Nil Yalter bir yazar- sanatçıdır*

Dünyanın, Türkiyeli feminist sanatçı olarak tanıdığı Nil Yalter, Türkiye’de sergilenen en geniş koleksiyonu “Kayıt Dışı / Off The Record” ile Arter’de...

27 Ekim 2016 13:45

Tüm dünyanın Türkiyeli feminist sanatçı olarak tanıdığı Nil Yalter, Türkiye’de sergilenen en geniş koleksiyonu “Kayıt Dışı / Off The Record” ile Arter’de. Sanatçının, üretim süreci boyunca edebiyatla ve sözcüklerle olan güçlü ilişkisi ise özellikle keşfedilmesi gereken bir yanı.

“Yalter birleştirir. Cinsiyetleri, ulusal kimlikleri, toplumsal statüleri yüzünden marjinalleştirilmiş olan herkesin mücadelesine değer atfeder. Bedene zulmeden sistemleri altüst etmek için arzunun gücünden yararlanır. Hiyerarşilerden uzak heterotopik mekânlara işaret eder ve kurulu düzenin zamanını, eğilimlerini ve sınırlamalarını aşan bilgiler biriktirir. Belgeseli ve şiiri birleştirerek, aynı anda hem bireylerin hikâyelerine dikkat çeken hem de onların mücadelelerinin evrensel yankılarını gün ışığına çıkaran özgün bir görsel dil kurar.”
Eda Berkmen

1965 yılında henüz 27 yaşında Paris’e göç eden Yalter’in sanatı sınırlar, göçler, çok dillilik, dilsizlik, vatansızlık ve toplumsal cinsiyet rolleri arasında şekillenirken her zaman disiplinlerarası bir izleği takip ediyor. Sanatçının videodan, fotoğrafa, oradan tuvale ve performansa uzanan çeşitli üretimleri arasında birçok eserinin çıkış noktasında edebiyata rastladığınızda Philippe Artières’in sanatçı üzerine yazdığı “Duyarlı Bir İsyan” yazısında da değindiği gibi karşınızda bir çağdaş sanatçının ötesinde bir yazar-sanatçı olduğunu fark ediyorsunuz. Sadece bugünün değil ürettiği her çağın görmezden gelinen, konuşulmayan, yani kayıtlara geçmeyen insan hikâyeleri Yalter’in sanatının tam da merkezine yerleşiyor ve en önemli öznesi haline geliyor. Tüm bunları yaparken dilden, sözcüklerden ve edebiyat eserlerinden nasıl beslendiği ise bu yazının temel konusu. Bunu Nil Yalter’i bir sanatçıdan öte yaşadığı her çağın “hikâye anlatıcısı” olarak görmek için bir fırsat olarak görebiliriz. Sanatçının Arter’de karşımıza çıkan eserlerinden ardında edebi bir ilham barındırdığını bildiğimiz ya da sanatçının bir hikâye anlatır gibi yarattığı işleri “Orient Express” (1976), “Le Chevalier d’Eon” (1978), “Harem” (1979-1980), adlı eserleri yazının odağına yerleşirken bir taraftan da elli yıldan fazla zamandır üreten, soran, sorgulayan, görünmeyeni gösteren bir sanatçının ayak izlerini edebiyat bağlamında takip ediyor olacağız.

Şiir eşliğinde bir yolculuk: Orient Express

“Çoğaltıyor yeşili, böylece dost Kybele
Kayadan su sızdırıp çölü çiçek yaparak”

Orient Express1883 ile 1977 yılları arasında Paris’ten İstanbul’a kadar sefer yapan Orient Express (Şark Ekspresi) ilk dönemlerinde diplomatların ve sanatçıların, sanayileşme sonrası ise işçi ailelerinin Paris ile İstanbul arasındaki yolculuklarının en büyük tanığı oldu. Özellikle 1970’li yıllarda çok sık Türkiye’yi ziyaret eden Yalter, trenin son yıllardaki seferlerinden biri ile 1976 yılında Lyon Garı’ndan hareket ederek Milano, Venedik, Belgrad ve Sofya’dan geçerek sonunda İstanbul’a varır. Bu yolculuk desenler, fotoğraflar, polaroidler ve videodan oluşan yerleştirme işini ortaya çıkarırken polaroidlerin altında ve üstünde sanatçı hem Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri kitabında yer alan “Çingeneler Yolculukta” (1952) şiirinden Fransızca pasajlar hem de Jean Paul Clébert’in çingeneler hakkındaki sosyolojik araştırma kitabı Les Tziganes’dan (1962) Roman halk şarkılarının sözlerini kullanır.

