“77 Yıl Öncesinden Bir Genç Öykücüler Antolojisi”ne Zeyl

Yaşar Nabi’nin Genç Neslin En Güzel Hikâyeleri adlı derlemesi yayımlandığı zaman kimler, nasıl eleştiriler yazdı? Tuncay Birkan’ın arşivinden, Behçet Çelik’in katkılarıyla K24’ün Evvel Zaman sayfalarında...

17 Aralık 2015 13:20

K24’te geçtiğimiz günlerde yayınlanan “77 Yıl Öncesinden Bir Genç Öykücüler Antolojisi” başlıklı yazımla ilgili olarak sevgili arkadaşım Tuncay Birkan, sağ olsun, bir e-posta göndererek arşivinde bulunan ve yazıda bahsi geçen antoloji hakkında o yıl yayınlanmış üç eleştiri yazısını ulaştırdı. Antolojilerin yayınlanmasının ardından kopan fırtınaların içerik ve üslubunun yıllar içerisinde pek değişmediğini, antoloji hazırlayanların hayli sert eleştirilere uğramasının âdetten olduğunu hatırlatan bu üç yazının günümüz okurlarının ilgisini çekeceğini umuyorum. Bu eleştirilerle ilgili yorum yapmak yerine, Peyami Safa, Nizamettin Nazif ve Nusret Safa Coşkunun yazılarının olduğu gibi yayınlanması bana daha anlamlı göründü. Bu vesileyle Tuncay Birkan’a bir kez daha teşekkür ediyorum.

Behçet Çelik

 

 “Genc Neslin En Güzel Hikâyeleri”

Peyami Safa

 

Yaşar Nabi ilk eserlerini Cumhuriyetin ilânından sonra vermiş muharrirlerin yazılarını “Genc neslin en güzel hikâyeleri” adlı bir antolojide topladı. Kanaat kütübhanesinin çıkardığı bu kitabda, “genc nesil” tabirinin geniş olduğu kadar dağınık çerçevesine sığdırılmış muharrirler, büyük ve küçük kardeş değil, hatta baba-evlâd arasındaki yaş farklarile bir araya gelmişler. Eğer “genc” ve “nesil” kelimelerinin manalarını, çocuklukla ihtiyarlık arasında içine her yaşı ve her çağı alan cömerd bir genişliğe izafe edersek, bu eserde, Sadri Ertem gibi kırk yıllık bir kâhille, Peride Celâl gibi, onun kızı yerinde bir nevcivanın isimlerini yanyana görmekten gelen hayreti biraz tadil ederiz ve anlarız ki Yaşar Nabi, seçtiği muharrirlerin değil, eserlerinin yaşına göre bir tasnif yaparak Cumhuriyetten sonra doğan yazılan bir tek neslin mahsulleri farzetmiştir. Kitabdaki bütün hikâyeler arasında ona hak verdiren öyle bir hassasiyet ve ifade benzerliği göze çarpıyor ki bu yazıları bir tek neslin değil, hatta bir tek muharririn mahsulleri farzedeceğimiz geliyor: Hemen hepsinde günlük gazete veya popüler mecmua kalıplarına göre kısa yazmak zaruretinden doğmuşa benziyen ve bazan derinliği nisbetinde güzel bir sadeliğe gittiği halde bazan da tamtakır bir kuru boşluğa dönen ayni muhteva darlığını görüyoruz; hemen hepsinde kelime ve siga tekrarlarile ayni üslûb kekelemesi ve ayni ibare derbederliği var; hemen hepsinde bir tek tahlilden bile mahrum kalış ve onun yerini ekseriya sembolik ihsaslarla doldurmak istiyen şairane vizyonlar arama gayreti belli oluyor. Bir iki istisnasile hepsinde realist görünen teferruatın birdenbire fanteziye ve romantik bir sona düşüşü göze çarpıyor. Gene bir iki istisnasile hepsinde kahraman, bir tipi ötekinden ayıran hususî farklarile kendi kendine değil, müşterek sınıf ve zümre karakterlerile herhangi bir insana benzi yor. Bu yazılarda hiçbir tip ve çehre olgun ve sarih değil: Ya loş bir muhayyilenin duvarına vurmuş romantik bir karaltı, yahud umumî karakterlerin mubalâğasile ortaya çıkarılmış birer vodvil kahraman.

