"Belki okumanın en sarsıcı etkisi, kişinin ilk hareket noktasını –doğmuş olmaklığı– durmadan genişletip kendini evrenin her yerine parça parça dağıtıp kurmacayla tekrar toplama imkânına ve kudretine sahip olmasıdır."
07 Nisan 2022 16:55
Okumaya düşkünlüğün ve kitaplara ifrat derecesinde sığınmanın çift başlı bir yaşanmamışlık [1] duygusundan neşet ettiğini iddia edebiliriz. Söz edeceğimiz bu yaşanmamışlık, iki uçlu bir yaşanmamışlıktır. Bir an yaşamı bir doğru parçası olarak kabul edersek, doğrunun bir ucunda geçen zamanla beraber, umulmuş ya da sonradan umulsa da artık vakti geçmiş, imkânını ve ihtimalini de ömrünün içinde bulup yitirmiş bir yaşanmamışlık belirir. Daha açık bir ifadeyle, artık telafi edilemeyecek bir ‘geç kalınmışlık’la baş başayızdır. Durumu basit bir örnekle, yine okuma eylemi üzerinden izah edersek, çocukken okunmamış muhteşem bir çocuk kitabı, yıllar sonra okunsa da çok şeyin kaçırıldığı gerçeğini değiştiremeyecektir. Çünkü bir eser sadece içerdikleriyle var olmaz, okuma eylemi sırasındaki uzam ve zamanla özel bir terkibe girer ve asıl bu terkiple manasına ve etkisine kavuşur. Akşit Göktürk bu durumu “metiniçi göstergeler ile okurun düş gücü arasındaki alışveriş belirler ve metnin işlevi okurda bütünlenir” diye izah eder. (Göktürk, Okuma Uğraşı, s. 152)
Doğrunun diğer ucundaysa okumayla, bilmeyle doğan, gün geçtikçe de kitaplarla semiren bir yaşanmamışlığın/yaşanamayacak olanın –basit bir tarifle başka zaman ve uzamlarda, başka hal/kimliklerde yaşama isteğinden neşet eden ve yeni dünyalar kurma çabasından ortaya çıkan– işbaşında olduğunu söyleyebiliriz. Yaşanamamışlık – bu yazı çerçevesinde– yaşamın kendi içinde açılan ve sürekli büyüyen bir boşluk, bir tamama erememe sıkıntısı kadar, var olan gerçeklikle yetinememekten doğan bir gerçeklik açlığıdırda… Hakeza, bu gerçeklik açlığının nihai varacağı nokta kurmacadır, huzur bulacağı yer de edebiyat…
İlk uçta verili olan yaşanmamışlığın aksine, ikinci uçta “kendinin” iştahlı bir okuma serüveninin eseri olduğu söylenebilir. Biri diğerini doğurmasa da, iki uç arasında düşen/yükselen, birbirinden alıp/veren, birbirini çoğaltıp/eksilten, koyultup/solduran süregelen bir gerilim, bir ilişki söz konusudur. Birincisinin içine doğulur, ikincisi ise aramakla bulunur. İkinci uçtaki yaşanmamışlık, Cansever’in “Bir insan yaşanmamışlığı bulunca/ onu artık hiç kimse anlatamaz/ kalır sonsuz gücünün buyruğunda/ ve bütün kesinliklerin üstünde, yalnız/ dolaşır bir ateşböceği gibi kendi aydınlığında” dizelerini akla düşürür.
Birinci uçtaki yaşanmamışlığın yarattığı eksiklik duygusunun tazyik ve iştiyakı zamanla geçip gitse de, eksikliği ve kederinin kimi zaman ruha kesif bir karanlık gibi çöktüğü, bir gölge gibi sahibinin peşi sıra geldiği görülür. Bazen suskunlukta belirir, bazen de hüzünlü bakışlarda birikip cisim bulur hissiyat. Bir müddet telafi edilebilme imkânının olduğu umudunu ya da avuntusunu da yanında taşır. Baskı ve kederi ikamelerle, yoğun çabalarla yatışabilen bu hal, sakinleşmeye meyil edince beraber yaşanabilen, kabuk bağlamış, suskun bir ukdeye dönüşebilir.
