Budizmin yeryüzünü ve gökyüzünü açıklama çabalarının incelikleri peşinde koşan ve öğretiyi metinlerine de taşıyan J.D. Salinger, eşiyle çocuklarını bu çemberin dışında tutuyordu sarsılmaz bir inatla...
25 Ocak 2018 14:03
1944 yılında Alman işgalinden kurtarılan Paris’e giren Müttefik askerleri arasında yer alan iki isimden biri, hayli okunaklı harflerle dünya edebiyat tarihine kaydedilmişti zaten. Diğerinin de benzer bir şöhrete kavuşması için, Normandiya çıkartması günlerinde hayatta kalmasını sağlayan kitabı bitirmesini beklemek gerekecekti. Colombia Üniversitesi’ndeki hocasının tavsiyesini tutmuş ve Holden Caulfield’i hem maddî, hem de manevî anlamda yanından ayırmamıştı. Öyle ki, cepheden cepheye savruldukları dönemlerde bile, arkadaşlarının şaşkın bakışlarına aldırmadan, en az kendisi kadar gariplikler labirentiyle örülmüş bu tuhaf adamın olağanüstü serüvenlerinin altı bölümünü tamamlamıştı.
Parisliler, sevinç gösterileri arasında karşıladıkları ilk yazarı gayet iyi tanıyorlardı. İsmi Ernest Hemingway’di ve sadece kitaplarıyla değil, aşklarıyla da Fransızlar’ın pek yabancısı değildi. Ondan çok daha genç olan ikinci yazar ise henüz kimselerin adını duymadığı Jerome David Salinger’dı. Champs Élysées üzerindeki geçit töreni sırasında çekilen fotoğraflara inanmak gerekirse eğer, Normandiya çıkartması esnasında kaybettiği arkadaşlarına rağmen hayli keyifliydi de üstelik. Hemen her vesileyle insanların, insanların bulaştığı yaşantıların ve bu yaşantıların toplamından oluşan toplumun sahtekârlığına karşı çıkan genç adam, ilk kez hakikatin insanı allak bullak eden gerçek yüzüyle tanışmıştı işte. Savaşın ve ölümün hiçbir sahte tarafı yoktu. Bu durum, sadece yazmayı tasarladığı hikâyelere değil, yaşamayı umduğu hayatlara da bambaşka bir boyut kazandıracaktı.
Paris’te kaldığı birkaç gün içerisinde, neredeyse edebî bir ikon olarak benimsediği ve o güne kadar yayımlanmış bütün kitaplarını okuduğu Ernest Hemingway’le tanışması bu açıdan hayli önemliydi.[1] Yaşantıları ciddiye almamak gibi son derece yakıcı bir bilgiye nasıl eriştiğini bir türlü kavrayamadığı bu insana yazdığı hikâyelerden birkaçını gösterirken müteredditti gene de. Zira, başta The New Yorker olmak üzere sayfalarında görünmek amacıyla çırpındığı dergiler yazdıklarını reddetmiş, bu yetmezmiş gibi, orduya alınmadan önce derin bir aşkla bağlandığı sevgilisi Oona O’Neill de gidip Charlie Chaplin’le evlenmişti.[2] Bu iki ağır yenilgi, Columbia’daki hocası Whit Burnett’ın bütün uyarılarına rağmen kendine duyduğu güveni altüst etmeye yetip de artmıştı. Savaş ise çoktan örselenmiş ruhunda kapanmaz yaralar açma hususunda hiç de müşkülpesent davranmıyordu zaten.
Getrude Stein’la birlikte Paris’e yolu düşen edebiyatçı ve ressam adaylarını koruyup kollamak gibi yadırgatıcı bir misyon da üstlenen Ernest Hemingway, bu genç yazarın öykülerindeki pırıltıyı hemen fark etmişti. Hatta, fark etmekle yetinmemiş, kadınlardan bile esirgediği iltifatlarını, bir armağan kabilinden sıkıştırıvermişti Salinger’ın parmaklarının arasına. Arkadaşlarının Jerry diye seslendiği Jerome da, Hemingway’in bu iltifatları alıp savaşın bütünüyle görünür kıldığı yaralarının üstüne pansuman niyetine iliştirmişti hiç vakit yitirmeden. Yoldan yorulan yolcuların kendisini tedavi etme sürecine yönelik önemli bir adımdı bu.
Ne var ki, savaş henüz bitmemişti ve orduda karşı casusluk gibi önemli bir görev üstlenen Jerome David Salinger, iç hatlara doğru yürümek mecburiyetindeydi. Üzülerek söylemek lazım gelirse, hayatını ve hayalini derinden sarsacak manzaralar da orada onu bekliyordu. Belçika-Almanya sınırında yer alan ve savaş tarihçileri tarafından “mezbaha” olarak tanımlanan Hürtgen ormanlarında yaşanan acımasız Bulge muharebesi, genç yazarın hayli nazik bir seyir izleyen zihinsel dünyasında gedikler açmakta gecikmeyecekti. Öyle ki, Bulge ile mukayese edildiğinde, Normandiya çıkartması esnasında karşılaştığı ölümlerin hayli masum kaldığı dahi söylenebilirdi.
