“Ölüm benim tercihimden ziyade coğrafyanın dayattığı bir durum, ülke ile ilgili...”

Özcan Alper: Bu kader nasıl değişecek sorgulamasını yapıyorsun. Geriye dönüp baktığımızda 1915, 1925, 1938, 1940’lı yıllar, 6-7 Eylül, Alevi kıyımları, Sivas, Gazi, Suruç, Ankara’yı görüyoruz...

14 Aralık 2015 12:00

Sonbahar ve Gelecek Uzun Sürer’in ardından Rüzgârın Hatıraları ile seyirci karşısına çıkan yönetmen Özcan Alper, bu kez Ermeni bir aydını taşıyor beyaz perdeye. İkinci Dünya Savaşı yıllarında siyasal baskılardan ve Varlık vergisinden kaçan Ermeni sosyalist Aram’ın bir sınır köyünde yaşadığı sürgünlük, 1915’in acılarına uzanan hatıraları da canlandırıyor. Başrollerinde Onur Saylak, Sofya Khandamirova, Mustafa Uğurlu, Ebru Özkan, Murat Daltaban, Menderes Samancılar’ın rol aldığı filmin künyesinde edebiyat dünyasından Ahmet Büke de var. Yönetmen Özcan Alper ile sinemasını ve edebiyat ile olan bağlarını masaya yatırdık. 

Üçüncü filmi izledikten sonra şunu söyleyebilir miyiz: Özcan Alper sineması ağırlıklı olarak hatıralar, geçmiş ve bellek meselelerine odaklanıyor. Bununla birlikte Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer ve Rüzgârın Hatıraları’nı bir üçleme olarak ele almak mümkün mü?

Ben hiçbir zaman üçleme olarak düşünmedim ama kendi içerisinde bir üçleme olduğu söylenebilir. Ortak temalar var. Özellikle bellek, geçmiş, geçmişin tahakkümü ve geçmişle hesaplaşma ve bugünü geçmişle anlamlandırma gibi önermeler de kuruyor filmler kendi içerisinde. Bellek teması bir şekilde beni bir yerinden yakalayan mesele. Merkeze oturdu denilebilir.

Üç filmde de ölüm ortak temalardan...

Belleğin yanı sıra, ölüm, doğa ve aşk da ortak temalar. Ölüm, benim bakışımdan çok ülke ile ilgili. Türkiye’de büyümüş bir yönetmen olarak, sadece şu son altı aya baktığımızda bile coğrafyanın ürettiği bir şiddet var zaten. Bununla bağlantılı olarak da toplumsal travmalar, felaketler, kıyımlar maalesef bu coğrafyanın kaderi olmuş gibi. İbn-i Haldun’un bir sözü var: “Coğrafya kaderdir” diyor. Zaman zaman bunu çok düşünüyorum. Evet, bu kader nasıl değişecek sorgulamasını yapıyorsun. Geriye dönüp baktığımızda 1915, 1925, 1938, 1940’lı yıllar, 6-7 Eylül, Alevi kıyımları, Sivas, Gazi, Suruç, Ankara’yı görüyoruz. Toplum ne zaman kendine gelmeye çalışsa, başka türlü bir şeyin olabileceği düşünülse bu tür felaketler oluyor. Bu anlamda ölüm benim tercihimden ziyade coğrafyanın dayattığı bir durum. Öte yandan İslami geleneğin bu kadar güçlü olduğu bir coğrafyada en çok gördüğümüz şey de yas tutulamaması. Bu 1915’ten en son Aziz Güler’in cenazesinin altmış gün boyunca ailesine verilmemesine kadar böyle. Bir taraftan da ölüye, ölüme saygı duyulmaması gibi bir durum var. İnsanların yas bile tutmasına imkân vermemek gibi bir zulmün sürekliliği var maalesef.

Üç filmde de ana karakterlerin, geçmişte yaşananlarla bağlantı kuruyorlar. Ama ilk iki filmde, filmin zamanında yaşayan karakterler söz konusuydu. Burada ise geçmişte yaşayan bir karakterin, daha önceki bir zamana dair hatırlayışlarını izliyoruz. Bir dönem hikâyesi anlatma tercihi neden? Bugün yaşayan bir Ermeni karakter üzerinden anlatılamaz mıydı?