Diğer uçtaki “yaşanmamışlık” ise bir oksimoron şeklinde sonsuza doğru uzadıkça uzama kapasitesine sahiptir. Okudukça büyüyen, okumadıkça uzak düşüldüğü vehmi yayan bir tür illetten “derdimi seviyorum”a terfi eden, “ne onunla ne onsuz yapılan” bir hale dönüşür. Bu tür bir doyamama, kavuşamama, yatışamama, nihayete erememe ve bazen bu tazyikle kendini evrene başıboş salmayla yatıştırma arzusundan kişiyi, “oradan” yeni dünyalar yaratma peşinde her şeyi bir kurmacaya ve oyuna çevirme çabasına sürükler. Bir tür Don Kişot sendromu olan bu yaşanmamışlık, kendini öteki kılabilme kabiliyetine de sahiptir. Dünyanın öykülerden meydana geldiğini düşünen insanoğlu, (Alberto Manguel, Gezgin, Kule ve Kitapkurdu, s. 16) kayıp bir zaman –geride bırakılan tüm zamanlar– kadar sahip olunamayacak zamanların da yükü altındadır. Bu katmerli yükün yol açtığı boşluğu okumaya/yazmaya tevil etmek hem son çare hem de yaratım için bir sermaye olarak görülür. Okuyarak bilmek, yazarak yaşamak, okunmadan ve yazmadan geçen zamanı yaşamdan saymama düsturuyla evrene doğru atını süren bir Don Kişot’a dönüşen bu halin özneleri, yazdıklarından çok kendilerini bir imgeye çevirmişlerdir.
Asıl külliyatları kendileri, eserleri ise kendilerine giden yolun işaretleridir bu yazarların; haliyle kendi imgeleri eserlerinkinden daha çok görünürdür. Gündelik, toplumsal ve politik bir kaygı ya da arayıştan çok sanatın kendi üretimi ve kavramları çerçevesinde üretirler. Klasik sanat ya da Rönesans sanatında olduğu gibi tuvalleri hayatın gerçeklerinden çok sanatın kendi içinde ürettiği kurgusal gerçekleriyle varlık bulur. Arkadaki manzara ya da eseri çerçeveleyen yapı, metin için üretilmiş soyut yapılardır. Bu yüzden çağı ve günün konu ve kişilerini konu etseler de, asıl zemin tüm zamanları kapsayacak sanatın soyut zeminidir. Fırçaları özgür, renkleri keyfidir, bilindik sınırların ötesine uzanan olay örgüleriyle ucu açık metinler üretirler. Bir manada modern çağın göbeğinde klasik ve soyut bir sanatı icra ederler.
Borges
Yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız halin, alametifarikası kanımca Borges’tir. Borges için bu ahvalin piri dersek yanılmayacağız. Borges’in zengin, renkli, kıtalar, kültürler, diller aşan okuma tutkusu, öyküde, şiirde ve yaşamında kendini bir öteki olarak kurgulama becerisi (misal, Borges ve Ben şiiri,) yabancı dilleri hızlı kavrama kapasitesi, büyük bir kütüphanede çalışmış olması ve kaderin bir cilvesi olarak ömrünün sonlarına doğru problemli gözlerini kaybedip kör kalması (çok okumanın hem gerçek hem değişmeceli anlamda bir mistifikasyonu olarak körlük) bu halin tecessümü için biçilmiş bir kaftan gibidir. Kitaplardan müteşekkil bir hayat, okumadan yapılmış bir zihin, Borges özelinde kolayca mistifike edilecek veriler barındırmıştır. Bu halin kafiyesini yaratan sadece dış etkenlerin bir araya gelmesi değildir. Yazını da bu halin geniş bir izdüşümü mahiyetinde olan Borges’in birçok hikâyesi, denemesi bir tür zamansız, mekânsız, yaşsız yaşama isteğinden türemiş gibidir. Cenneti kitap dolu bir yer olarak tasavvur eden Borges’in metinlerinde, güneşin altında söylenmemiş sözün kalmadığının sürekli hatırlatılmasına rağmen söylenmiş tüm sözleri, yazılmış tüm metinleri ve gelecekte yazılacak her şeyi okuyup yutmak isteyen bir dev imgesi belirir. Borges’in Babil Kulesi hikâyesinde, tüm harflerin bir araya gelerek sonsuz bir diyagramla her şeyin yazılabileceğini hayal eden fantastik kurguları onu hem hayatıyla hem de yarattığı yazınla okumanın, hep okumanın insanı sürükleyeceği o büyük susuzluğun pınarını arayan adam yapmıştır.