Bu hikâyelerin pek çoğuna bakılınca, Yaşar Nabinin önsözde yazdığı gibi “Bugünkü hikâye san’atımıza realizmin” değil, bilâkis çok açık bir fantezi ve romantizm temayülünün hâkim olduğunu söylemeliyiz: Said Faik, Fikret Adil, Bedri Rahmi, Necib Fazıl ve Yaşar Nabi, bu kitabdaki hikâyelerile, yaşanmış, müşahede ve tahlil edilmiş olmaktan ziyade, sadece hulyası kurulmuş vak’aların fantezist birer hikâyecisidirler. Bugüne kadar okuduğum yazılarında her köylüyü mazlum ve hükûmetle beraber her jandarmaya zalim göstererek, iki nevi karakter içinde birbirinin aynı tiplerden mürekkeb iki insan serisi çizen Sabahaddin Ali, bu kitabdaki iki hikâyesini dolduran kan davalarile, mezarı deşilen ölülerile ve hep kendi ideolojisine göre muttasıl burjuva kini aşılıyan keskin mubalâğalarile halis bir ihtilâlci romantizmin müjdecisi olmağa çalışıyor. Bu yüzden, vak’aları ve insanları da, telkinine uğraştığı dava kadar yeknesaktır. Buna benzer bir romantizm de, Peride Celâlin bir palto için adam öldürülmesini anlatan hikâyesinde karşımıza çıkıyor. Necib Fazılın ayni neviden hemen her yazısını dolduran cin, peri, hortlak, ölü, cinnet, intihar gibi kaba fantastik unsurlar, bu kitabda, karşısına bir hayalet çıkınca kedi gibi dolabın tepesine zıplıyan, sonra “bu dolabın keskin ucu göğsüne saplanmış” olarak yerde bulunan kızın hikâyesinde de, teşrih masasından fırlayıp canlanan ölünün hikâyesinde de var. Şimdiye kadar saydığım muharrirlerin yazılarında insanlar pek çabuk seviyor, soğuyor, kızıyor, deliriyor, vuruyor, öldürüyor ve gene diriliyorlar. Artık bu kadarına “realizm” diyemeyiz; fakat mutlaka bir isim takmağa mecbur olmadığımızı Yaşar Nabi de mukâddemesinde söylüyor. Eğer tam manasile bir realite aramak lâzımsa bunu daha ziyade Cahid Sıtkının “Bir kış gecesi” ve İhsan Devrimin “Evimiz” hikâyelerinde buluyoruz. Hatta bu yazılarda dümdüz ve dımdızlak realiteden başka birşey yoktur. Fakat kendi kendine bol bol yeten ve insan hayalini kat kat geçen derin, yaygarasız, ebedî realite. İhsan Devrimin hikâyesinde Cahit Sıtkının muhkem, mazbut ve kitabın içindeki yazılarda benzerine kolay tesadüf edilmiyen sıhhatli üslûbu yoksa da hiç aldatmıyan sade ve samimî bir hakikat şivesi var. Bunu Samed Ağaoğlunun, Sadri Ertemin, Kenan Hulûsinin, Nahid Sırrının ve Umran Nazifin hikâyelerinde, hatta daha güzelleşmiş olarak, fakat parça parça bulmak mümkün. Umumiyetle hikâye san’atının daima yadırgadığı bir fevkalâdelik hasreti, bu yazıcılarımızı ya fanteziye, yahud da mevzularına aykırı, komik ve romantik mubalâğalara götürüyor. Bu hal, komik tarafile, Bekir Sıtkının halâya atılan tesbih hikâyesinin sonunda bazı ulvî hislerimizi incitecek dereceye varıyor; romantik tarafile, Reşad Enisin Talkın adlı hikâyesinde, imamın başında uçan yarasalarla pek basmakalıp bir santimantal sahneye çevriliyor. Genc neslin en güzel hikâyeleri bunlarsa, Türk hikâyesinin, doğduğu tarihten beri, benimsemeğe çalıştığı garb kalıbı içinde şark an’anesine sadık kalmağa devam ettiği görülür: Tam bir kompozisyon beceriksizliği içinde, hayata ve tabiate karşı kayıdsız, müşahedesiz ve tahlilsiz, gözleri dışarıya baktığı zaman bile nefsindeki hâdise âlemine dönük ve çoğu nesre çevrilmiş birer şiir gibi şahsî hassasiyet ifadelerinden ibaret, hatıra, intıba ve illüzyon hulâsasları...

