“Gençler edebiyata ilgi gösteriyor mu” ya da “Usta yazarlarla boy ölçüşecek yeni yazarlar var mı” gibi sorular neredeyse aynı biçimde 77 yıl önce de tartışılıyordu...
03 Aralık 2015 15:01
Yıl 1938. Sait Faik 32 yaşında, ilk kitabı Semaver’i 2 yıl önce yayınlamış. Sabahattin Ali, ondan bir yaş genç, 31 yaşında, ama ilk üç öykü kitabı Değirmen, Kağnı ve Ses yayınlanmış o yıla kadar. Fikret Adil 37 yaşında, Asmalımescit 74’ü beş yıl önce yayınlamış ve ara sıra gazetelerde öyküleri çıkmaktadır. Samed Ağaoğlu biraz daha genç bu öykücülerden, 29 yaşında, henüz yayınlanmış kitabı yok. Peride Celal ise 22 yaşında, ilk romanı Sönen Alev o yıl Son Posta’da tefrika edilmiş, öncesinde gazete ve dergilerde öyküler yayınlamış. Bugünün kuşaklarının sinema ve televizyon oyuncusu olarak tanıyıp bildiği İhsan Devrim, ilk öykü kitabı Evimiz’i iki yıl önce, henüz 22 yaşındayken yayınlamış, 1938’te 24 yaşında. Reşat Enis 29 yaşında olmasına rağmen iki öykü kitabı ve iki roman yayınlamış o yıla dek. Sadri Ertem öbürlerinden biraz büyük, 40 yaşında, 6 öykü kitabı ve bir roman yayınlamış. Daha sonra ressam ve şair olarak ünlenecek olan Bedri Rahmi 27 yaşında, henüz yayınlanmış kitabı yok. Kenan Hulusi dokuz yıl önce ilk öykü kitabı Bir Yudum Su’yu yayınlamış, o sıralarda Osmanoflar isimli romanı Kurun gazetesinde tefrika ediliyor. Necip Fazıl 34 yaşında, üç şiir kitabının yanı sıra Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil’i beş yıl önce yayınlamış. Bekir Sıtkı 33 yaşında, beş yıl önce Memleket Hikâyeleri’ni, bir yıl önce de Talkınla Salkım’ı yayımlamış. Yaşar Nabi 30 yaşında, o yaşına kadar pek çok türde eserler yayınlamış, şiir, öykü, piyes, inceleme. Nahid Sırrı 23 yaşında olmasına rağmen o da öykü ve roman ağırlıklı olmak üzere pek çok eser yayınlamış. Cevdet Kudret, 31 yaşında, 22 yaşındayken ilk şiir kitabı Birinci Perde’yi yayınlamış, yazdığı piyesler sahnelenmiş. Cahit Sıtkı, 28 yaşında, şair olarak tanınıyor, ilk şiir kitabı Ömrümde Sükût’u altı yıl önce yayınlamış. Umran Nazif, 23 yaşında dergilerde öykü yayınlamış, ilk öykü kitabı üzerinde çalışıyor.
Edebi hayatımızda uzun senelerden beri yeni kabiliyet ve şöhretlere raslanmadığı iddiasının gazete sütunlarında sık sık ortaya atıldığını görüyoruz. Gençlerin edebiyata alâka göstermedikleri, içlerinden eski üstatlarla boy ölçüşecek sanatkârların yetişmediği kanaati, aramızda âdetâ yerleşmiş gibidir.
Yaşar Nabi’nin Genç Neslin En Güzel Hikâyeleri başlıklı derlemeyi yayınladığı yıl böyle bir kanaatin yaygın olduğu konusunda bir örnek daha verilebilir. Yücel dergisi de o yıl fasiküller halinde Mütarekeden Sonrakiler (1918-1938) başlıklı antolojiyi ek olarak vermiş. Behçet K. Çağlar, Orhan Burian ve Halûk Y. Şehsuvaroğlu’nun hazırladığı bu antolojinin ilk fasikülünün başındaki notta da benzer bir değini yer alıyor.2
YÜCEL, yeni neslin bir sanat ve fikir mecmuası olarak çıkmağa devam etmekle, Türk sanatının bu son yıllarda da, neşre değer varlıklar ve kıymetler vermekte olduğunu, kendiliğinden, iddia etmiş oluyor.