Borges’i sadece okuduğu kitapların çokluğuyla değil, yazılan iyi kitapları da yazmak isteyen, bu yüzden sürekli kitap isimlerini anan, bununla yetinmeyip hayalî kitaplara, kişilere, yer ve dünyalara referanslar veren, büyük bir tutkuyla işbaşında olan biri olarak hatırlamak gerekir. Borges’in bu tutkuyla ya da var olan gerçeklikle yetinmemesi, gerçeklik açlığı, evrenin gerçek ölçeğinde bir harita –burada harita yazılacak eserin kendisidir– çıkarma fikrine dönüşerek bir öyküsüne ilham olur. Borges’in diğer yazarlardan bir farkı da dünyaya bu minval üzerinden bakmasıyla ortaya çıkar. Büyük yazarların hemen hepsi dünyaya dünyadan bakarken, Borges’in dünyaya evrenden baktığını söyleyebiliriz. Belki sadece Borges, dünyayı evrenin taşrası olarak ele alıp, bu saikle yazarak taşra ve merkez kavramına en geniş en derin bakışı kazandırmayı başarmıştır.
Borges’in yazılanı tekrar yazma arzusu hem büyük bir okuma tutkusunun hem de dermansız bir derdin mecazı gibidir. Birkaç öyküsünün bu hal üzerine kurgulandığı okuyucuların malumudur. Bu tutku şimdisini değil, geçmiş ve geleceğini de “ipotek” altına almıştır sanki. Don Kişot’u harfi harfine yazmak isteyen öykü kahramanı sadece bir arzunun değil, kendinden önce ve sonra söylenecek her söze, her kelimeye kendini iliştirmeden duramayacak “rahatsız bir zihnin” ürünü olsa gerek. (Benzer bir durum aşağıda değineceğimiz Enis Batur’da da mevcuttur.) Borges kadar okuma ve yazma eyleminin birbirinin yerine geçtiği, birbirine bu kadar benzediği, okuduğu gibi yazan, yazdığı gibi okuyan bir başka örnek bulmak zordur. Ama o, okuduklarından çok okuyamadıklarından, okuyamayacaklarından yapılmış gibidir esas. Ölüm bu yüzden onun açısından hoş karşılanacak, ıstırabına son verecek yegâne şey olur. “Tümden ruhen ve bedenen ölmek, unutulmak isterdim.” (Borges Sekseninde, s. 72)
Bu metnin kalan kısmında okumadan hasıl olan yaşanmamışlıkla malul Borges kadar Alberto Manguel’den (Borges’e bir dönem kitap okumuş olduğunu hatırlayalım), Pamuk’un okumadığı şey kalmamış dediği David Damrosch’tan, Umberto Eco ve Harold Bloom’dan bahsedilebilir. Bu isimlerin hepsi de esnek bir şekilde çizdiğimiz halin içine rahatlıkla girebilecek yazarlardır. Hatta bu isimlerin yanına edebiyat dışında Evliya Çelebi, Reşat Ekrem Koçu, Cemil Meriç gibi onlarca isim de eklenebilir. Bunların yerine Borges’in kitaplardan müteşekkil dünyasına komşu olduğunu düşündüğüm üç Türkiyeli yazardan bahsetme niyetindeyim: İşin kolayına kaçarak onları “Okumanın Üç Ası” diye tanımlayacağım. Metin boyunca “okuma/yazma eylemini” yolculuk, gitmek, gezmek, keşfetmek, gibi birbirini çağıran kelimelerin eşanlamlısı olarak da kullandığımızı belirtmek isterim.
Okumanın üç ası
bir harita açıyorum önüme: Sonsuz ölçekli,
yeryüzünü, gökleri ve göklerin ötesini örten,
dağ, koyak, iç deniz, açık deniz, ölü deniz için;
dere tepe düz giden derviş yüzüm,
abdal sesim, keşiş bakışım için bir harita.