Genc neslin hikâyeleri bu halile kabul edilince, Yaşar Nabinin seçtiği yazılar arasında, hiç değilse birer parçasile beşerî duygularımızdan bir veya bir kaçını harekete getirmekten âciz bir tanesi bile yoktur. Onları, bir defacık için bile olsa, içimizden geçirdikleri kısa ve sıcak bir heyecan çizgisinin delâletile seviyoruz. Bu kitabda okuduğum yirmi kadar hikâyenin hepsinden bende güzel birer intıba parçası kaldı. Nekadar yaşıyacağını tahmin etmiyorum, fakat şimdilik onları olanca vuzuhile hatırlıyorum: Said Faikin, adını unuttuğum Balıkçı hikâyesinde canavar görüp görmediğini kendi kendine soran adamın cevabı; Fikret Adilin Muallime hikâyesinde bir çocuğun kendinden pek büyük bir kadına karşı duyduğu merhamet ve geçirdiği buhran; Samed Ağaoğlunun hikâyesinde Çinlilerin portreleri ve mektubdan alınan satırların çizdiği dehşet; Sabahaddin Alinin Kanal hikâyesin de iki Mehmedin yüz elli metre mesafe den birbirine bakışları; Peride Celâlin hikâyesindeki aç adamın paltolu adamla ilk temasları; İhsan Devrimin hikâyesinde çocuğun ev sahibine kini ve pembe kapının görünmez oluşu; Reşad Enisin hikâyesinde Ömerin İstanbulda karşısına çıkan ilk çocuğa söylediği meşru yalan sahnesi; Sadri Ertemin hikâyesinde Hacıbaba portresinden bazı çizgiler; Bedri Rahminin hikâyesinde bir kokunun bir insan gibi vazife alışı; Kenan Hulûsinin hikâyesinde kulaksızın bir çok hususiyetleri; Necib Fazılın gece bekçisi hikâyesinde sağ taraftaki üçüncü ölünün üç ay evvelki hayatından bir safha; Bekir Sıtkının hikâyesinde bir hediye beklemenin heyecanı; Yaşar Nabinin Portre hikâyesinde kahramanın portre sahibine tesadüfü; Nahid Sırrının hikâyesinde Mihrimahın Hayreddini mahremiyetine kabul etmesi; Cevdet Kudretin hikâyesinde yalnızlık atmosferi; Cahid Sıtkının Bir kış gecesi hikâyesinde kapı çalınıncıya kadar geçen anlar; Umran Nazifin hikâyesinde mezarcının yüzüne aid tasvir parçası.

Bütün bu saydığım hatıra, intıba, buhran, şok anları ve tasvirler, edebiyatımızın oryantal ve santimantal an’anesini devam ettiren tarihî istidadlarıdır. Hikâyecilerimizden ve romancılarımızdan beklenen şey, bu kalitelere, insan ruhunun karanlık taraflarına dalabilecek birer tahlil huzmesi katabilmeleridir. Bu antoloji bize henüz garb hikâyesinin en büyük vasfını teşkil eden bir tahlil istidadı müjdelemiyor. Acaba hikâyelerin seçilişinde bazı isabetsizlikler mi var? Nitekim bize Anadolu hikâyelerinin en halis birer örneğini veren Feridun Osman unutulmuştur. Fakat o da ilâve edilseydi ve daha dikkatli bir intihab mümkün olsaydı, bitaraf bir müşahidin gözünde, bütün Türk hikâyeciliğinin umumî kıymeti, istikameti ve nasini değişebilir miydi? Zannetmiyorum.