“Türk şiirine mütarekeden sonra bir durgunluk ve verimsizlik gelmiştir” iddiasını sürüp duranlara verilecek en güzel cevap, bu şiirlerin en güzellerini bir arada toplıyan bir kitap: Bir Mütarekeden Sonrakiler antolojisi olacaktır.
Yaşar Nabi’yse “Önsöz”de, “yeni neslin en şüphe götürmez zaferlerini kazandığı saha[nın] şiir” olduğunun altını çizmiş. Genç kuşakla ilgili o yaygın kanaatin o sıralarda düzyazıda daha belirgin olduğu anlaşılıyor. Nitekim Yaşar Nabi de, “Şiir sahasında bir Necip Fazıl’ın, bir Cahit Sıtkı’nın, bir Cevdet Kudret, Ahmet Kutsi veya Muhib’in eriştikleri seviye, genç nesil hesabına iftiharla kaydedilecek yüksekliktedir,” diyerek yeni kuşakların şiir konusunda kendini ispat etmiş olduğunu ileri sürüyor.
Nesir sahasında varılan merhale şiire nazaran daha geride olsa da, hususiyle küçük hikâyecilik sanatında düne ait gösterebileceğimiz bir kaç şöhrete mukabil, bugün on beş yirmi kıymetli genç imza sayabiliriz.
Bu eser, işte böyle bir bilânço çıkarmak, ve yeni nesil hikâyecileri hakkında toplu bir fikir vermek gayesini taşıyor. Bu itibarladır ki, esasen şöhretlerini yapmış ve kendilerini geniş ölçüde tanıtmış muharrirler, hattâ ayni nesilden sayılmalarında bir mahzur olmasa bile, kitabımızın çerçevesi dışında bırakılmıştır. Bu antolojiye girecek imzaların intihabında gözetilen esas, yalnız ilk edebî yazılarını Cümhuriyetten sonra neşretmiş edebiyatçıları almak olmuştur.3
Yücel’in seçkisinde “Mütareke”nin, Yaşar Nabi’nin antolojisinde “Cumhuriyet”in başlangıç noktası seçilmesi de sebepsiz değil kuşkusuz. Siyasal ve toplumsal alanda pek çok yönüyle “yeni” bir dönem başlamış, bunun üzerinden 15-20 yıl geçmiştir; “yeni”nin “eski”yle karşılaştırılması ise (sadece edebiyat alanında değil, pek çok alanda) sürüp gitmektedir – bugün bile sürmüyor mu? İşte bu döneme ilişkin bir bilanço çıkarmak ihtiyacı kaçınılmaz olsa gerektir. Bu bağlamda böylesi antolojilerin “kullanım tarzı”4 konusunda Yücel’deki not açık bir biçimde hazırlayanların meramının bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Öyle bir kitaba ihtiyacımız varki, “Hani okumağa değer yeni şiirler?” diyen gafil veya inkârciya “işte!” diye uzattığımız zaman kendisinde hakkı teslim etmek dürüstlüğü ve sanat zevki varsa, hangi sahifesini açarsa açsın, “buymuş” diye dudak bükmeden okumağa dalsın.
Buradaki “gafil” ve “inkârcı” nitelendirmeleri söz konusu tartışmaların şiddeti konusunda da ipucu veriyor. Yaşar Nabi ise bu kadar sert bir üslupla karşı çıkmıyor “yeni”ye dudak bükenlere. Onların “eski”ye dönük tutkularındaki zaafa dikkat çekmekle yetiniyor.
Eğer bugün ortaya konmakta olan edebi mahsullerimiz bizi tatmin etmiyor, ve medenî bir memleket olmak haysiyetiyle Türkiyenin çok daha canlı bir edebî faaliyete sahne olması arzu ediliyorsa, bu fikre iştirak etmekte hiç bir mahzur görmüyorum. Fakat bu bahiste kabahati genç nesle yüklemek istiyenlerin yanlış bir yolda yürüdükleri de şüphesizdir. Şikâyet edilen dert yeni değildir, her zaman mevcuttu. Maziye karışmış kıymetler, muhayyilenin yaptığı retuşlarla hafızalarda ne kadar mübalâğansa da, umumi heyeti itibariyle, bugün, dünkünden daha zayıf bir edebî faaliyet karşısında bulunduğumuzu isbat etmek mümkün değildir, sanıyorum.