Enis Batur, Açık Atlas
Enis Batur
Batur’un, okuduğu her kitaba borcunu (belki doğru kelime kıvançtır) bir kitap yazarak verme çabası içinde olduğunu söyleyebiliriz, bu çaba onda bir tutkuya dönüşmüştür. Bu tutkuya hem okumada hem yazmada hem gezmede Şehrazat’ınkine eş bir anlatma iştahı eşlik eder. Borges’in yazınında onu mezkûr halin cesameti haline getiren emareler gibi, Batur’un yazınında da eserlerin çerçevelenmesi fikrinde bu tür emareler vardır. Benzersizlikleri bir uzak çatı altında bir araya getirirken bu “benzerliklerden taşan bir ayrılık, ayrıksılık var neyse ki” diyerek işin başka veçhesine odaklanan Batur’da, iflah olmaz bir ansiklopedik/antolojik yön vardır. Rakım Sıfır adlı eserinde “Gemi kazalarında bir insan davranışları antolojisi oluşur batış süreci içinde. Kıyıdan seyredilebilenlerde, benzeri bir antoloji de uzaktakiler düzleminde geçekleşir” cümleleriyle belirginleşen bu minvaldeki tutkulu antolojik yönü birçok metninde sıkça işlenir. Koleksiyonerlerin tutku ve takıntısına eş bir yazı/kelime koleksiyonunun peşinde olan Batur, sanki zaman ve mekân imkân verse denizlerin üzerinde çeşitli şekillerde ortaya çıkan köpüklerin dahi antolojisini yapacaktır. Elbette buna gölleri, okyanusları, tüm su formlarını ekleyecektir. Bir köpük antolojisi’sini, Batur’un imgesini hafifletmek için değil, ördek tüylerini incelemeye değer bulabilen onun gibi birinin tam da yapmak isteyeceği bir şey olduğu için misal olarak zikrediyorum.
Benim gibi birçok insanın aklına Batur’un çok fazla kitap yazdığı fikrinin zaman zaman geldiğini düşünüyorum. Yazmanın Batur’da bir tür okuma biçimi olabileceği ihtimali üzerine düşünülürse bu onulmaz üretimin anlaşılabileceği kanısındayım. Batur yazarak okuyan biridir belki, henüz yazmadığını hayattan düşürmeye de hazır bir tavır içindedir sanki. Böylece Batur’un sadece geçmişini değil, geleceğini de ipotek altına alan yazma tutkusu kendisine yaşadığını hissettiren yegâne şey gibi görünür. Külliyatı göz önünde bulundurulduğunda, yaşamın onun açısından yazıda karşılık buldukça varlık bulan bir şey olduğunu iddia edebiliriz. “Her kitap zaten bir yolculuktur. Kişi hem gezsin hem yazsın: hem olur, hem olanaksızdır” cümlesini dikkate alırsak, Batur şahsında çok okumak üzerine burada varılan tüm yargıların gezme ve çok yazma serüvenini de bağladığı rahatlıkla söylenebilir:
“Yolda, yolumdayım. Sonra duruyor, bir masanın önüne geçiyorum: Asıl yolculuk başlıyor: Yer ile harfler, gerçek ile düş, gerçeklik ile imgeler, gördüklerim ile kurduklarım arasında – ben, peki, ikisinden en çok hangisiyim?” (Acı Bilgi, s. 18)
Belki Batur evrenin tüm zamanını, yükünü göz önünde bulundurduğundan yazmakla yazmamanın aynı anlama geleceğinin menziline varabilmiş ve yüzlerce kitap yazmıştır. Bu makam –ki insanın trajik bir varlık olduğunu tanıtlamaya yeter bir makamdır– da bir kitap yazmakla sonsuz kitap yazmayı istemenin birbiriyle ufuk noktasında birleştiğini sezdirir okuyucusuna. Batur’un bu minval üzere hiçbir şey yazmamanın çok yazmakla neredeyse aynı manaya geldiği idrakiyle durmadan yazdığını düşünürüm. Benim gözümde o, her şeyi harfe çeviren ve oradan hissetmek isteyen bir harf delisidir. İçbükey bir Hurufi, evi sırtında bir salyangoz.