Cumhuriyet, 24 Haziran 1938

 

 “Genç Neslin En Güzel Hikâyeleri” dolayısiyle

Unutulmuş Birkaç İsim

Nizamettin Nazif

 

İşte size, çok düşünmeğe lüzum hissettirmeden kendilerini hatırlatan bir kaç taze imza!

Kemal Tahir, Cahit Uçuk, Mehmet Selim, Hikmet Ziya..

Lâalettayin bir yazı yazmak için kaleme sarılan bir el, ilk hikâyelerini cumhuriyetten sonra neşretmiş olanları sıralarken bu adları katıştırmayı unutmuş olabilir. Fakat “genç neslin en güzel hikâyeleri”ni sunmak gibi büyük iddialı bir kapağı açınca bunları bulamamağa gönül razı olamaz. Yaşar Nabi, hikâyelerinden birçoğunu Yedi Günde gördüğümüz Kemal Tahirin elit zümreye (!?) meçhul kalabileceğini ve eserlerinde “edebi mahiyet” bulunmadığını söyleyemez sanırım. Ve söylerse inanmayız tabîî. Tıpkı onun gibi Cahit Uçukun da unutulmasına hayret ettiğimizi söyleyebiliriz. Yine böylece Mehmet Selimden bahsedilmemiş olmasını da mazur addedemeyiz. Değil bir müdekkik sıfatile lâalettayin edebi merak ve tecessüsü yerinde bir kari veya sadece bir meslektaş sıfatile bu üç imzayı Yaşar Nabinin bilmemesine veya unutabilmesine imkân ve “mesag” yoktur. Anlaşılıyor ki genç vatandaş, bu üç kıymetten bizi mahrum etmek kastindedir. Bu cihet böylece malûm olduktan ve tarafımızdan üzerine balmumu yapıştırıldıktan kelli geçelim ve gelelim Hikmet Ziyaya..

Bu çok iyi ruhlu, ince görüşlü, güzel kalemli Türk hikâyecisini nasıl unutabiliriz? Filvaki onun yazılarının mühim bir kısmı İzmirde çıktı ve Nabinin yetiştiği günlerde, sahadan ayrıldı, hemen hemen itikâfa çekilmişti gibi bir şey.. Evlendi, hâkim oldu, ve galiba birkaç çocuğun babası oldu. Yani en güzel masaldan çok daha yüksek ve edebî bir sefer yolunda kalemi elinden bıraktı. Temenni edelim ki bu bırakış muvakkat olsun.

Nabi bu geni tanımayabilirdi, eğer sadece muharrir Yaşar Nabi hüviyeti ile karşımızda bulunsaydı. Fakat yeni neslin bütün edebî faaliyetini dikkatle takip etmiş bir müdekkik hüviyeti ile karşımıza dikilince işin şekli değişir, o zaman şu mukadder suale cevap vermek mevkiine düşer:

-Nerede Hikmet Ziya?

Ve nerede M. Şevki? Cumhuriyetin ilânından sonra kaleme sarılanların belki en orijinali olan M. Şevki? O da mı hikâyeci değil yoksa? Yoksa onun hikâyelerinde de mi edebî “?!!” çeşni yok?