Yaşar Nabi’nin “medeni memleket” vurgusu da önemli. Sadece “eski”yle “yeni”nin değil, Türkiye’nin medeni memleketlerle de sürekli olarak karşılaştırıldığı anlaşılıyor. Yaşar Nabi, bu karşılaştırmayı yapanların kaygı ve şikâyetlerine katılırken kabahatin gençlere çıkarılmasına itiraz ediyor esas olarak. Oysa Cumhuriyetin ilanından on beş yıl geçtikten sonra “genç” ile “yeni” neredeyse örtüşmüş vaziyettedir. Genç Neslin En Güzel Hikâyeleri’nin yayımından sadece iki yıl sonra, 1940’da, sürgünden kısa bir süre önce Türkiye’ye dönmüş olan Refik Halid bir söyleşide mesela, güncel edebiyattan söz ederken “genç” sıfatını değil “yeni”yi yeğlemiştir. “Yeni şairler fazla orijinale kaçmışlar”, “Yeni romancı görmüyorum,” gibi sözler sarf etmiştir. (Refik Halid’in, çok değil mütarekeden on yıl önce “genç muharrir” olarak kendisinden önceki kuşaklara tepki duyduğunu da hatırda tutmak lazım.5) Öykücülük bahsinde de Yaşar Nabi’ye katılmıyor, onun kadar beğenmiyor Refik Halid genç/yeni öykücüleri.
Memleket hikâyeciliği de, büyük bir adım atamadı. Epey gayret sarf edilmesine, hattâ benden daha yüksek fikirlerle görmek istiyenler bulunmasına rağmen, büyük bir adım atıldığı kanaatinde değilim. Benim bu fikrime herkes iştirâk ediyor. Umumiyetle hikâyede, Semaver müellifi Sait Faik’i beğeniyorum. Fakat maalesef bu zat, tam olamayacak. En beğendiğim olmakla beraber, tam olamıyacağından korkarım. Bununla beraber, bir gün biri çıkıverecek gibi geliyor. Bir gün çıkıverecek güzel bir isim bekliyorum.6
Refik Halid’in “Benim bu fikrime herkes iştirâk ediyor,” demesine de dikkat çekmek gerekir. Yaşar Nabi’nin ve Mütarekeden Sonrakiler’i tertip edenlerin kendilerini yaygın bir edebi tartışmada pozisyon almak zorunda hissettiklerinin bir örneği olarak görülebilir bu cümle.
Beri yandan, Yaşar Nabi genç kuşak öykücülerin değerinin anlaşılamamasının bir nedeninin de sanat anlayışlarındaki yenilik olduğunun altını çizmek ihtiyacı duymuştur.
Genç nesil, edebiyatımıza yalnız yeni kabiliyetler değil, fakat aynı zamanda yeni sanat telâkkileri, üslup ve ifadede zamanımıza kadar erişilememiş yeni merhaleler, şiirimize yeni bir hava ve eda getirmiştir. Gençlerin, kendilerinden önceki nesiller tarafından lâyıkı veçhile tanılmamalarının ve takdir edilmemelerinin asıl sebebini de, belki, getirdikleri yeniliklerde, sanat anlayışında yaptıkları inkılâpta aramak lâzımdır.
Ne var ki gençlerden önceki nesilden Refik Halid bu fikre de katılmaz.
Bugün birtakım yeni nazariyetler çıktı. [Eski] hikâye tekniği yıkıldı. Onun yerine yeni mektepler geçti. Bu dağınıklığın içinde bizim muharrirlerimizin her biri ayrı ayrı bir janr takibine meyletti. Anlaşılıyor ki iyi kavrıyamadılar ve modellerinden daha aşağı eserler meydana getirdiler. Binaenaleyh bunlar, tam bir eser değil, karalama oldu.