Şavkar Altınel
Altınel metinlerinde sık sık yabancılıktan, kendine ve dünyaya yabancı bir gözle bakmaktan bahsederken, Batur iyi bir okuyucu olmak için yalnızlığa dikkat çektiği kadar okumanın insanı yalnızlığa ittiğinden dem vurur. Kitap okumayı hayatının merkezine koyanların, sürekli bir yabancılık ve yalnızlıktan ve bunların bir neticesi olarak bitmek bilmez bir yolculuk arzusundan bahsettikleri bilinir. Bloom bunun en derin ve ileri açıklamasını “okumak kendini ötekileştirmektir” cümlesine sığdırır. Okumanın ilk etapta insana dünyayı tanıdık yahut evcil kılmasını bekleriz. Bilme ediminin ve gezip görme isteğinin neticede böyle bir etkiye, dahası böyle bir amaca matuf olduğu varsayılır. Ama bu tür bir okumanın ya da gezmenin, bilmenin altını oyan bir eylem gibi, tam tersi yönde insanı yabancı kıldığı da görülür.
Batur’un, “Kimi yolcular sessiz sedasız dolaşırlar. Tanıklıkta bulunmak değildir dertleri, iz bırakmayı bir hedef olarak görmezler, yolculukları içlerine yönelir daha çok” belirlemesi Altınel için yapılmış gibidir. Altınel’de büyük bir amaca, faydacı bir ereğe matuf olmayan ve iki zıt kutuptan (gitmek, dönmek) çok sarmal bir döngü şeklinde olan yolculuk, Batur için de geçerlidir. Kişi neden bir yere gitme ihtiyacı –sonsuz ölçekli bir harita açma ihtiyacı– hisseder? Bu soruyu “Neden okur?” olarak da okuyabilirsiniz. İlk elden entelektüel bir saik ile gezip, görüp kendini bulmak için gider, “O halde neden döner?” sorusu da bunun peşinden gelir. İnsan bir yere döndüğünde orada neyi görmeyi umar? Bıraktığı kendini bulmayı mı? Belki insan bir yere sadece kendini bulmak için değil, döndüğünde kendini bulmamak için de gider/gidebilir. Bunları yazarken, Batur’un döndüm ki/ döndüğüm yerde değilim dizeleri var aklımda. Döndüğü yerde olmayan Batur ya da Altınel’in gittiği yerde de olmadığı söylenebilir pekâlâ. “Belki de yeryüzünde iz bırakmanın bir yolu yol yapmaksa, bir yolu da iz silmek besbelli” diyen Batur’un ve Altınel’in gidişleri dönüş yollarını silmeye matuftur. Belki de insan sadece kendini bulmak için dönmez bir yere, bazen bulmamak için de döner aynı yere. Batur’un Altınel’le kesişen taraflarından birinin bu olduğu kanısındayım. Zira geç kalmış ya da yaşayamamış kişi döndüğü yerde olmamayı da umar (bilir) biraz da. Metinde gezmek/gitmek ile okumanın aynı görevde kullanmaya çalıştığımı hatırlatarak seyahat için söylediğimizi okumaya uyarlarsak, kişi bırakıldığı yere (ilk yer) dönmek için okur, okudukça döndüğü yerde değildir artık, bilmeye-bulmaya çıkan başladığı yeri de yitirmiştir. Ama o yeri yitirmek, yerin anısı ve o anıların kendisinden talep ettiklerini içinde tümden atacağı/sileceği anlamına gelmez elbette.
Şavkar Altınel'in hayatını, yabancılık ve yazı ilişkisini konu alan, Şule takmaz Nişancıoğlu'nun kısa filmi Sahildeki Yabancı, 2020 Berlin Film Festivali’nde En İyi Kısa Belgesel Ödülü’nü kazanmıştı.