Ancak asıl travma, 1945 Nisan’ında Dachau Kampı’na girince gösterecekti çileli çehresini. Heinrich Himmler’in Münih’te polis müdürlüğü yaparken temellerini attığı Dachau, Nazilerin kurduğu ilk toplama kamplarındandı ve savaş boyunca acımasızca kullanılmıştı. Gene de, tren yolunun iki kıyısına gelişigüzel bırakılmış sayısız kadın ve çocuk cesedi, genç yazar açısından o kadar önemli değildi. Zira, en yakın arkadaşlarının yanı başında vurulup öldüğüne tanık olmuştu birkaç ay önce. Buna karşılık, binlerce insanın tahta barakalara kilitlenip canlı canlı yakılabileceğine dair bir ihtimal, her türlü hayale müsait zihninde hiçbir zaman yer bulamamıştı kendisine. Küller arasından çıkan yarı yanmış cesetler, Salinger’ın son direnç noktasını da tarumar etmekte gecikmeyecekti. “Ne kadar yaşarsanız yaşayın, yanmış etin genzinizde bıraktığı o tuhaf kokudan asla kurtulamıyorsunuz” diyecekti yıllar sonra.[3]
Dany Strong’un yönettiği Rebel in the Rye filmi, bu travmalar yüzünden hayli dağınık bir görünüm arz eden Jerry’nin parmaklarıyla tanıştırıyor ilkin izleyiciyi.[4] Uzun parmaklar, ucu silgili sarı bir kurşun kalemi çizgili bir defterin üzerinde gezdirmeye çalışmakta ama mütemadiyen titreyen el yüzünden bu mümkün olamamaktadır bir türlü. Seyircinin bütün arzusuna rağmen, silgili sarı kurşun kalemin herhangi bir metaforik tarafı da yoktur üstelik. Çok değil, birkaç hafta önce Paris Bir Şenliktir yazarıyla birlikte, kirpiklerinde karanfiller gezdiren güzelim Fransız kızlarına gülümseyen, uzatılan çiçekleri büyük bir memnuniyetle kabul eden o mütebessim delikanlının yerinde yeller esmektedir artık. İfade yerindeyse eğer, hayatı yeniden kucaklamaya hazırlanan genç yazar adayından ürpertici bir harabe kalmıştır geriye.[5]
Salinger biyograflarından öğrendiğimize göre, Amerikan askerlerine tahsis edilen Nürnberg Akıl Fikir Dinlendirme Yurdu’dur burası. Kamera biraz geriye çekilince, diğer askerlerin de en az Salinger kadar bilinç kaybının kıyısında gezindiğine dair ipuçları dâhil oluverir görüntüye zaten. Gene de, oraya kapatılanların hiçbiri, çizgili bir defterle ve o defterin üzerinde bir türlü sabitlenemeyen sarı bir kurşun kalemle boğuşmamaktadır. Sorun sadece ellerinin titremesi de değildir ayrıca. Kafası da, tıpkı elleri gibi sağa sola ve öne arkaya sallanıp durmaktadır. Hani Huzur’un nihayetinde İkinci Dünya Savaşı’nın başladığını radyodan öğrenen Mümtaz’ın taşıdığı ilaç şişeleri birdenbire kırılır ve doktor, “Artık benimsin, sadece benim” dercesine yüzüne bakar ya, Salinger’ın durumu, doğal olarak ondan çok daha beterdir.[6] Çünkü, onun kişisel tarihi savaşın başlangıcı ile sınırlı değildir, Normandiya çıkarmasından Dachau Kampı’ndaki vahşete kadar yaşanan acıların bir bölümüne doğrudan tanıklık da etmiştir. Farklı bir ifadeyle, Salinger, İkinci Dünya Savaşı’nın milyonlarca kurbanından sadece biridir; hayatta kalmanın sevincine dahi uzaktan kuşkuyla bakan bir kurban...
Ucu silgili sarı kurşun kalemi satırların üzerinde sabit tutamayan Jerry’nin imdadına, sinema teknolojisi yetişecektir çok geçmeden. Eh, söz konusu teknoloji, böyle vahim açmazları kapamak için icat edilmemiş miydi zaten! Salinger’ın titreyen elleri dolayısıyla bir türlü kayda geçiremediği satırları ekranda görmek, bu yüzden şaşırtmayacaktır hiç kimseyi. “Sevgili Whit” demeye çalışmaktadır genç yazar adayı, “Sevgili Whit, Holden Caulfield’in öldüğünü bildirmekten hüzün duyuyorum. Biliyorum, onun beni her zaman koruyacağını düşünmüştün ama öyle olmadı, olamadı. Bu yüzden Holden Caulfield ebediyyen ortadan kaybolacak. Artık herhangi bir şeyin beni kurtarabileceğini sanmıyorum.” O kritik dönemeçte adını hatırlamakta zorlanmayıp Whit diye seslendiği kişi, Columbia Üniversitesi’ndeki hocası Whit Burnett’ın ta kendisidir.[7]
Salinger’ın sözünü, sitemini esirgemeden “tımarhane” kelimesiyle tanımladığı Nürnberg’deki Akıl Fikir Dinlendirme Yurdu’nda yaşanan mücadele, buna benzer uçurumların kıyısında gezinen insanlar için sadece yazının kurtarıcı olabileceğini fısıldar alttan alta. Mizansenle ilgisi bulunmayan bu sahnenin filmin hemen girişine yerleştirilmesinin amacı da budur aslında. Mizansen değildir, zira Salinger, hem kaleme hem deftere, hem de parmaklarına ve kafasına söz geçiremediği o “tımarhane”de uzunca bir süre kalmıştır hakikaten de. Öyle ki, “Tımarhanede bulunmanın en güzel yanı, herkesin en az benim kadar berbat durumda olması” cümlesinin gerisine bile gizlenmiştir bir ara. Muhtemelen bu yüzden, edebiyatın her türden örselenmişliği onarabileceği fikri hiç mi hiç inandırıcı gelmez seyirciye. Savaşın ruhunda açtığı yaraları yorumlama kabiliyetini çoktan yitiren Jerry ise yörüngesini aramaktadır nicedir: Ya yazmaya devam edecek ya da eşiğinde durduğu uçuruma hiç çekinmeden bırakıverecektir bütün varlığını.
Hakikaten, yazı kurtarıcı olabilir mi acaba? Yarasını beresini gün ışığına çıkartıp yeryüzüyle ve gökyüzüyle hesaplaşmaya soyunan bir insan, yaşadıklarını yazıya dökünce rehabilite kapıları açılmış kabul edilebilir mi? Soruyu şöyle formüle edersek daha bir netlik sağlayabiliriz belki: Yazı, ağır duygusallıklar yüzünden tahribata açık ruhlara minik bir pansuman imkânı sunabilir mi?[8] Farklı bir deyişle, yaralı bilinçler, kelimelerin karanlık yörelerine sığınarak bir çıkış yolu bulabilir mi kendine? Türkiye’de kitapçı raflarını dolduran metin türevlerinde bu konuda pek fazla ipucu bulunmasa da, söz gelişi, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, Nietzsche Ağladığında yahut Malina küçük çapta bir ışık tutabilir önümüze.[9] Eh, Sait Faik’in de, “Yazmasam çıldıracaktım” çaresizliğini işte öylesine, durup dururken dile getirmediği aşikâr olsa gerek. Kabul etmekte hiçbir sakınca yok: Yazmak, kimi zaman intiharları engelleyen temel maniveladır vaktin ihmal edilmiş bir kıyısında...
