldığı karar, denetleme ve denge mekanizmalarına, yani çoğunluğun iradesini gösteren seçim mekanizmasının etrafında veya içinde olmayan bir alana gitmeyi gerektirebilir. Bu alan anayasadır. Mevcut anayasa sabittir ve yönetme hakkı ile özgürlükler tanımlanmış ve sabitlenmiştir. Çoğunluğun seçtiği yönetim, yetkiyi ve yönetme hakkını aşarak görevini icra ediyorsa, iktidar hukukî düzenlemelerle sınırlandırılmalıdır. Anayasa toplum sözleşmesidir ve o ülkedeki insanların iradesi dışında bir metin olarak görülemez. Bu olmadığı takdirde, seçimlerde muktedir olmayı başarma ihtimali daha düşük olan siyasî partileri ve grupları sistem daimî olarak dışlar. Hâlbuki, karar alma mekanizmasına yalnızca iktidar sahiplerinin değil, toplumun tüm kesimlerinin eşit olarak katılabilmesi hedeflenmelidir. Sistemden dışlanan, karar alma mekanizmasına eşit bir biçimde dâhil olamayan bireylerin, kendi kendini yönettiğini söylemek mümkün değildir.   

Mevcut iktidarların hükümet etmekten çok, ülkenin tamamına hükmetme isteği ön plana çıkıyor.

Demokratik rejimlerin bir diğer problemi iktidarın, kamu yararı değil, parti yararı gözeterek birtakım kararlar alması eğilimidir. Çoğunluğun tiranlığının hâkim olduğu ülkelerde vatandaşın hizmetkârı olduğunu ileri süren iktidarlar, bu söylem ile aldıkları kararların tartışılmasına mâni olma yoluna giderler. Bu, tipik bir iktidar stratejisidir. İnsan normal olarak yozlaşmanın baskılarına, zorlamalarına açıktır. Yönetme hakkının ve anayasanın çizdiği sınırları aşarak, eğip bükerek kendi menfaatine uygun bir yönetim sergileme temayülü sıklıkla ortaya çıkar. İnsanın kötü yönelimleri ve ahlakî açıdan sorgulamaya açık yönleri insanın bir parçasıdır. Şeytan harici bir varlık değil, doğrudan insanın içindeki kötü duyguların ve yönelimlerin kendisidir. Yozlaşan iktidarlara, genel iradenin sonucu olarak yönetimdeler, halk seçtiğine göre yozlaşmamışlardır gibi argümanlarla dünya üzerinde hiçbir halka veya kişiye atfedilemeyecek bir yanılmazlık ve doğruluk atfetmek, birçok başkaca yapılabilecek tespitin yanında, en hafifinden bön bir optimizmdir veya art niyetliliktir.

Son olarak, atanmışlar-seçilmişler çatışmasından bahsetmeliyiz. Bürokrat ve tüm uzman kadrolar, devlet yönetiminde kararların sağlıklı alınmasında ve tatbik edilmesinde mekanizmayı oluşturan ögelerdir. Seçilmiş-atanmış çatışmasından seçilmiş-atanmış uyumuna gitmek gerekir. Ortaya çıkacak kaçınılmaz çatışmaları minimuma indirecek mekanizmaların ve diyalogun yaratılması için çaba sarf edilmelidir.  

Siyasî partiler, meclis, hükümet, bürokrasi, yargı, medya, halk, sivil toplum bir demokrasiyi oluşturan başlıca unsurlardır. Bir ülkenin yönetiminde alınan kararlar, çok büyük bir insan kalabalığını etkiler ve bu yüzden yoğun müzakere ve fikir alışverişi gerektirir. Dolayısıyla, alınacak kararlar herkesin iradesini yansıtmalı ve akılcı olmalıdır. Bu yüzden de hızlı değil, yavaş ve çoğulcu bir demokrasiye ihtiyaç var. Böyle olmadığı takdirde, mevcut iktidarların hükümet etmekten çok, ülkenin tamamına hükmetme isteği ön plana çıkıyor; iktidar totaliterleşiyor; kendi kendini yöneten, yönetime eşit katılım olanaklarından istifade eden bir toplum inşa etme ihtimali ortadan kalkıyor.

Quetnin Skinner’ın, Sienalı ressam Ambrogio Lorenzetti’nin (1290-1348), Palazzo Pubblico’nun Dokuzlar Odası’na resmettiği freskolar ile ilgili yorumu, cumhuriyetçilik ve kendi kendini yönetmenin önemiyle ilgili bana göre en veciz ifade:

“Benim okumama göre, freskoların nihai mesajı şudur: Barışın nimetlerinden yararlanmak istiyorsak, altında yaşadığımız yönetim biçiminin bizi temsil etmesi, dolayısıyla da fiilen kendi kendimizi yönettiğimizi söyleyebileceğimiz bir yönetim kurulmasını sağlamamız gerekir. Sadece özyönetimin bulunduğu yerlerde barış ve adalet sağlanabilir; ve sadece barış ve adaletin sağlandığı yerlerde ihtişam ve büyüklüğe ulaşılabilir.”