Baudelaire, “Çingeneler Yolculukta” şiirinde sakin ve doğayla iç içe bir yolculuk hayal ederken Clébert’in sosyolojik araştırmasından alıntılanan Roman halk şarkısı ise çingenelerin sessizlik, açlık ve keder anlatılarını yansıtmaktadır. Bu iki alıntıdaki zıtlık Yalter’in tam da yapmak istediği ve çoğu zaman yaptığı gibi görünen ile görünmeyenin, hayal edilen ile gerçeğin, kayda geçen ile kayıt dışının çatışmasından beslenerek güçlü bir anlatı oluşturur. Bir tarafta bir şairin hayalleri ve romantikleştirilmiş bir çingene yolculuğu varken diğer tarafta bir halkın keder dolu hayatına tanıklık etmenin en pür hali olan bir halk şarkısı vardır.

Eon Şövalyesinin Tuhaf Yazgısı

“Kadın mı, erkek mi?” “Chevalier” gözümüzün içine bakıp cevap veriyor: “Evet, kesinlikle öyle.”

Yalter, “Le Chevalier d’Éon” (1978) adlı eserinde Pierre Pinsseau’nun, L’Étrange Destinée du Chevalier d’Éon (Éon Şövalyesinin Tuhaf Yazgısı, 1945) adlı biyografik romanından etkilenerek bir arkadaşının cinsiyet geçiş sürecini belgeler. Yaşamının bir bölümünü erkek beyanıyla bir bölümünü kadın beyanıyla devam ettiren bir diplomat, ajan ve asker hakkındaki bu biyografik kitap sanatçının “Le Chevalier d’Éon” eserine ilham verir. 15 dakikalık siyah beyaz bir video, fotoğraf ve polaroidlerden oluşan yerleştirme Yalter’in arkadaşının geçiş süreci öncesi ve sonrası görüntülerinden oluşur.

Yedi Yıl Savaşları sırasındaki kahramanlıkları ile tanınan Éon Şövalyesi hayatının ilk 49 yılını erkek kimliği ile geçirir. Fakat kraliçenin emri ile özel bir görev için toplumsal bir kadın kılığına girerek Rusya’ya gider ve bu görevden başarıyla döner. Bunun üzerine hayatının son 33 yılını kadın beyanıyla yaşayarak geçiren Éon Şövalyesi’nin bu akışkan hali insanların onu toplumsal cinsiyet rollerine göre sınıflandırmakta zorlanmasına sebep olur. Chevalier d’Éon hakkındaki en çarpıcı iddia ise onun biyolojik kadın olarak doğduğu ve hayatının ilk 49 yılı toplumsal bir erkek kılığında yaşadığıydı. Tüm bu iddialar Mary Wollstonecraft ve Mary Robinson gibi 18. yüzyılın önde gelen feministlerinin de oldukça ilgisini çekmişti. Öyle ki, Chevalier d’Éon kadının kamu ve siyasetteki büyük potansiyelinin bir örneği olarak feministler tarafından sahiplenildi ve o da yaşadığı süre boyunca bu sahiplenmeye itiraz etmedi.

Le Chevalier d'EonChevalier d’Éon’un hikâyesi, Yalter’in arkadaşının cinsiyet geçiş sürecini görüntülediği işine ismini verir. Nasıl ki Chevalier d’Éon yaşadığı dönemde akışkan kadın ve erkek imgesi ile akılda kalıyorsa, Yalter’in arkadaşı da karşımıza başlangıçta boğazlı kazağı ve kocaman gözlükleri ile cinsiyet geçişinden önceki görüntüsüyle çıkarken videonun sonuna doğru elbisesinin üstünden belli olan göğüsleri, makyajı ve tavırlarıyla yeni hayatına merhaba der gibidir. İkili cinsiyet kalıplarına sıkışmayı reddeden, “kadın mı erkek mi?” sorularını muğlakta bırakan bu karakter çağını aşan bir iş olarak akıllara kazınır.

Toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği, henüz popüler bir başlık olmadan önce Yalter’in gündemine çoktan girmiştir. Yalter’in “Le Chevalier d’Éon” adlı yerleştirmesi henüz 1978 yılından günümüz birçok queer sanatçısını geride bırakan bir cinsiyet akışkanlığına sahiptir. Aynı şekilde söz konusu feminizm olduğunda kimse henüz mutfağı konuşmuyorken özellikle göçmen kadınlarla yaptığı işleri ile Yalter mutfağa girmiş, mutfağın bir parçası adeta bir tencereden tavadan farksız olması beklenen işçi eşlerinin hayatlarını kayıt altına almış, onların hikâyelerini görünür kılmıştır. Fakat “Le Chevalier d’Éon” ve iki cariye arasındaki tutkudan yola çıkarak oluşturulan “Harem” yerleştirmesi özellikle arzuyu bir başkaldırı, bir mücadele yöntemi olarak kullanılmasıyla ön plana çıkar. Bu yüzden videonun başında gözümüzün içine tüm arzulardan ve tutkulardan azade bir biçimde bakan orta yaşlardaki bir adam, dönüşümü ile birlikte içindeki tüm arzuyu dışarı çıkarmanın gururuyla karşımızdadır.

“Hayatım boyunca dürüst bir adam, çalışkan bir vatandaş, cesur bir asker oldum, kadın olmanın ve erkeklerin öylesine gurur duyduğu nitelik ve erdemlerin cinsiyetimde eksik olmadığını kanıtlayan çok sayıda kadının arasında anılacak olmanın zaferini yaşıyorum.”

Videonun sonlarına doğru Yalter’in arkadaşını monitoru çarpraz olarak kesen bir şekilde uzanmış olarak görürüz. Kadrajı çapraz bir V şekli oluşturacak şekilde kaplayan görüntüsünde karakterimiz elinde sigarası ile yukarıdaki cümleyi Fransızca olarak iki kez tekrar eder. Bu sözler, La Fortell’in 1979’da yayımladığı La Vie militaire, politique, et privee de Mlle d’Éon başlıklı kitaptan bir alıntı. (dipnot: Başak Ertür, Le Chevalier d’Éon Aynaların Yabanında Bahse Tutuşmak) Kitap, Eon Şövalyesinin yaşadığı dönemde onun neden cinsiyet geçiş sürecini başlatmaya ihtiyaç duyduğunu açıklamak üzere yazılmıştı. Bu kitap, Pierre Pinsseau’nun Eon Şövalyesinin Tuhaf Yazgısı’ndan farklı olarak d’Éon’un hayatının büyük kısmını toplumsal bir erkek performansı için geçirmek zorunda kalmış bir kadın olduğuna dayanıyordu.

Yalter, henüz konu üzerine kuramlar dahi geliştirilmemişken “Le Chevalier d’Éon” ile cinsiyetin akışkanlığı ve muğlaklığı üzerine hem dilin hem de görsel sanatların tüm imkanlarından faydalanarak bu konuda da öncü bir isim olmayı başarır.

Kadınlar arasında: Harem

“1968 olaylarının içindeydim, olayları Paris’teyken yaşadım. (...) Feminizmle tanışmam Simone de Beauvoir’ın yazdığı İkinci Cinsiyet (The Second Sex) kitabını keşfetmemle oldu, 18 yaşındaydım, yani 1956. (...) 1968 olayları bittikten sonra müthiş bir feminist şuur başladı. 1971’de 343 kadın ‘Ben çocuk aldırdım’ diye imza attı ve büyük savaşlar verilerek kürtaja izin veren bu kanun çıkartıldı. 1972’de Fransa’da kadın sanatçılar son derece şuurlu gruplar kurdu, onlardan birini de ben kurmuştum. Her ay iki defa birimizin atölyesinde oturup o günün Fransa’sında kadının sanat dünyasındaki yerini konuşurduk; istatistikler yapardık ve bu buluşmalar herkese açıktı.” Pınar Turanlı, “Nil Yalter: Ümitle Yaşamak, Çalışmak Lazım”, Lebriz Sanal Dergi