Sinema, bu türden ucu acık, bahtı kapalı soyut yorumlarla yetinmek yerine, somut bir amacın ve hedefin peşindeydi. Kaldı ki, nazenin seyirci, buna benzer felsefî zihin alıştırmalarına pek fazla yüz vermezdi beyazperdede. Sıkılır, ağır bulur, cep telefonuyla oynayıp gelme ihtimali bulunan mesajlara odaklanır ve nihayet esnemeye başlardı mesela. Dolayısıyla, en azından filmin istikbali açısından Nürnberg’deki Akıl Fikir Dinlendirme Yurdu sahnesini sarıp sarmalayan gözle görülür travmayı fazla uzatmamakta seyircinin ruh sağlığı açısından da fayda vardı. Flashback, bu tür travmaları lüzum görüldüğü yerde kesme imkânı sağlayan iyi niyetli bir çıkış yoluydu. Yönetmen, varlığını hatırlatan bu fırsatı gayet ustalıkla değerlendirecek ve hiç tereddüt etmeden Nürnberg’den altı yıl öncesinin New York’una zıplayacaktı.
Kül tablalarında logo ile birlikte hemen dikkat çeken yazıdan anlaşıldığına göre, Manhattan’daki şık gece kulübünün ismi Stork’tu. Rastgele seçilmiş bir gece kulübü değildi yani bu; dönemin New York sosyetesi kadar, oyuncu, yazar ve yönetmen adayları da Stork’un müdavimleri arasındaydı. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, bizim genç Jerry de orada öylece durmuş sabırla bizi beklemekteydi! Elindeki sigaraya, viski kadehine ve arkadaşına yaptığı değerlendirmelere bakılırsa eğer, keyfi yerindeydi, fakat Stork’u sigara dumanı misali saran sahtelikten sıkıldığını söylemekten de geri durmuyordu. Altı sene sonra hakikatin sarsıcı çehresiyle tanışacağını bildiğimiz delikanlının üstlendiği rol de buna fırsat veriyordu tabii ki. Buna karşılık, Stork’a biraz da kızlar için geldiğini gizlemeyen genç Salinger’ın perspektifi bir hayli sorunluydu. Artık Amerikan terbiyesi mi dersiniz yoksa Büyük Buhran sonrası yaşanan savrulma mı, Jerry için kadın öyle çok derin bir anlam ifade etmiyordu: Ya yatacaktı ya yazacaktı yahut ikisini birden yapacaktı![10]
Esasen bu kırılma, Jerome David Salinger’ın bütün hayatını belirleyen zengin ipuçlarıyla doluydu. Filme kaynaklık eden Üzüntü, Muz Kabuğu ve J.D. Salinger isimli biyografinin yazarı Kenneth Slawenski de farkındaydı üstelik bunun.[11] Zira her biyograf gibi o da, ele aldığı kişiyle kendi arasındaki öznel ilişkinin hayli kırılgan bir zeminde serpildiğinin bilincindeydi.[12] Böyle bakıldığında, Türkiye’de sinema bilgisi ihtirasının gerisinde kalan birkaç eleştirmen dışında bütünüyle ihmal edilen filmin, Salinger’ın kişiliğinin belirlendiği ortamı anlamlı birkaç fırça darbesiyle çekip çevirmesi hiç de yadırgatıcı değildi. Nitekim, Stork’un pistinde büyük bir keyifle dans eden şık giysili hanımefendilerin, papyonlu beyefendilerin arasında caz orkestrasının ritmine uyarak salınanlardan birinin bizim delikanlının ta kendisi olması şaşırtmamıştı hiçbirimizi. Hazır fırsat çıkmışken, Jerry’nin yarı Yahudi bir kimlik taşıdığı ve bundan memnuniyet duymadığı bilgisi de işte öylesine raptiyelenivermişti ekranın bir tarafına.
Bu sahnenin, Jerry’yi Oona O’Neill’le tanıştırmak amacıyla düzenlendiğini sezmek için çok çaba harcamak gerekmiyordu aslında. Daha birkaç saniye önce “yapmacık insanlardan hoşlanmadığını” söyleyen yazar adayı, bütün yapmacıklığıyla merdivenlerden inen genç kızı görür görmez unutuverecekti fikrini![13] On altı yaşında olduğunu çok geçmeden öğreneceğimiz genç kıza, olağanın dışında bir dikkatle yoğunlaşması, izleyiciyi küçük kırılmalara hazırlaması bakımından isabetliydi tabii ki! Arkadaşının ısrarıyla gidip kendini Oona’ya takdim edişi ise neresinden bakılırsa bakılsın hayli sarsak bir kişiliğin habercisiydi. Ne Jerome David Salinger ismini telaffuz edişindeki o ürkek gurur, ne de hikâyeler yazdığını söylerken takındığı obur iştah ilgilendirmişti Oona’yı. Üç Pulitzer bir yana, bir de Nobel Edebiyat Ödülü’nü evinde konuk eden Eugene O’Neill’in hamarat kızı, henüz hiçbir hikâyesi yayımlanmamış bir yazar adayından etkilenecek değildi ya![14] Hemen her gün, başta the New York Times olmak üzere gazetelerin birinci sayfasında, yaşının küçüklüğü dolayısıyla önünde süt bardağıyla yer alan genç kızın hayalleri çok daha büyüktü elbette ki. Jerome David Salinger’ın bunu kavraması, kavrama sürecinde de bir hayli yıpranması mukadderdi.
Savaştan yaralı bereli bir şekilde dönen Jerome David Salinger, The New Yorker’ın Manhattan’da bulunan ve bugün de o yıllardaki kadar ünlü olan ofisinde bütün çekingenliğiyle bir koltukta oturmaktadır şimdi. Karşısındaki koltuklara da, isimleri kendilerinden ileride yürüyen dergi editörleri serpiştirilmiştir belirgin bir mantıkla. Örselenmişliklerini yüreğinde saklamayı erkenden öğrenen hemen herkes gibi, öfkeli olması gerekirken inanılmaz ölçüde sakindir bizim genç yazar. Truman Capote’nin de aralarında bulunduğu editörler, öznesiyle nesnesi arasına mesafe koymayı mütemadiyen sürüncemede bırakan Salinger’ı, the New Yorker’a yolladığı hikâyelerde birtakım değişiklikler yapmaya ikna etme hususunda hayli kararlıdır.
Savaştan önce, “O değişiklikler hikâyenin gerçeklikle bağlantısını koparır” diye direnen genç yazarın tutkularından değilse bile, direnişinden vazgeçtiğini görmek, hakiki edebiyat cephesinde kalma kararlılığı taşıyanlar için üzüntü vericidir elbette.[15] Buna mukabil, Jerome açısından bakıldığında, makul karşılanması lazım gelen bir değişimdir aslında bu. The New Yorker’da yayımlanmayı hayatının temel hedefi hâline getiren bir yazarın bu kadarcık taviz vermesi, Truman Capote’yi bile şaşırtmazken bize ne oluyor sahiden de? Türkiye’de hiçbir yazarın göremeyeceği ölçüde maddî bir kazanç da vardır üstelik işin ucunda. Bütün bunlar bir yana, dergiyle ve yayınevleriyle bağlantısını sağlayan edebiyat ajanı Dorothy Olding de belirli periyotlarla, “Yayınlanmak her şeydir” türünden sapasağlam bir gerekçeyle meydan okuyordur zaten bütün edebî ve ahlakî kaygılara...