Bununla beraber antolojinin tam isabetli iki teşhisine; aynen iştirak etmekten hususî bir zevk aldığımı da inkâr edebilir miyim? Edemem şüphesiz. Hatta bu iki güzel isabet, Nabinin karşısına sıraladığım bütün iddiaları bile bana unutturabilir. Antolojide;

  1. “Said Faik Abasıyanıkın satırları arasında hassas ve seven bir kalbin çarptığını hissetmemek mümkün değildir.” deniliyor.
  2. “Hikâyelerinde insanı derhal içinden kavrayan bir samimiyet ve gizli bir heyecan vardır.” deniliyor.
  3. “Muharrir henüz roman vadinde kalemini denememiş olmakla beraber ileride bize kuvvetli romanlar vermesini bekleyebiliriz.” deniliyor.

Said Faik hakkında ben de böyle düşünüyorum. Yalnız “ihtiyar talebe” adlı uzun nuvelini okumadığım halde bu kanaate ulaştığımı söylemeliyim. Said Faiğin Semaver adlı yazısı, bu arkadaşı bize, muvaffak bir küçük hikâyeciden ziyade tekemmüle namzet bir romancı havsalası halinde takdim etmektedir. Fakat eğer Yaşar Nabi onu yakından tanınmış bulunuyorsa ve;

“Mevzularının çoğunu kendi hayatından almakta ve hep yakından tanıdığı kimseleri tasvir etmekte” olduğu iddiası doğru ise, ilk ağızda beni sevindirmiş olan muhayyile kudretini bilânçosundan tayyetmek gibi bir azaba uğrarım.

Yeni nesil diye zümrelendirilen sanat tayfasının en eksik tarafı muhayyile değil midir?

Evet, azaba uğrarım. Zira Said Faik de olsun bir muhayyile ihtişamı vehmetmek istiyordum.

Yaşar Nabinin eserinde iştirak ettiğim ikinci teşhis Kenan Hulûsiye ait olanıdır. Antolojiden şu satırları alalım:

“Pek büyük bir kolaylık ?! ve kayıtsızlıkla yazan birçok arkadaşlarının hilâfına, yazılarında son derece müşkülpesentti. Pek çok eserlerini bu yüzden yarıda bırakmış veya bittikten sonra yırtıp atmıştır.”

Yırtıp attığını bilmiyorum ama.. Bu genç bir eseri her şeyden evvel kendi edebî zevkini tatmin etmek için yazıyor. Osmanofları yazdığı günlerdeki heyecanlı halini hatırlıyorum. Yazdığını beğenmezse yırtar mı? Yırtar..

Yaşar onun mantık ve gramer hatalarına sık sık tutulduğunu söyleyebiliyor. Kenanın yazılarında mantık hatası var mı? Osmanofların takip ettiğim kısımlarında görmedim. Faraza bu “Dörthanların Kulaksızı” hikâyesinde de, sanıyorum, bulmak imkânsız. Acaba bu iddiayı Nabi gramer ve mantık hatalarına hasredeceği yeni ve daha “üstadane” bir eserile mi isbata kalkışacak? Bekliyelim.

Kenan Hulûsinin ikinci bariz hususiyetini, arkadaşı, muhayyilesinde buluyor. Fakat son zamanlarda realite vadisine gelişine şahit olduğunu da söylemekten kendini alamıyor. Eğer antoloji “Dörthanların Kulaksızı”nı realite vadisine gelişin bir vesikası olarak göstermek taraftarı ise buna inanamayız. Bu hikâye, müşahedeyi ve hakikî hayat sahnelerini kalemine papuç gibi geçirip yola çıkmış bir muharrirden ziyade, cemiyetten muhayyilesinin güzel âlemine intibak edecek hadiseler istiyen bir sanatkârı göze vuruyor.

Ona böyle kalmasını tavsiye ederim. Muhayyilesinin sanatkârı kaldıkça ondan çok şeyler bekleyebiliriz. Şu realite vadisinin istismar imtiyazını sosyal ediplere bıraksın.

Cevheri bol bir hazine yoktur o vadide.

NETİCE:

Genç muharrir Yaşar Nabi, genç neslin en güzel hikâyelerini verdiğini söylemekle genç nesle eziyet ettiğini kabul etmelidir.