HaremYalter’in 1979-1980 tarihli “Harem” serisi, haremde yaşayan Dilaver ve Nakşedil adlı iki cariyenin arasındaki tutkuyu konu eder. Ekran içinde ekranların yer aldığı videoda bir kadın bir taraftan hikâyeyi aktaran iken diğer taraftan hikâyenin bir öznesi gibidir. Boğazlı siyah kazağı ile ayakta duran ve ekranda görülen kadın gözünü okşayarak iki cariyenin hikâyesini anlatır. Bu anlatı sırasında kadının göğüs ucunun sertleşerek dikleştiğini görürüz. Görmezden gelinen kadın arzusunun adeta göze sokulması olarak nitelendirilebilecek bu görüntü Yalter’in sadece bir sanatçı değil aynı zamanda öncü bir feminist olmasından da kaynaklanmaktadır. Kadının görmezden gelinen arzusu hemcinsine duyduğu arzu ile açığa çıkarılır.

Sanatçının yine bir kitaptan referansla oluşturduğu “Harem”in videosuna ilham olan Türkçede yayımlanmış olsa da günümüzde baskısı bulunmayan Norman Mosley Penzer’in Harem (1936) adlı kitabıdır. Yalter, Osmanlı döneminde hareme girmesine ilk kez izin verilen Batılı olma özelliğini taşıyan Lady Montagu’nun mektuplarına odaklanmıştır. Video boyunca anlatılan iki cariyenin hikâyesinin gerçekliğine dair kesin bir kanıt olmamakla birlikte videoda masal ile gerçek iç içe geçmiş gibidir. Yüzyıllarca hem Doğulu hem Batılı erkeğin fantezi öğesi olan haremin yeniden ve bambaşka bir şekilde üretimi diyebileceğimiz video bir kitaptan etkilenmiş olmasının yanı sıra Yalter’in sıfırdan bir hikâyeyi yaratımının da örneği niteliğindedir.

“Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor” ve diğerleri

Bunun yanı sıra sanatçının edebiyat ile güçlü ilişkisini görmek adına, “El Kapıları ve Konfeksiyon İşçileri” (1983), “La Roquette, Kadınlar Hapishanesi” (1974) ve “Deniz Meslekleri” (1982) gibi işlerinden de bahsetmek gerekir. “La Roquette, Kadınlar Hapishanesi”, Paris’in 11. bölgesinde yer alan La Roquette hapishanesinin eski mahkûmlarından Mimi’nin hikâyesinin fotoğraflar, desenler ve video yoluyla anlatımıdır. Videoda yüzünü görmediğimiz Mimi adeta bir hikâyeyi dile getirir gibidir. Neon ışıklı “Terre Mer” (Toprak Deniz) yazısı altındaki ekranda sarı yağmurluğu ile bir denizciyi, dev bir yelkeni dokuyan kadın işçiyi, gemileri ve çuvalları izlediğimiz yerleştirme üç kadim denizci şamanın yolculuklarını anlatan ilk Fince epik şiir Kalevala’dan esinlenerek yaratılan “Deniz Meslekleri” de yine bir şiirden yola çıkılarak yaratılmıştır. Sanatçının en çok bilinen “Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor” serisinin bir parçası olan “El Kapıları ve Konfeksiyon İşçileri”nde göçmenlerin yaşantıları motifler ve fotoğraflar eşliğinde sergilenirken eserlere Nazım Hikmet ve Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirleri eşlik eder. Elbette seriye eşlik eden şairlerin bu isimler olması bir tesadüf değildir. Yalter’de gurbet konusu kendi benliğinden çıkıp, işlediği konulara ve işlere eşlik eden sözcüklere kadar bir bütünlük oluşturur. Yalter’in kendisi de bir göçmendir, her zaman kadrajın dışında kalan göçmenleri eserlerinin tam ortasına yerleştirir ve elbette bu eserlerin eşlikçisi olan dizelerin sahibi şairler de hayatları boyunca gurbetliğin ne demek olduğunu bilen ve bunu işleyen şairlerdir.

 

*Philippe Artières “Duyarlı Bir İsyan” yazısında Yalter’i yazar-sanatçı olarak tanımlar.