Ailesiyle yemek yediği akşamların birinde, “Büyüleyici ve sıkıcı hayatımda sürüklenirken, kurguyu her zaman daha doğru ve gerçek bulurdum” diyebilme lüksünü tecrübe edeli kaç gün geçmiştir ki şunun şurasında? Hemen arkasından, Remington marka daktilonun başında kibritleri kibritlere, sigaraları sigaralara ekleyen Jerry’nin direnişindeki tükenişin gerisinde savaş kadar, savaşın daha başlarında onu yolun ortasında bırakan Oona’ya yönelik kırgınlık da vardır muhtemelen. Besbelli ki, bu kırgınlık da, the New Yorker’ın şık ofisinin oralarda bir yerleri mekân tutup tutuşturmuştur yüreğini yeniden. Verdiği söze rağmen kendisini beklemeyen, bu yetmezmiş gibi bir de gidip Charlie Chaplin’le evlenen Oona O’Neill’i hiçbir zaman affetmeyecektir Salinger. Bu açıdan bakıldığında, yemek masasında zihninden geçirdiği cümlenin muhtelif kıvrımlarında gizlenen ironinin farkında olduğunu söylese de, ironi onun farkında değildir henüz...
Belki de asıl ironi, yazdığı öyküleri bütün sıcaklığıyla annesinin ellerine tutuşturmasının gerisinde gizlidir bir miktar. “Öykü olağanüstü olmuş” diyen otorite sahibi bir annenin, daha sözünü tamamlamadan, “Ayakkabılarını bağla tatlım” evresine geçebilmesi tuhaftır hakikaten de. Üstelik, bu uyarıyı, 20 yaşındaki yetişkin bir erkeğe yönelttiğinin bilincine varamayacaktır hiçbir zaman. Bu minik anekdotun anlam alanları, hakiki edebiyatçıların neden çok çabuk harcandığına dair sağlam bir fikir verebilecek mahiyettedir.[16] Gene de, Jerry’nin annesi Miriam’a haksızlık etmemek lazım. Bütün o başarısız eğitim serüvenine rağmen oğlunun Columbia Üniversitesi’ne kaydını yaptırmasında ısrarlı olan ve yadırgatıcı bir buyurganlıkla kocasını ikna eden de aynı insandır çünkü...[17]
Sadece New York’un değil, Amerika’nın da görkemli üniversiteleri arasında yer alan Columbia’nın dantelli bir ırmağa benzeyen geniş bahçesindeki ayak izleri, Jerome David Salinger’a aitti bu kez. Hatta, öncekilerle mukayese edildiğinde biraz daha kararlı göründüğü bile söylenebilirdi. Henüz özgüveni zedelenmemiş yazar adayı, fetihlere alışkın Romalı bir general edasıyla tırmanıyordu Columbia’nın iyon başlıklı sütunlarla kuşatılmış mermer merdivenlerini. Birdenbire koridorlarda, “Hikâyeden daha kutsal hiçbir şey yoktur” diye yankılanan ses, bilhassa bu açıdan umut vericiydi. Whit Burnett ismini taşıdığını filmin açılışında öğrendiğimiz hoca, “Tevrat, İncil, Kuran...” diye yeniden başlıyor, “Bu kitaplardaki hikâyeler o kadar güçlüydü ki, insanlar bütün bunların gerçekten de tanrılar tarafından yazıldığına inandı” derken çevresine keskin nazarlarla bakıp bir miktar yavaşlıyordu. Hemen arkasından da, Salinger’ın asıl ihtiyacı olan cümleyi bırakıyordu sınıfın orta yerine: “Hikâyenin ayaklarını yere basacağı temel zemin budur işte!”
Ölü Ozanlar Derneği’deki Robin Williams’ın uzaktan akrabasını andıran Whit Burnett, dağınık saçları, dağınık kravatı ve el örgüsü izlenimi veren hırkasıyla, edebiyat uğruna hemen her şeyden vazgeçmiş o eski zaman insanlarının bir prototipi gibi geziniyordu sınıfın ortasında. Biraz da, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Bir şairin en büyük keşfi, onu kendi iç âlemine götürecek muharriri bulmasıdır” cümlesinde şekillendirdiği o mucize raslantıyı hatırlatıyordu. Whit Burnett’ın edebiyattan başka herhangi bir şeyi ciddiye almadığı öylesine ortadaydı ki, Salinger’ın bir miktar geç kaldığı bile söylenebilirdi rahatlıkla.[18]
Hiç kuşkusuz, Salinger’ın yazı hayatındaki en belirleyici motif Whit Burnett isimli bu sevimli yaratıktı. Yönetmenin, bir flashback yardımıyla bir kez daha Nürnberg Akıl Fikir Dinlendirme Yurdu’nda parmaklarıyla birlikte kalemi de titreyen delikanlıya odaklanması bunu doğrulamayı amaçlıyordu zaten. Zira bu kez, “O sınıfa ayak basmasaydım Holden Caulfield asla var olmazdı. Yani bir bakıma bu karmaşa senin de suçun” diye mırıldanıyordu kendisini örseleme çabasını gizlemeden. Hakikaten de öyleydi. Burnett, ilk Holden Caulfield öyküsünü okur okumaz fark etmişti ondaki büyük potansiyeli. “Bunu öykü olarak harcama, mutlaka romana dönüştür” diyen de Whit Burnett’tan başkası değildi zaten.
Salinger, bütün pervasızlığıyla sınıfta oturup hayli ukala denilebilecek tavırlarla pencereden dışarı bakarken, Whit Burnett, incelikli eleştirilerinden birini sıranın üstüne iliştirmekle meşguldü. Hocası, “Yaptığı dokundurmaları yazısına da aynı şekilde aktarmış bu genç arkadaşımız, buna rağmen, o zeki düşüncelerini bir hikâyeye dönüştürmeyi başaramamış. Çok yazık, çünkü kendisinde potansiyel görmüştüm” demekteydi bu kez. Genç yazar adayının aldığı ilk edebî nitelikli eleştiri de buydu aslında. Ki bu üstü örtülü eleştiri, Salinger ile Burnett arasındaki dostluğun da başlangıç noktasıydı. “Dönemin sonuna kadar, yazar olma hevesiyle, gerçekten yazar olmak arasındaki farkı anlayacaksınız” diyen hoca, az bulunur bir nimetti yolu edebiyatın taşlı topraklı yollarına düşenler için.