Jusdanis, Gecikmiş Modernlik’te Yunanistan’da on dokuzuncu yüzyılın sonlarında yayınlanmış, bir düzyazı antolojisinden söz ederken, söz konusu antolojinin hazırlanmasında, “Avrupa edebiyatı karşısında duyulan endişenin ardısıra Yunan edebiyatının kalitesini gösterme ihtiyacının” da bulunduğunu belirtir. “Sadece Avrupalılar’ın değil aynı zamanda Yunanlılar’ın kendilerinin de Yunan edebiyatının ‘seçme ürünleri’ konusunda ikna edilmeleri gerekiyordu.”7 Gerek Refik Halid’in Batı’daki “edebi mektepler”den, gerekse Yaşar Nabi’nin “medeni bir memleket olma haysiyeti”nden söz ettiği cümlelerde Batı karşısındaki “endişe” açıkça seziliyor, beri yandan Yaşar Nabi’nin hazırladığı antolojide de, “genç” edebiyatçıların kaleme aldığı “yeni” edebiyat konusunda Türkiyelileri ikna çabasında olduğu da söylenebilir.
Bu gibi endişeleri giderme ya da ikna çabasında antolojileri hazırlayanların kimliği, edebiyat dünyasındaki yeri, “otorite”si de mühimdir elbette. Bu anlamda kendisi de genç kuşaktan bir yazar olan Yaşar Nabi’nin bu antoloji işine kalkışmış olmasına da dikkat çekmek gerekir. Henüz 5 yıldır Varlık’ı yayınlamaktadır o sıralarda, edebiyatımızın en köklü dergisi genceciktir daha. Yaşar Nabi, kendisi hakkında bilgi verirken, “edebî kanaat ve fikirlerimin teşekkül tarihi nisbeten yenidir,” notunu düşmüştür. Bununla birlikte bir değer atfettiği ve mensubu olduğu genç kuşağın maruz kaldığı eleştirilere karşı bu derlemeyi hazırlamaktan çekinmemiştir. Belki de önceki kuşaktan kimsenin böyle bir çalışmaya kalkışmaması üzerine iş başa düşmüştür.
Yaşar Nabi, antolojide yer verdiği öykücülerle ilgili birer ikişer sayfalık “notlar” kaleme almış. “Önsöz”de bunların “edebî bir tenkit ve mütalea olmaktan ziyade, genç ediplerimizin çalışmalarında ve eserlerindeki hususiyetleri kalın çizgileriyle işaret etmek maksadile yazıl[dığını]” belirtiyor. Bununla birlikte, antolojiyi hazırlayanın sanat ya da dünya görüşünün bu kısa notlarda kendisini duyurmaması beklenemez elbette.
“Önsöz”de değinmediği Şark-Garp meselesine mesela bu notlardan birinde, Sait Faik’le ilgili olanında değinir Yaşar Nabi. “Şark zihniyetinin tesirinden tamamile kendini sıyırdığı halde garbi taklit etmedi, duyuşlarında ve tasvirlerinde çok mahallî kaldı.” Bekir Sıtkı için de benzer biçimde “genç hikâyecilerimiz içinde en yerlisi ve en realistidir,” dedikten sonra, “Hikâyelerinde bize aykırı gelen tiplere ve hâdiselere tesadüf etmek imkânsızdır,” diye ekler.
Sabahattin Ali’yle ilgili olarak övgülerin yanında “kusurlar”dan da bahseder. “İdeolojik temayülü ve üslûba pek fazla ehemmiyet vermemesi gibi kusurlar yanında Sabahattin Alinin kuvvetli bir hikâye tekniğine ve canlı bir ifadeye sahip olduğunu kaydetmeliyiz.” Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde teze verdiği önemin altını çizdikten sonra, “Fakat tezin, bazan, eserlerinde, edebî kıymetin zararına bir nisbette genişlediğini de müşahede etmemiye imkân yoktur,” der. “İdeolojisine yandaş değilim ama iyi öykücüdür,” demeye getirir.8
Tez bahsine Necip Fazıl’la ilgili notunda da değinir Yaşar Nabi. “Hikâyelerinden herhangi bir tez endişesi olmadığı gibi, reel bir hayatın tasviri kaygısı da yoktur. O, hikâyeyi tıpkı şiir gibi, mücerret bir sanatın tezahürü için bir vasıta telâkki etmektedir.” Bir başka şairin, Cahit Sıtkı’nın antolojiye aldığı hikâyelerinden ise şöyle söz eder: “Bu iki hikâyesi sathî bir bakışla bomboş, vakasız ve ehemmiyetsiz görünen basit gündelik hayatın da usta bir kalem tarafından tasvir edilince, nasıl ehemmiyet ve kıymet kazanabileceğini bize göstermektedir.”