Belki okumanın bize yaptığı en sarsıcı şey, kişinin ilk hareket noktasını –doğmuş olmaklığı– durmadan genişletip kendini evrenin her yerine parça parça dağıtıp kurmacayla tekrar toplama imkânına ve kudretine sahip olmasıdır. Ya da Batur’un, “Bir noktadan sonra en anlamlı yaşama biçiminin dünyada olup-bitenleri öğrenmeden, duymadan zamanın içinden geçmek olduğuna inanıyorum” dediği şeydir. Altınel, gezi notlarında ve denemelerinde, gezerken, bakarken çok geçmeden onun baktığına bakan, bir külliyattan teşekkül etmiş birinin bitiverdiğine dair şeyler söyler. Okumanın yan etkisi deyip geçiştirilemeyecek bir haldir bu. Her ânın, her şeyin önceden yetkin kişiler tarafından tanımlanıp betimlendiğini bilmenin insanı kendisinden çok taşıdıklarının ve okuduklarının penceresinden bakmaya iteceği malum. Altınel bir yeri iyi bilmek, sindirmek için bu arkadan/tepeden teşekkül eden üst bakışa önem vermek gerektiğini söyler. Bu bakış kişiyi yabancı kıldığından, kişiye başka bir açıdan görme imkânı verdiğine, alışılmışı oyduğuna dikkat çeker metinlerinde. Ama bu bakışın aynı zamanda her şeyi tanıdık ve bildik kıldığını, buradan da bir yabancılaşma, bir başkalaşım ve bunun sonucu olarak bir çıkmaz yarattığını eklemek lazım.
Orhan Pamuk
Orhan Koçak, Kara Kitap üzerine yazdığı uzun incelemesinde, Pamuk’un Kara Kitap’ının birbirine sürekli bakan, birbirinden yansıyan sonsuz bir ikiz yapı üzerine kurulduğunu aktarmıştı. Aynı kitap birçok okuyucu tarafından tıka basa doldurulmuş bir malzeme ve “bilgi yığını” olarak görüldü. Sanki geçmişteki her şeyi yazarak, harflere dökerek yakalama peşinde olan Pamuk, her şeyin harften göstereniyle özün kaçıp giden halesini yakalama peşindedir. Yaşanmamışlığın ilk ucundaki emareleri hatırlatan bu durum, Pamuk’un salt bir yakalama peşinde olmadığını, külliyatı göz önünde bulundurulursa ortaya çıkarır. Sürekli bir başkası olmak isteyen pasajlar, Batı mankenleri/insanlarını taklit etmeyi reddeden Bedii ustalar, Celal’e dönüşen Galip, Şems’te dirilmek isteyen Mevlana… Her biri kabına sığamama, bir herkes olma, çoğalma “semptomları” olarak da okunmaya elverişlidir. Pamuk’un kendine dair verdiği bilgilerde hep masa başında okuyan, okudukça kendini bulan, geçip giden zamanın vagonlarına kendinden çok yazdıklarını koyarak büyük yolculuğa dahil olan bir imge çizilir. Çok iyi bir okuyucu olduğu romanları kadar edebi denemelerinden de anlaşılan Pamuk, okumak üzerine, sonsuz derecede okumanın iflah olmaz bir şey olduğunu, okumaktan başka bir şey yapamayacağını çoktan kabul etmiş birinin dinginliği, hatta coşkusuyla konuşur. Sessiz Ev, Cevdet Bey ve Oğulları romanlarında, doğu-batı arasındaki uçurumu kapatacak bir ansiklopedi yazmak isteyen karakter ile tarihçi kardeş karakteri, yaşanmamışlığı okumak ve yazmakla kapatmaya çalışanların temsili olarak görebilirve okumanın yarattığı birinci ucun emarelerine örnekler olarak sayabiliriz. Yeni Hayat romanında yolculuğu bitmeyen yolculuklarda, arayışı bitmeyen arayışta arayan kahramanın sonsuz yolculuğu, Benim Adım Kırmızı’da nakkaşların körlükle biten hep çizme eylemi (bu yazı için bir okuma metaforu olarak) üzerine kurulu nakkaşlık macerasını, Beyaz Kale’de birbirine dönüşen kahramanların akıbetini, Kara Kitap’taki Galip’in döngüsel arayışı da ikinci ucun emareleri olarak okuyabiliriz. İkinci gruptaki örnekleri başka haller, başka bedenler ve başka zamanlarda olma arzusunun ve elbette devamlı okuma tutkusunun dışavurumları olarak okuyabiliriz.