Soğuk bir gece yarısı Central Park’taki havuzlardan birinin kenarında elindeki küçük viski şişesini yudumlayan yarı sarhoş Jerome David Salinger’ın aklına, “Göl donduğu zaman ördekler nereye gidiyor acaba”[19] türünden tuhaf bir soru takılmasaydı eğer, ilk altı bölümü savaş yıllarında yazılmış the Catcher in the Rye tamamlanabilir miydi acaba?[20] Hayır, sorunun muhatabının en küçük bir katkısı yoktur the Catcher in the Rye’ın yayınında! Çok geçmeden soyguncu olduğunu öğreneceğimiz bu kravatlı serseri ve arkadaşı, “Savaştan yeni gelmiş bir askerim ben” çığlıklarına aldırmadan Salinger’ı bir güzel dövecek ve cüzdanını da alıp karışacaktır zaten Central Park’ın karanlığına. Ördekler yüzünden yenilmiş gibi görünen bu temiz dayak, Salinger’ı Budizmle, milyonlarca okuyucuyu ise the Catcher in the Rye ile tanıştıracaktır çok geçmeden.
Ağzı yüzü kan içindeki Salinger ertesi gün Central Park’ta dolaşırken, önce Holden Caulfield gibi atlıkarıncada büyük bir keyifle eğlenen çocuklara gözlerini dikecek, arkasından da bir ağacın altında tuhaf hareketler yapan yetişkin bir gruba dikkat kesilecektir. Kadınlı erkekli kalabalık bir gruptur bu. Oluşturdukları çemberde, parmakları birbirine bitişik ve gözleri kapalı bir şekilde sessizce oturmaları rahatsız etmiştir bir türlü büyümeyen Jerry’yi! Ördekler konusunda sorduğu sorunun yol açtığı tahribatın izlerinin yüzünden silinmediğini çabucak unutmuş olmalı ki, “Ne yapıyorsunuz siz burada” diye devreye girecektir hemen.
Bu sahnenin ardından, savaşın ruhunda açtığı yaraların üstesinden bir türlü gelemeyen genç insan, bir Budist tapınağında bulacaktır kendisini. Huzuru ve sükûneti öğütleyen rahip, meditasyonla tanıştırmaktadır karanlık kâbuslarıyla hayatını haramilere helal kılan Jerome David’i. Budizm, gelip kapısını çalanları eli boş göndermeyen, çile demetlerinden müteşekkil ırmakları bir kile buğday niyetine insanların ayaklarına seren bir terbiye yöntemidir aslında. Budist rahip, “Yeteneğini göstermek için mi yazıyorsun, yoksa kalbinden geçenleri ifade etmek için mi” diye soracaktır ilkin. Bu zarif soru, yazının inceliklerinden mahrum bulunanları dahi uyarabilecek sağlam bir itiraz barındırmaktadır bağrında. Sorunun Salinger’ı sürükleyebileceği anaforları sezen rahip, hemen arkasından, küçük küçük çababalarla yeniden yörüngesine yöneltecektir ırmakları. Budizm, Holden Caulfield’le ne yapacağını bir türlü bilemeyen yazarın önüne gergin gergeflerden oluşan bambaşka bir ufuk sermiştir bile.
İşte, tam da o günlerde oturmuştur the New Yorker editörlerinin karşısına Jerome David Salinger ve tam da o günlerde pek fazla tepki göstermeden kabul etmiştir değişiklik önerilerini. Bu ise hikâyelerinin edebiyatçıların Mekke’si konumundaki dergide yayımlanması ve hayli yüklü miktarda ekonomik imkânla tanışması anlamına gelmektedir. “İç Savaş Amerikan edebiyatına Mark Twain ve Walt Whitman’ı kazandırmıştı. İkinci Dünya Savaşı ise Salinger’ı” diyen John Romano haklıdır hakikaten de.[21] Kabul etmek gerekir ki, the New Yorker editörleri, Amerikan edebiyatı için taşıdıkları anlam ve önemin farkındadırlar. Her şey bir yana, sadece Salinger konusundaki ısrarları dahi tek başına göstergesidir bunun. Aradığı şöhret Salinger’ı, Salinger aradığı şöhretin mühim bir bölümünü bulmuştur artık.
Ne yazık ki, şöhret, ruhundaki susuzluğu dindirmek yerine, savaş travmalarının yeniden sökün etmesine yol açacaktır. Gördüğü kâbusları anlattığı Budist rahip, “Belki de hayatına devam etmenin yolu bu kitabı bitirmektir” dediği zaman the Catcher in the Rye’a uzanan koridorlar da aydınlanacaktır kendiliğinden. Aynı soru bir kez daha gelecektir gündeme: Yarasını beresini gün ışığına çıkartıp yeryüzüyle ve gökyüzüyle hesaplaşmaya soyunan bir insan, yaşadıklarını yazıya dökünce rehabilite kapıları açılmış kabul edilebilir mi? Bu anlamda yazı, kurtarıcı bir pansuman vazifesi üstelenebilir mi sahiden de?
Türkçeye önce Gönülçelen, arkasından Çavdar Tarlasında Çocuklar[22] ismiyle çevrilen, oysa orijinali Çavdar Tarlasındaki Yakalayıcı olan o umutsuz the Catcher in the Rye serüveni, Budist rahibin bu uyarısı üzerine bir kez daha tırmanacaktı Remington’ın paslı şaryosunun üzerine.[23] O güne kadar yazılan bölümler, Jerry’nin içinde birbiriyle boğuşan Holden Caulfield’lerin aynaya yansımasından ibaretti aslında. O aynaların baştan başa savaştan kalma panik ataklarla dolu olması, gözünü her kapattığında ya da kalemi eline her aldığında Dachau Kampı’ndaki yarısı yanmış cesetlerin insanı perişan eden kokusunu duyması bu yüzden son derece doğaldı. Doğal olmayan, hikâyeleriyle the New Yorker’ın kadrolu yazarları arasına girmiş bir ismin, kitabını yayımlayacak yayıncı bulamamasıydı...