Öncelikle, kendi içinde geçmişle yüzleşme ve bellek meselesinde açtığım parantezleri geriye doğru kapatmak daha doğru geldi bana. İkincisi, o dönemki entelektüel karakterlerden ve eserlerden çok beslendiğim için olabilir. Ermeni bir karakter ama Nâzım Hikmet’ten, Sabahattin Ali’den izler de taşıyor. Bir taraftan da Aram Pehlivan’dan… Burada değil de Fransa’da çekseydim Walter Benjamin hikâyesi gibi çekerdim diye düşünüyorum. Coğrafyanın ötesine de taşan bir durum söz konusu. Bu hikâyede bütün bu toplumsal travmaların ve nasıl anlatılabilirliği üzerine düşündüğüm için, böyle bir dönemde ve büyük bir felaket üzerinden anlatmak daha doğru geldi. Bir de o dönem Türkiye’nin faşizmden etkilendiği kabul ediliyor. Ama faşizmin devletin karakterinde olan bir şey olduğunu ve bununla hiçbir zaman hesaplaşılmadığını düşünüyorum. O yüzden Türkiye gibi ülkelerde geçmişin de geleceği kurmak için tartışılması gerektiğini düşünüyorum. İnsanların yasının tutulmasına izin verilmemesi; ölüye saygı gösterilmesi; öldürenin değil, ölenin suçlanması.. bütün bunların bu topraklarda nasıl içselleştirildiğini gördüğüm için böyle anlatmak daha doğru geldi açıkçası. Bu yönüyle de filmi çok klasik anlamda bir dönem filmi gibi de çekmek istemedim. Neredeyse bugün geçen bir film gibiydi benim için.

 

Türkiye’de bir kurmaca filmde Ermeni bir karakterin başrolünde yer aldığı bir film ilk kez çekildi. Daha önce ağırlıklı olarak belgesellerde bu soruna dair öyküler görüyorduk. Lusin Dink’in kurmaca/belgeseli Saroyan Ülkesi var. Bir de Atom Egoyan, Fatih Akın ve Taviani kardeşlerin filmleri vardı. Yani dünyada da örnek az. Sence bugüne kadar neden sinema bununla ilgilenmedi? İlgilenen filmleri nasıl değerlendirirsin?
 

Saroyan Ülkesi'ni saymazsak, baştan sona bir Ermeni karakterin başrol olduğu ilk film Rüzgârın Hatıraları. Yalnızca Ermeni değil, aynı zamanda da politik bir karakter Aram. Zaten bir taraftan da bu sürgünlük halini, karakterin içsel sürgünlüğüyle birlikte anlatmak istedim. O sınırda olma hali. Bu yüzden de Ermeni bir sosyalist seçtim. Türk sosyalisti olmak başka, Ermeni sosyalisti olmak başka. Çift katmanlı bir yük söz konusu. Karakteri yazmaya başlayınca, yaş olarak 1915’i yaşamış olması gerektiğini fark ettim. O zaman bu tarz gerçek hikâyelerin peşine düştüm. Film, doğrudan 1915’i anlatan bir film değil. Bugüne kadar süren bir ruh halini yansıtan film. Fatih Akın’ın Cut’ındaki gibi doğrudan 1915 ile ilgili bir film değil. Bir de metot olarak, bu tarz büyük felaketlerin doğrudan canlandırılarak anlatılmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Böyle anlatmaktansa toplumsal olanı, kişisel alana yansıtarak anlatmanın daha kolay ve doğru olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden sinemada çok denenmeyen ama edebiyatta var olan bilinç akışı metodunu kullanmaya çalıştık. Diğer filmlere gelince Tavianilerinki olmamış bir filmdi. Egoyan’ın Ararat'ı burada aşırı bir tepki gördü ama bazı sahneler dışında filmin bütününü beğendim. Fatih Akın’ın filmi ise çok önemli bir filmdi bence. Ama onu izlediğimde ben çekimleri bitirmiştim ve daha önce çekilmiş bir film olarak ondan yararlanamadım.

Türkiye’de son yıllarda siyasal alan çok yoğun yaşanırken, sinemada etkili bir karşılık bulduğunu düşünmüyorum. Kendini politik bir sinema yapan yönetmen olarak görüyor musun? Bir de politik sinema geleneğinin zayıf olduğu görüşüne katılır mısın?