Son birkaç söz

Modern siyasî rejimleri sözüm ona geleneksel olanlardan ayıran hukukiliktir. İster cumhuriyetçi anlayış benimsensin ister liberal, politikaya büyük yaklaşımlar, bir ülkede hukukun ve kurumların benimsenen çerçevede yeniden kurgulanmasını gerektirir. Bu tip bir kurgulamada özgürlük anlayışı yalnızca birey-devlet, devlet-birey ilişkisini değil, işveren-işçi/çalışan ilişkisi gibi yaşamın birçok alanını düzenlemede temel kriter olarak kullanılır. (Örneğin keyfî işten çıkarılmayı önleyecek düzenlemeler, kadın hakları, eşcinsel evlilik vb.). İnsan hakları felsefî açıdan savunması çok zor bir hukukî kurgudur. Günümüzde de çoğunlukla felsefî açıdan değil, yaptırım gücü açısından tartışıyoruz. Örneğin, 2016’da Theresa May, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden ülkesini çıkaracağını dile getirmiş, sözleşmenin göçmen politikası ve terörle mücadele gibi konularda ülkesinin elini kolunu bağladığını söyleyip, Rusya gibi ülkelere de bir yaptırımının olamadığından şikâyet etmişti. May, Edmund Burke’ün belagatini andıran bir tonda ülkesinin bireysel özgürlükleri kendi yasalarıyla daha iyi koruyabileceğini iddia ediyordu, İngiliz muhafazakâr siyasetçi David Maxwell Fyfe’ın, savaş sonrasında sözleşmeyi büyük ölçüde şekillendirdiğini ve ilk onaylayan ülkenin 1951’de Britanya olduğunu unutarak. Bu fikrinden kamuoyu baskısı ile geçen yıl vazgeçti ve Birleşik Krallık’ın, Avrupa Birliği’nden çıktığında da sözleşmeye taraf olacağını beyan etti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yaptırım gücünün artırılmasına taraftar olmak gerekir ancak yalnızca insan haklarına “saygılı” olmak ile bir ülkeye özgürlük gelemeyeceği açıktır.

Cumhuriyetçi özgürlüğün, farklı ideolojilere ve dünya görüşlerine sahip insanlar arasında özgürlük üzerine konvansiyon oluşturabilecek bir güce sahip olduğunu düşünüyorum. Ancak bu ilkeden hareketle kurgulanacak hukukun ve kurumların nasıl oluşturulacağına dair evrensel bir formülden yoksunuz. Türkiye’de bu anlayış tatbik edilirse de ülke, Danimarka olmaz, yalnızca başka bir Türkiye olur. Birtakım evrensel, kapsayıcı ve dışlayıcı kurumlar teoride tanımlanabilir ancak onların nasıl inşa edileceğine dair bir reçete olmadığı gibi, reform süreçlerinin bir ülkenin tarihî deneyimlerinden, mevcut demografisinden, kişilerin eğitim seviyesi ve niteliğinden, mevcut hukukî ve idari kurumlarından, ekonomisinden azade bir biçimde yürütülmesi de olanaksızdır. Bununla birlikte, günümüz demokrasilerinin temel sorunlarından olan mevcut popülist iktidarlarla baş edebilecek tarihsel deneyime ve mevcut politik araçlara sahip değiliz. Demokrasi krizlere en gebe sistem. Ne var ki, en fazla sorun çözme kapasitesine de yine o sahip. Kriz dönemlerinde demokrasiden uzaklaşmayı teklif etmek, komplo teorileriyle daimî düşmanlar yaratıp baskıcı olmayı meşrulaştırmak, demokrasinin bu en temel özelliğini bahane edip totaliterleşmekten başka bir anlama gelmiyor. Tabiiyet olmadan yaşamak veya harici müdahalelere maruz kalmadan yaşamak. Sizce hangisi daha kapsayıcı?    

 

 

 
Kaynakça
Alexander Hamilton, John Jay, James Madison, ed. Terence Ball, Cambridge Texts in the History of Political Thought (C. U. P. 2003).
Bentham Jeremy, An Introduction to the Principles of Morals and Legislation, ed. J.H Burns and H.L.A. Hart (The Athlone Press, 1970), pp. xliii, 343. Reprinted in paperback with new introduction by F. Rosen (Clarendon Press, Oxford, 1996). 
John Locke, Two Treatises of Government, ed. Peter Laslett, Student Edition, Cambridge Texts in the History of Political Thought (Cambridge, 1988)
John Trenchard, Thomas Gordon, Cato’s Letters: Liberty and Responsibility, Liberty Fund; In Two Volumes ed. edition (July 1, 1995).
Marx, Karl and Friedrich Engels, Gesamtausgabe (MEGA), Berlin, 1975, Collected Works, New York and London: International Publishers. 1975.
Mill, John Stuart. On Liberty and Other Writings, Cambridge Texts in the History of Political Thought (C. U. P. 1989).
Niccolo Machiavelli, Discourses on Livy, Oxford University Press, 2008.
Pettit, Philip, Republicanism: A Theory of Freedom and Government, Oxford University Press, 2000.
Pettit, Philip (2005). ‘Liberty and Leviathan’, Politics, Philosophy and Economics 4, pp. 131- 51.
Skinner, Quentin (2001). ‘A Third Concept of Liberty’, Proceedings of the British Academy 117, pp. 237-68.
Skinner, Quentin (2002). ‘Hobbes on the Proper Signification of Liberty’ in Visions of Politics, Cambridge, vol. 3, pp. 209-37.
Skinner, Quentin (2008). Hobbes and Republican Liberty, Cambridge.
Skinner, Quentin (1998). Liberty Before Liberalism, Cambridge.
Skinner, Quentin (2008). Sanatçının Bir Siyaset Düşünürü Olarak Portresi: Ambrogio Lorenzetti, Dost Kitabevi.
Thomas Hobbes, Leviathan, ed. Richard Tuck, Cambridge Texts in the History of Political Thought (C. U. P. 1991).
Tully, James ‘Political Freedom’ in An Approach to Political Philosophy: Locke in Contexts (Cambridge, 1993), pp. 315-23.