Salinger, Madison Avenue üzerindeki ünlü yayınevi Harcourt Brace’de önemli bir editör olan Robert Giroux’a götürecekti kitabı ilkin. Giroux, onun bir dizi kısa öyküsünü yayımlamak istediğinden, karşısında yazarı görünce sevinmişti elbette. Ne var ki, kısa öykülerden bir demetle değil, koca bir romanla çıkagelmişti Salinger. Bir miktar canı sıkılacaktı gerçi Giroux’nun, ama pek de belli etmeyecekti. Salinger adı altında basılan her şeyin para ettiğini o da, patronu da gayet iyi bililiyordu nasıl olsa. Ayrıca, tıpkı patronları ve kendisi gibi, Salinger da Columbialı değil miydi?
Editörlüğünü yaptığı yazarlar arasında Ernest Hemingway, Susan Sontag, Jack Kereuac, F. Scott Fitzgerald, Thomas Wolfe, Hannah Arendt, T.S. Elliot gibi isimler bulunan Robert Giroux, Salinger’ın teslim ettiği dosyayı büyük bir merakla bir çırpıda okumayı ihmal etmeyecekti. Üstelik, fena hâlde sevmişti Holden Caulfield’i. Sezgilerine bakılırsa, edebiyat dünyasını kasıp kavuracak yeni bir kahraman çalıyordu kapılarını. Buna mukabil, son söz patronundu tabii ki ve patron Giroux’nun kitaba yönelik iltifatlarını zerre umursamamıştı. Elindeki dosyayı sallayarak, “Bu adam çıldırmış, Holden tam anlamıyla bir deli. Söyle ona, oturup yeniden yazsın ya da kitabı unutsun” diyen sesi yankılanıyordu Harcourt Brace’in koridorlarında.
Bu tepkileri Salinger’a iletmek de Robert Giroux’ya düşecekti ve Giroux’nun utana sıkıla tekrarladığı “deli” kelimesi bir çırpıda Nürnberg’deki Akıl Fikir Dinlendirme Yurdu’na sürükleyecekti genç yazarı. Holden Caulfield karakteriyle kendisini anlattığını gayet iyi bildiği için, deliliğin görünürlük kazanmasından ürkmüştü besbelli ki. Büyük bir süratle merdivenlerden inip bulduğu ilk telefon kulübesinden temsilciliğini sürdüren Dorothy Olding’i araması ve ağlamaklı bir edayla “Bunlar Holden’a deli diyor, lütfen beni bunlardan kurtar” diye yalvarması, bu yüzden son derece doğaldı.[24]
Pek de doğal olmayan, metnin the New Yorker’da gördüğü muameleydi. Salinger, onların hiç değilse kitabın bazı bölümlerine sayfalarında yer vereceği umudundaydı. Büyük tartışmalardan sonra öneri bütünüyle reddedilmiş ve Holden Caulfield’in the New Yorker’ın kapısından içeri girmesine karşı çıkılmıştı. Whit Burnett, “İyi bir yazar reddedilme mektuplarını çerçeveletip duvarına asmalı” dediği hâlde, duyduğu hayal kırıklığını kendinden bile gizleyemiyordu Salinger. Little, Brown’dan gelen öneriyi önünü arkasını düşünmeden benimseyip anlaşma imzalamasının gerisinde bu hayal kırıklığı yatıyordu muhtemelen.
The Catcher in the Rye’ın 1951 yılında kitapçı vitrinlerinde görünmesiyle birlikte, bugüne kadar tükenmeyen tartışmalar da birbirini kovalamaya başlayacaktı. The New York Times’ın “Olağanüstü bir ilk roman” övgüsüne rağmen, kimilerine göre kitap Amerikan değerlerine yönelik pervasız bir saldırıdan ibaretti. Dergilerde ve gazetelerde Holden Caulfield tartışmalarından geçilmiyordu. The New Yorker bile reddettiği romanın başarısına kayıtsız kalamamış ve olumlu bir eleştiriye yer vermişti sayfalarında. Yazıda, “Olağanüstü, komik ve dinamik” sıfatlarıyla övülüyordu kitap.[25] Salinger belgeselinde rol alan Edward Norton’a göre, kitabın başarısının gerisinde yatan asıl etken okuyucuda özdeşleşmeye yol açabilmeseydi. “Kitabı okuyunca” diyecekti Norton, “sizi anlayan biri olduğunu algılayıp kendinizi iyi hissediyorsunuz.” John Cusack da, “Yanımda taşıdığım ilk kitaptı” diye söz edecekti The Catcher in the Rye’dan.[26]
Salinger, büyük tartışmalara rağmen okuma veya imza günlerine katılmıyor, söyleşi vermiyor, meditasyon yaptığı köşeden izliyordu olup bitenleri. Bir keresinde, boş bulunup yayıncılar tarafından Manhattan’daki şık bir evde düzenlenen bir yemeğe katılmıştı. Yemektekilerin yapmacık tavırlarından sıkıldığı için de, hava almak bahanesiyle masadan kalkıp terasa çıkmıştı bir ara. Terasta yanına gelen genç bir kız, “Kendini o kadar önemseme, popüler bir kitap yazan ilk yazar sen değilsin. Kitabın da o kadar iyi değil ayrıca” diyerek eleştirince çenesini kaldırmak zorunda kalmıştı Jerome David. Çünkü o güne dek, sadece bu genç kız beğenmemişti kitabını. Ahlakî gerekçelerle ağır eleştiriler yöneltenler bile Holden Caulfield’e kayıtsız kalamamıştı. Genç kız ise büyük bir rahatlıkla sürdürecekti sözlerini: “Ben yüzüne karşı söyleyen ilk kişiyim...”
Bu açık sözlü genç kızın ismi Claire Douglas’tı ve Salinger’ın ikinci eşi ve iki çocuğunun annesi sıfatıyla kaydedilecekti edebiyat tarihlerinin okunaklı bir tarafına...[27]
The Catcher in the Rye yazarının New Hempshire yakınlarındaki Cornish’te geniş bir arazi satın alıp inzivaya çekilmesi, kült bir isim hâline gelmesinin gerisindeki asıl etkendi. Herkes, genç yaşta şöhreti ve parayı görmüş bir edebiyatçının, bu türden Dünya Nimetleri’ni elinin tersiyle bir kenara itip münzevi bir hayatı tercih etmesini hayranlıkla izliyordu. İnziva için neden New York’a iki yüz mil mesafedeki Cornish’i seçtiğine dair bir soru gelmiyordu kimsenin aklına. Öyle ya, gerçekten inzivayı amaçlayan bir insan, Nebraska, Colorado ya da Oklahoma gibi geniş göklerin altında yalnızlığıyla dikkat çeken uzak eyaletler dururken, niye New York’un burnunun dibindeki Cornish’le yetinsindi ki?