Yaşar Nabi, öykülerinden çok başka türlerdeki eserleriyle tanınan yazarların öykülerinden örnekler almanın “zaruret” olduğunu belirtir “Önsöz”de. “Bu muharrirlerin yarın hikâye sahasında daha geniş ölçüde çalışmaları, vaktiyle bir müddet çalıştıktan sonra, bu sahayı terk etmiş olsalar bile ileride tekrar hikâye yazmaları[nı]” ümit ediyor olsa gerektir.9 Aynı şekilde “hikâyelerde kusursuz bir olgunluğa henüz erişmiş olmıyan bazı genç imzaları da, ilerisi için ümit teşkil ettikleri nisbette ihmal etmemek lazımdır” diyerek kimi çok genç, yazı hayatlarının daha başlarında olan öykücülerden de örnekler aldığını belirtir. Bu cümlelerden Yaşar Nabi bir araya getirdiği öykücüler konusunda olabildiğince çeşitlilik gözetmeyi istediği anlaşılıyor.
Antolojiler esas olarak geçmişi bugüne taşıyan, geçmişten kayda değer, halen okunmaya layık görülen eserlerin günün okurları için bir araya getirildiği çalışmalardır. Oysa günün genç yazarlarının/şairlerinin eserlerinin bir kitapta toplandığı çalışmalar edebiyatın şimdiki zamanını görünür kılmanın murat edildiği, belki biraz da şimdiden geleceğe uzanacağı varsayımıyla hazırlanmışlardır. Nitekim Yaşar Nabi de, antolojide bir araya getirdiği öykücülerin “umumî şekilde karakterize eden hususiyet[in]” realizm olduğunu vurgularken “yarınki” edebiyat bahsine değinir.
Bilhassa, edebiyata yeni girenlerin, eskisi gibi, köhne ve müptezel bir santamantalizm devresinden geçmeden, doğrudan doğruya, realite ile temas imkânlarını aramıya çalışmaları, bundan böyle reel hayatın, yârinki Türk edebiyatına en sağlam temel olacağı hususundaki imanımızı kuvvetlendiren bir delildir.
Bu yanıyla genç yazarları/şairleri içeren antolojiler kuşkusuz geleceğe zar atmaktır. Yaşar Nabi de bir anlamda bunu yapmış 1938 senesinde. Kırk yaşından genç, on yedi yazardan örnekleri bir araya getirmiş. Bugün bu antolojiyle attığı zarlarda tutturup tutturamadığının çok bir önemi yok. (Fena değil aslında netice!)
1938’de böyle bir antoloji hazırlama ihtiyacı duyulmuş olması ve bunun nedenleri daha önemli elbette. Yine de bugün bu antolojinin taşıdığı anlam ve önem sadece geçmişi anlamakla ya da antolojilerin kanon oluşturmak bağlamındaki işlev ve kullanımlarıyla sınırlı değil. Bugüne dair bir şeyler de saklı içerisinde. Sanırım günümüzün edebiyat okurlarına bugün de tanık olduğumuz, “Gençler edebiyata ilgi gösteriyor mu?” ya da “Usta yazarlarla boy ölçüşecek yeni yazarlar var mı?” gibi soruların, ya da “yerlilik” ya da “tezlilik” benzeri konuların neredeyse aynı biçimde yetmiş yedi yıl önce de tartışıldığını görmek ilginç gelecektir. İşin daha ilginciyse, bu zaman zarfında belli fasılalarla, her dönemde bu ve benzeri konuların hep tartışılmış olması. Yıllar sonra da bu meseleler gene böyle tartışılacaktır, diye bir öngörüde bulunmaksa, sanırım, zar atmak olmayacaktır – ya da ancak hileli bir zardan söz edilebilir.