Bunun birkaç yönü var. Birincisi filmlerime bakılınca ben politik sinema yaptığımı söyleyebilirim. Ama konusu politik film deyince, Türkiye’de çekilen işkence, 12 Eylül temalı ya da Kürt sorununa dair bazı filmlerin estetik olarak sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda kendimi dil meselesi üzerine kafa yorarak ayırmaya çalıştım. Tabii ki kendi kuşağımdan birkaç yönetmen arkadaşım da var kendi dillerini yaratmaya çalışan. Yok demek haksızlık olur bu kuşağa. Özellikle de 2000’lerin ortasından sonra sinema yapmaya başlayanları kastediyorum. Ama Türkiye’deki politik gündemi siyasetin kendisi yakalamakta zorlanırken, sanatta, sinemada gündemi yakalamaya çalışmak; bu gündemi sanatsal soyutlamayla anlatmak çok zor. Ben de senin eleştirmen kuşağına bir eleştiri yönelteyim. Türkiye’de gazetelerde sinema eleştirisi yer darlığı, okur profili nedeniyle analitik yapılamıyor. Ama buradan çıkıp, kitaplar yazmak, araştırmalar yapmak gerekiyor. Sadece sinemacıların değil, akademisyen ve eleştirmenlerin, diğer disiplinlerin de içinde olduğu böyle bir tartışma zemini gerekiyor. İkincisi de bir taraftan ana akım sinema var, diğer taraftan da festivallere sırtını dayayan bir sinema oluştu. Bu algı seyircide de oluştu. Seyirciyi yakalamak istemeyen filmler ortaya çıktı. Ben bile bazı örneklerden sıkılıyorum. Bu anlamda bir sinemanın olması için bağımsız bir ekonomi olması lazım. Bunun üç ayağı var. Kültür Bakanlığı, festivaller ve televizyon. Bakanlığın ve festivallerin hali ortada. Televizyonları biliyoruz, tamamen iktidara teslim olmuş durumda ve bu tarz filmleri gösteremiyorlar. Tek bir seçenek kalıyor, seyirci. Türkiye solunun –sadece sosyalist solun değil, sosyal demokratların da- sanatla ilgili ciddi kültür politikaları yok. Hep örnek veriyorum Avrupa’da kamu alanına dönük sinema salonları var. Türkiye’de Kadıköy’de bile böyle bir salon yok. Bu film 150 kopya girebilse 300 bin seyirciye ulaşabileceğini düşünüyordum ama maalesef 32 salonda girebiliyoruz. Seyirciye ulaşamayınca da bağımsız bir ekonomi ortaya çıkmıyor. Ben kişisel olarak filmimi seyirciyle buluşturmaya çalışıyorum. Örneğin Artvin’de iki gala yapıldı. Böyle az insanın yaşadığı bir yerde bile 5-10 bin seyirci yapabileceğimizi görüyoruz. Biz 4-5 yılda bir film yapabiliyoruz. Bunun aşılması için seyirciye dayanan filmler yapmak zorundayız.

Onur Saylak

Son olarak üç filmde hem metin düzeyinde, hem görsel olarak hem de karakterlerin vazgeçilmezi olarak edebiyat kendisini hissettiriyor. Edebiyat ile sinema ilişkisini nasıl kuruyorsun?

Edebiyat ile başka bir ilişkim oldu hep. Estetik dilini kurarken de edebiyattan çok besleniyorum. Türkiye’de politik bir sinema geleneği yok diyoruz ya, böyle bir durumda politik edebiyata bakma ihtiyacı hissediyorum. Bunun dışında da bugün de insanlık adına edebiyatla bağın güçlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben bu kadar edebiyatla haşır neşir olunca, yarattığımız karakterler de kaçınılmaz olarak bu izleri taşıyorlar. Doğal olarak sinemada yarattığım karakterler edebiyatla, şiirle ilişkili karakterler oluyor. Buradaki karakter de ressam ve edebiyatçı aynı zamanda. Bir de son dönem Türkiye sineması teknik, oyunculuklar vb. açısından oldukça iyi bir yerde. Ama işin dil kısmı çok zor. Bu anlamda sinemanın edebiyatla dirsek teması olması lazım. “Ben artık oldum” diye düşünmek yerine, ortak aklın mümkün olduğunu düşünüyorum. Ben de bu filmde edebiyatçı ile çalışmayı önemsedim. Genç kuşak edebiyatçılar arasında çok sevdiklerim var. Dil olarak Ahmet Büke’yi kendime yakın buldum onunla çalıştık. Burhan Sönmez ve Petros Markaris’in katkıları önemliydi. İşin zor kısımlarından biri olan iç sesleri de Bülent Usta ile birlikte çalıştık.

Bir de şunu sorayım. Olanaklar, zaman, para olsa Türkiye edebiyatından hangi kitapları çekmek istersin?

Politik olarak düşününce Vedat Türkali’nin Güven romanı derim. Ama içsel olarak beni en çok etkileyen Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk'udur. Edebiyatta birebir uyarlamaları doğru bulmuyorum. Daha çok tema üzerinden yürüyüşün doğru sonuca ulaştırdığını düşünüyorum.  

Ana görsel fotoğrafı: Muhsin Akgün