Görünen oydu ki, Salinger, Claire Douglas ile tanıştığı akşam karar vermişti New York’tan bir miktar uzaklaşmaya. Evlendiklerinde Claire 19, Salinger ise 34 yaşındaydı. Salinger’ın, Franny karakterine kaynaklık eden Claire’e düğün hediyesi, tek taşlı yüzük filan değil, o çok önemsediği öykülerinden birinin kopyasıydı. Kızları Margaret’ı ciddiye almak gerekirse şayet, annesi çok kötü bir çocukluk geçirmiş, bu yetmezmiş gibi, evlilik hayatı da cehenneme dönmüştü çok geçmeden. Margaret’ın söylediğine göre, bunun temel sebebi, bütün o Budizm meditasyonlarına rağmen babasının vazgeçemediği bencilliğiydi. Annesini hemen her dönem yapayalnız bırakmıştı çünkü.[28]
Salinger, çiftliğin uzak bir köşesinde, Orhan Pamuk’un sevimli ifadesiyle, bir yazıevi kurmuştu kendisine. Burada hem meditasyon yapıyor, hem de artık gözlerden uzak tutmaya karar verdiği yeni öykülerini yazıyordu. Budizmle ilgisinin giderek derinleşmesi, bilinmez neden, içeriye doğru değil, dışarıya doğru çalışıyordu besbelli ki. Zira, Salinger bir tür mabede dönüştürdüğü yazıevine eşini ve çocuklarını asla yaklaştırmıyordu. Oraya girmek, yazarı rahatsız etmek, yazdığı metni bölmek kesinlikle yasaktı. 10 Aralık 1955’te dünyaya gelen kızları Margaret, yıllar sonra, “Babanız ortada yokken onun nerede olduğunu görmek ama yanına gidememek tuhaftı. Çocukluğumuz bundan ibaretti ve bu psikolojik olarak travma sebebiydi” diyecekti mutsuz bir ifadeyle. Yazıevinde yeni hikâyelerinin temelini teşkil eden Glass Ailesi’yle haşır neşir olan Salinger, kendi ailesiyle neredeyse hiç ilgilenmiyordu.
Mathew, bu izalosyon günlerinin ikinci ürünüydü. Ünlü yazar, entelektüel gururunu okşamak adına Glass Ailesi’ne birbirinden kıymetli yeni satırlar eklerken; Salinger ailesinin bütün yükünü omuzlayıp evin eksiğini gediğini tamamlamak da Claire’e düşüyordu. Çavdar tarlasındaki çocukları uçurumdan esirgemek uğruna her şeyi yapacağını söyleyen yazar, kendisini ailesinden öylesine soyutlamıştı ki, dışarı çıkmamak için çalıştığı kulübeye bir de yatak koydurmuştu. Bu yüzden, Claire neyse ne de, çocukların günlerce babalarının yüzünü görmediği oluyordu. İnsanlar dâhil, tabiata ve tabiattaki bütün yaratıklara saygıyı öngören Budist öğretiyi Glass Ailesi üzerinden metinlerine yansıtan Salinger, eşiyle çocuklarını bu çemberin dışında tutuyordu sarsılmaz bir inatla.
Doğrusunu söylemek gerekirse, tam bir inziva da sayılmazdı bu. Zira, belirli periyotlarla kasabaya inip panayırlara katılıyor, insanlarla konuşuyor ve gülüp eğleniyordu Salinger. Kimi zaman da, savaşta karşı istihbarat biriminde birlikte görev yaptığı arkadaşları geliyordu ziyaretine. Budist rahipler ise yazıevinin en itibarlı konukları arasındaydı. Günler ve geceler boyunca rahiplerle sohbet ediyor, hemen arkasından da meditasyon krizlerine giriyordu. Kimi zaman da doğrudan gazetecileri arayıp birinci sayfada değerlendirileceğinden kuşku duymadığı gevezeliklerle oyalanıyordu. Buna benzer tesellileri bulunmayan Claire ise çocuklarıyla yapayalnızdı.[29]
1957’de Salinger “Franny”nin devamı niteliğindeki “Zooey”yi tamamlayıp the New Yorker’a göndermiş, editörler de, Budizmin temel metinlerinin tekrarı niteliğinde olan bu hikâyeyi yayımlamayı oybirliğiyle reddetmişti. Bunun üzerine, o yıllarda the New Yorker’ın hemen her şeyi hüviyetini taşıyan William Shawn devreye girmekte gecikmeyecekti. Doğrusu bu ya, Shawn, en az Salinger kadar tuhaf bir insandı. Söz gelişi, tiyatroda yangın çıkar korkusuyla ilk sıralara oturmuyor ve asansörde kalma ihtimaline karşı yanında sürekli küçük bir balta taşıyordu. Anlaşıldığı kadarıyla, bu mahcup ve içe kapanık adam, Salinger’la olmasa bile Holden Caulfield’le çoktan özdeşleştirmişti kendini...
60’ların hemen başlarında, Time, Newsweek, Life gibi Amerika’nın önemli dergileri, bu inzivada bazı tuhaflıklar bulunduğunu düşünerek en acar muhabirlerini Cornish’e gönderecekti. Amaç, Salinger’ın çevresine ördüğü zincirleri kırmak ve neler olup bittiğini kamuoyuna aktarmaktı. Öylesine sağlam bir medya kuşatmasıydı ki bu, Salinger evinin bahçesinde dolaşıp gönül rahatlığıyla bir fincan kahve içemez duruma gelmişti.[30] Üstelik, ünlü yazarın peşine düşenler arasında Elia Kazan ve Billy Wilder da vardı. Onların amacı, the Catcher in the Rye’ı sinemaya uyarlamak ve şöhretinden yararlanmaktı. Holden Caulfield’ı kendisinden başka hiç kimsenin oynamayacağı kanaatinde olan Salinger buna da karşıydı. Yazıevine gelen Elia Kazan’ın yüzüne kapıyı kapattığı gibi, Holden Caulfield rolü için düşünülen Jerry Lewis’in New York’taki ofisini basarak kendisini rahat bırakmasını söylemekten de çekinmemişti.[31]
Whit Burnett’ın umutsuzca telefon ettiği bir akşam, Claire ile Jerome David evliliğinin istikbali de belirlenecekti aslında. Salinger, öykülerinden yapacağı bir güldesteyi yayımlamadığı için yıllar önce küsmüştü hocasına ve bütün o Budist terbiyelere, meditasyonlara rağmen bir kez olsun dönüp bakmamıştı yüzüne. Oysa, Burnett onun yardımına muhtaçtı ve telefonun sebebi de buydu zaten. Salinger, yazıevine gelme cesaretini gösteren eşini önce azarlamış, arkasından da telefonda dahi Whit Burnett’la görüşmeyeceğini tekrarlamıştı. Direncini kıran, Claire’in yüzüne ayna tutan davranışıydı. Zira Claire, “Bütün o meditasyonların sana affetme gücü verdiğini sanıyorsun. Fakat birinin sana ihtiyacı varken bencilce davranmaktan asla geri durmuyorsun” diyerek en hassas noktasından yakalayıvermişti eşini. Budizmin yeryüzünü ve gökyüzünü açıklama çabalarının incelikleri peşinde koşan Salinger, bu zarif uyarı üzerine, the Catcher in the Rye’ın hikâye olarak harcanmasını engelleyip romana dönüşmesine önayak olan hocasıyla lütfedip görüşecekti.