Toparlasak, Pamuk’un eserlerinde okumadan neşet etmiş iki uçlu yaşanmamışlık ince bir keder şeklinde dolanır ve sürekli ikiz temasının ikameleriyle yatıştırılmaya çalışılırken, Altınel bu basıncı yahut bu arzuyu şiire/çeviriye ve gezmeye tevil etmiş gibidir. Batur’da ise “obur” denebilecek bir okuma ve yazma iştahı şeklinde görünür olan bu itki onu canhıraş bir şekilde üretmeye itmiştir. Bu süreç Batur’da hep bir kemale erememe kaygısının gölgesinin metinlerine vurmasına ses çıkarmayarak, hatta bu gölgeyi sürekli çağırarak işler. Borges gibi Pamuk, Batur ve Altınel de yaşadıklarından çok okuduklarından yapılmış gibidirler. Okudukları onlara okumayacaklarından bir benlik bahşetmiştir. Bu yüzden okumayacaklarından (yaşamayacaklarından) müteşekkil bir benlikle yine okumaya, okumanın bir başka varyantı olan yazmaya sığınmışlardır.
Öteki ben
Okuma eyleminde bana eşlik eden birçok yabancı yazarın yanı sıra bu üç ismi muhayyilemde umdukları, buldukları ve bulamadıkları üzerinden karşılaştırmak, kıyaslamak ya da aynı mekân içinde bir araya getirmekten hoşlanırım. Pamuk’un bazen bu iki yazarın bir düşü olduğunu düşünürüm, Pamuk’un düşü de salt kitaplardan yapılmış bir başka Pamuk’tur. Pamuk, yaşanmayacak olanı seyahat etmek ve okumaktan çok oylumlu romanlarıyla, türlü türlü kurmacalarla kapatabileceğini umar sanki. Altınel sayfalar arasında katedilecek bir uzun yolu bizzat gezerek kateder, kalın ve çokça dolmuş pasaportuna karşılık külliyatı incedir, asıl külliyatının pasaportu olduğu söylenebilir. En başa ya da en sonuna eli boş döneceğini (yalnız ve yabancı) bile bile gitmeye çalışmak, oturup yazmaktan ne iyi ne de kötüdür, sadece bu isteğin başka bir formudur. Ve kanımca Bu üç isim hep “dolaşır bir ateşböceği gibi kendi aydınlıklarında”.
Okuyuculara okumayı sevdirdikleri kadar okumadan türeyen mezkûr halin içinde yarenlik etme imkânı bahşeden bu üç yazar üzerine sıkça düşlediğim bir fanteziyle bitirmek istiyorum yazıyı. Pamuk’u denize nazır bir evin içinde, pencerenin ardında görünen masasına oturmuş, çalışırken hayal ederim (Yeni Hayat romanının ilk baskısının kapağından mütevellit bir görüntü). Arada bir başını çalışmasından kaldırdığında, dışarıda deniz ve ev arasında duran, elinde bavuluyla gelen Altınel’e bakan Batur’a baktığını düşünürüm (bu üçüne bakan kendim ve kendimi izleyen bir başka ben –masa başındaki ben– de ara sıra bize katılır). Pamuk bu yabancı evin en evcimen kişisidir. Batur ev ve deniz ve denizin yolculuk çağrısı arasında kalırken, Altınel hepsinden öteye gidip gelebilendir.
Son olarak bu hayallerin kolaycılığından, mezkûr analojilerin indirgeyiciliğinden, okuma tutkusuna sığınırım.
•
[1] Birinci uçtaki yaşanmamışlık için artık yaşanamayacak olanın kastedildiğini söylemek lazım. Hatta kavram yerine pekâlâ “geç kalmışlık” kavramı da kullanılabilir. Dünyayı tanıma ve anlamlandırma çabası neticesinde kişinin kendi konumu ve varmak istediği yer üzerine yaptığı muhasebeden doğan zamanın geçmiş kipine çekimlenme duygusuyla sarmalandığı bir yer, başka bir ifadeyle Nurdan Gürbilek’in “benden önce bir başkası”nın ulaştığı yer diye tarif ettiği bir durum. Bu bilince varıldığında kişi artık içinde bulunduğu imkânsızlıkların penceresinden hayata bakar; kendinden hep öte, hep ileri gördüğü ve asla görmekten kaçınamayacağı ideal bir yer ya da kültüre duyduğu yoğun ilgi ve kendini oraya iliştirme ihtiyacı içinde bulmasına karşılık gelir. Fiziksel bir geç kalmışlığın boşluğunu kitapla/okumayla telafi etme çabası da bu duygudan neşet eder.