Haber, 15 Haziran 1938

 

Garip Bir Antoloji

Nusret Safa Coşkun

 

Fıkra bir haylice meşhurdur. Buna rağmen anlatmak için müsaadenizi istiyeceğim. Adamcığın biri hem kör, hem sağır hem de topalmış.

-Yarabbi, demiş. Ne olur, benim de gözüm görsün, benim de kulağım işitsin, benim de ayağım tutsun. Bunları işiten bir Bektaşi dönüp müstehzi müstehzi gülümsemiş:

-Bana bak hazret… Cenabıhak senin eksiklerini tamamlıyacağına dünyaya yeni baştan bir insan yaratır.

Yaşar Nabinin “genç neslin en güzel hikâyeleri” isimli “Antoloji”sini okuduktan sonra, ben de Bektaşi dedesini taklid ettim. Yani, müstehzi müstehzi gülümsedim ve kendi kendime dedim ki:

Bu kitabın neresini tenkid etmeli, neresini düzeltmeli yarabbi.. Bunun eksikliklerini tamamlıyacağına insanın oturup yeni baştan bir Antoloji yazacağı geliyor.

 

*

Hulâsa etmek lâzım gelirse, kitabın ön sözünde, edebiyat hayatımızda diyor; Yaşar Nabi, uzun senelerden beri yeni kabiliyet ve şöhretlere rastlanmadığı iddiasının sık sık ortaya atıldığını görüyoruz.

Halbuki, bugün dünkünden daha zayıf bir edebî faaliyet karşısında bulunduğumuzu isbat etmek mümkün değildir, genç nesil edebiyatımıza yalnız yeni kabiliyetler değil, fakat ayni zamanda yeni san’at telâkkileri, üslûb ve ifadede zamanımıza kadar erişilmemiş yeni merhaleler, şiirimize yeni hava ve eda getirmiştir.

Yaşar Nabi, bunları söyledikten sonra yeni neslin asıl zaferi şiir vadisinde kazandığını ilâve ediyor. Birkaç isim sayıyor ki, bunlardan ancak ikisini kabul ediyorum. Antolojiyi yazmağa kendisini sevkeden âmili şöyle anlatıyor:

“Nesir sahasında varılan merhale şiire nazaran daha geride olsa da, konusile küçük hikâyecilik san’atında düne aid gösterebileceğimiz birkaç şöhrete mukabil, bugün on beş yirmi kıymetli genç imza sayabiliriz.”

Burada bir parantez açarak ilk itirazımızı yapalım:

Eğer düne mukabil sayacağımız yirmi genç imza kitabda hikâyeleri bulunanlar ise, bende karınca kararınca genç neslin bir yazıcısı olarak haysiyetile parmağımı kaldırıyor, söz istiyorum. İtiraz etmek için. İtiraz etmek için, çünkü genç nesil diye öne bu adları sürersek, dünkü nesil ağzının ortasında pelteleştirdiği balgamı alnımızın ortasına şappadak yapıştırır: Ya Hamletteki şu sözü cemileştirerek suratımıza çarpar:

-Biz sizi sizden büyük biri zannediyorduk!

Eğer dünkülerle bir meydan muharebesini kabul etti isek, seferberlik ilânından silâh altına alacağımız bu şahsiyetler ise, şimdiden tazminat verip sulh olalım. Çünkü kitabda isimleri sayılanlar genç neslin ihtiyat kuvvetidir. Maça çıkarılan genç takım içinde birkaç da birinci takımdan alınmış oyuncu olmasına rağmen maalesef sıfıra karşı beşyüzle mağlûb olmağa mahkûmdur.

Binaenaleyh Bay Yaşar Nabi, genç olmak sıfatile kendisinin de içinde dahil bulunduğu bir akipi bizi temsil etmek için meydanın ortasına çıkaramaz. Bana belki, bizim böyle bir iddiamız yok, diyecekler.