Jerome David Salinger, 1967’de Clair’le boşanmalarının ardından, bambaşka bir yörüngede yıldız gezdiren yalnız bir yazar görüntüsünden çok çabuk sıkılacak ve çıkış yolları aramaya başlayacaktı. Münzevi hayatını sarıp sarmalayan esrar perdesini, genç kızları ayartmak için kullanan yaşlı bir yazar vardı artık karşımızda. Psikanalizin kuytularına sığınarak söylemek gerekirse eğer, Salinger’ın yüreğini bunca yıldır içten içe kanatmayı sürdüren Oona O’Neill’in açtığı yaraların tedavisine yönelik bir adımdı belki de bu. Bu şekilde ulaştığı ilk kızın Joyce Maynard ismini taşımasının hiçbir önemi yoktu. Önem kazanan nokta, Yale’de okuyan Joyce Maynard’ın 18 yaşında olmasıydı. Oona O’Neill, Charlie Chaplin’le 18 yaşında evlenmemiş miydi?
1972’nin nisan ayında the New York Times Magazine’de bir makalesi yayımlanmıştı Joyce Maynard’ın. Kapakta da, o yaşlarda nadiren görülen masumiyetin bütün detaylarını bünyesinde barındıran bir fotoğrafı yer alıyordu. Makale yayımlandıktan üç gün sonra, üç kocaman paket gelecekti Maynard’a. Pakette kitapların yanı sıra Salinger imzalı bir de mektup vardı. Salinger, erken yaşlarda ulaşılan şöhretin tehlikeleri konusunda tecrübeli olduğunu hatırlatarak genç kızı uyarıyor ve insanların ondan yararlanmak için çevresini saracağını söylüyordu bütün samimiyetiyle...
Joyce Maynard cephesinden bakıldığında, Salinger’dan mektup almak, Holden Caulfield’den mektup almaktan farksızdı. Gerçi Maynard, o güne dek Salinger’dan hiçbir şey okumadığını söyleyecekti ancak çok da önemi yoktu bunun. Zira, bu mektubu yeni mektuplar izlemeye başlamıştı bile. Maynard’ın Salinger belgeselinde apaçık söylediğine göre, ilk mektuplarda asla buluşma fikri gündeme gelmemiş, nihayet buluştuklarında ise sahteliklerden müşteki yaşlı yazarın BMW marka lüks otomobiline atlayarak Vermont ile New Hempshire arasında gezinmişlerdi. Ayrıca, neredeyse her gece saatlerce telefonda konuşmayı da ihmal etmiyorlardı. Besbelli ki, Salinger, Claire’in bıraktığı boşluğu doldurmakta hiç de çekingen davranmıyordu. İhtiyarlığın söz konusu olmadığı ütopik bir dünyayı anlatan Lost Horizon filmini 18 yaşındaki sevgilisiyle birlikte sık sık izlemeleri, gene psikanalitik açıdan bakıldığında, hem trajik hem de ironik ayrıntılardan sadece ilkiydi.[32]
Salinger, muhtemelen Joyce Maynard’ın kendisinin çoktan yitirdiği masumiyetin cisimleşmiş hâli olduğuna ikna etmişti zihnini. İlk gençliğinden itibaren insanın ve toplumun sahtekârlığına direndiğini düşünen yazar için masumiyet hâlâ önemli bir meziyetti demek ki. Belki de ruhuna ayna tutan ırmakların gölgesine uzak düştüğünün bilincindeydi artık. Tahribatın tesellisine sığınmaya kimin ihtiyacı yoktu ki? Buna rağmen, Joyce’u kapının önüne koymakta bir saniye bile tereddüt etmemesi ilginçti hakikaten de. Gerekçe son derece basitti üstelik: Time dergisi yaşadıkları evin telefonunu ele geçirmişti ve Salinger’a göre, bütün suç Maynard’ındı. Budist terbiyenin köşegenlerinde gezinen yazar, en ufak bir tereddüt göstermeden genç kızın yüzüne kapatıvermişti bütün pencereleri.
Gene de, bunun Salinger’ın mahremiyetini korumak için uyguladığı bir yöntem olduğu söylenebilirdi. Joyce, yıllar sonra New York’ta bir partide, üstelik üçüncü çocuğuna hamileyken öğrenecekti durumun pek de böyle olmadığını. Yanına yaklaşan yaşlı bir kadın, “Demek Salinger’la yaşayan kız sendin. Eminim ki, sana da mektuplar göndererek başlamıştır faaliyete” diyecek, arkasından da, “Benim çocuklarıma bakan kıza da çok sayıda mektup yazmıştı” cümlesini ekleyecekti. Joyce’un midesi bulanmıştı ama küçük bir araştırmadan sonra Salinger’ın bunu bir yöntem olarak kullandığına inanmakta hiç de zorlanmamıştı. Gözüne kestirdiği genç kızlara neredeyse aynı üslupla mektuplar yazıyordu yaşlı yazar. Joyce Maynard’ı çileden çıkartan da bu olmuştu zaten. Biraz öfke, biraz da intikam arzusuyla olsa gerek, Salinger’la yaşadığı bir yılı At Home in the World: Memoir kitabında bütün detaylarıyla anlatacak, kendisine gönderdiği mektupları da açık artırmada satmaya kadar götürecekti işi.[33]
Salinger’ın yeni sevgilisi ise o kadının sözünü ettiği çocuk bakıcısı, yani Colleen O’Neill’di. Hayır, Oona O’Neill’le hiçbir akrabalığı bulunmuyordu. İlk sevgilisi ile son sevgilisinin aynı soyadını taşıması sadece tesadüften ibaretti. Benzerlik yaşlarındaydı. Colleen O’Neill de Oona’nın Charlie Chaplin’e evlendiği yaştaydı...[34]