Yaşar Nabi kitabın ön sözünün son sahifesindeki gayet ustaca yaptığı bir tevili ileri sürmeğe kalkacak:

“Esasen bu eser ilmî manda bir antoloji olmaktan ziyade vücudü çok defa inkâr edilmek istenen yeni bir hikâyeci neslini toplu bir halde okuyuculara tanıtmak unların hikâyeleri ve umumiyetle edebî eserleri üzerinde dikkati çekmek gayesini gütmektedir. Bu itibarla, unutulmuşlar varsa eserin mahiyet ve maksadını gözönünde tutarak beni mazur görmelidirler.”

Diyecek.. Hayır hiç de mazur göremeyiz. Antoloji damgalı bir kitabda en ufak bir hata caiz değildir. Hatır için birkaç isim toplayıp bir kitab neşretmek başkadır. Bir de işbu kitab Vallahilâzim bir antolojidir, dedikten sonra, tövbe estağfurullah antoloji dedik amma, bir umumî fikir vermek için yazılmıştır demek daha çok başkadır. Bu takdirde özür kabahatten büyük olur ki bu özürün kabahatten büyük olması keyfiyeti Haşmetin devrin padişahına gösterdiği misalden daha kocaman bir pot addedilir.

*

Kitabda hikâyeleri toplanan genç (!) hikâyecilerimiz şunlar:

Said Faik, Fikret Adil, Ağaoğlu Samed, Sabahaddin Ali, Peride Celâl, İhsan Devrim, Reşad Enis, Sadri Ertem, Bedri Rahmi, Kenan Hulûsi, Necib Fazıl, Bekir Sıdkı, Yaşar Nabi, Nahid Sırrı, Cevdet Kudret, Cahid Sıdkı, Umran Nazif.

Müsaadenizle, ben Sadri Ertemi genç nesle saymadığım için, ve fakat bütün kuvvetini tasdik ederek çıkarıyorum. Sabahaddin Ali, Bekir Sıdkı, Kenan Hulûsi ve Reşad Enisi de sonra mütalea etmek şartile bir tarafa bıraktıktan sonra geri kalanların topuna birden battal damgasını vuruyorum.

Çünkü, hikâyeci, dur bakalım, bir de hikâye yazmasını deneyeyim, diyerek tecrübe kabliinden birkaç hikâyecik meydana getirmiş olanlara değil, hikâyeciliği meslek edinmiş olanlara verilmiş olan sıfattır. Hikâyelerini, yevmî gazete okuyucularının bile –ki yevmî gazete hikâyeleri edebî iddialar taşımazlar, bir günlük ömürleri vardır– okumağa tahammül edemedikleri birçok imzaları ve kazara nasılsa bir hikâye yazıp “Varlık” mecmuasında neşretmiş bulunanları bu kitabın içine sokmanın manasını itiraf ederim, anlayamadım gitti.

Galiba “Varlık”da bir hikâyesi çıkmış olmak Yaşar Nabinin dostu bulunmak biraz da “realist”liğe özenmek bu antolojide yer almak için kâfi.

O halde yaşasın antoloji, yaşasın genç hikâyecilerimiz.

Ve zavallı, her zaman bedbaht edebiyatımız.

Bu kitabı “antoloji” iddiası taşıdığı için sakat buluyor. Genç nesli temsil edecek mahiyette addetmiyorum. Hangi genç nesil ki içinde yedisinden yetmişine kadar bütün muharrirler var. Sadri Etemle Umran Nazifin yanyana geldiği genç nesil ile bir antolojiye karşı ne yapılırsa ben de onu yapıyorum.

Acaba yirmi beş yaşına kadar olan gençler, emekleyen nesil diye mi vaftiz edilecekler?

Antoloji, kitab çıkarmak için yazılan bir kalem muhassalası değildir.

Bu bahse müsaid fırsatta bir kere daha dönmek istiyorum.

Son Telgraf, 31 Mayıs 1938

 

Tuncay Birkan ve Behçet Çelik'e teşekkürlerimizle...