Kara Kıta’nın sınırlarında bir oyunbozan: Sine Ergün

“Bir Kanun Hükmünde Kararname ile gökyüzüne tırmanmak yasaklan”ana kadar gökyüzüne kelimelerden halatlar fırlatacağız. İşte Sine’nin de yaptığı, tam olarak bu

27 Ekim 2016 14:00

“Uykum var, dedi kadın, sanırım düş göreceğim.”
(Baştankara, 2016, s.16)

 

Köhne, çivileri fırlamış, tahtaları kırılmış, sıvası dökülmüş şu zamanlarda su çürüdü, tuz koktu. Peki biz, hepimiz? Hüznümüz, şenliğimiz, coşkumuz, acımız, sevincimiz, durmamız, eylememiz hemen hepsi fazlasıyla yaldızlı, gürültülü değil mi? Küçük büyük ne yaparsak yapalım kadrimizin kıymetimizin bilinmesini, önemsenmeyi istemiyor muyuz? Çoğu zaman, kestiğimiz pozlarda kaybolup aslımızı unutmuyor muyuz? Çok hızlı can ciğer aşk bal kuzu bebek gül bülbül sevdicek bitane oluyor, kucaklıyor sevgiler gönderiyor öpmüyor muyuz? Buradan, yine çok hızlı allah belanı versin yoluma çıkmasın canına okurum telefon ederse suratına kaparım evresine geçmiyor muyuz?

Baştankara, Sine Ergün, Can YayınlarıDilimizden, tenimizden, terimizden, hayallerimizden, hayatlarımızdan kelimeler hiç geçmemiş, onlara hiç teslim olmamış; kirimizden, çirkinliklerimziden, fazlalıklarımızdan, insan olmaklığın kötülüğünden arınmayı öğrenmemişiz gibi.

Velhasıl, içinde debelendiğimiz çok çiğ, çok kokuşmuş bu çağda biz de az ya da çok çirkiniz, kötüyüz.

 

“Yaptığımla övünmüyordum ama suçluluk duyduğum da söylenemezdi.”
(Bazen Hayat, 2012, s. 38)

İşte Sine Ergün’ün Baştankara (2016), Bazen Hayat (2012), Burası Tekin Değil (2010) adlı üç kitabındaki öyküleri, gürültümüze ayna tutup çirkinliklerimizi, kötülüklerimizi gösteriyor. Kibrimizi, kıskançlıklarımızı, hırslarımızı... Nesnelerle örülü sıkış tepiş yaşam alanlarımızda farkında olmadığımız boğulmalarımızı... Öfkemiz, hırçınlıklarımız, sonsuz tüketme arzumuzu, kariyer planlarımızı, kestiğimiz pozları, çok sözü, yüksek sesi... Üzerimize yüklenenleri, bizden beklenenleri... Edebiyatın “büyülü” addedilen tuzaklarına düşmeden, “edebiyat parçalamadan”, çok konuşmadan, hatta susarak.

Hepimizi soyunmaya, çırılçıplak kalmaya, hayatımızın ve dışındakilerin gürültüsünü kesmeye davet ediyor. Sancılı bir yüzleşmeye. Vaat ettiği ise sadece çıplaklık ve sessizlik. Evet, hiç de tekin olmayan bir dünya.

Peki nasıl yapıyor bunu? Sınırlarda dolaşan dil, biçim, biçem arayışlarıyla, öykü kişileriyle.

 

”İşten ayrılmıştım, boştaydım, hayatınla ne yapacağını bilemezsin, öyle bir şey.”
(Burası Tekin Değil, 2013, s. 35)

Gündelik yaşamın içinde hiçleştireni değil bunlara maruz kalanı kurcalıyor, onun içinde geziyor ve okucuya onun dünyasını açıyor Sine. Oradaki çıkışsızlığı, ikilemleri, kararsızlığı, hayal kırıklığını, umutsuzluğu, özlemleri, olmamışlığı, aylaklığı, tutunamamışlığı... Bunu yaparken de hiçbir zaman “mağdurun dili”ni kurmuyor, bir mağdur yaratmıyor.

Öykü kişileri, toplum ve devletçe “makbul” olanlar ve olmayanlar. Ancak onun derdi daha çok arafta kalanlar. Ne yapacağını bilemeyenler.

Bazen Hayat, Sine Ergün, Can YayınlarıBozuk ve karanlık bu dünyada salınan, önünden geçip gidilen, gözardı edilen hatta hiç görülmeyen, önemsenmeyen... hayatı roman olmayacak kişileri öykülerine konu edinen yazar okuyucuyu kendine döndürüp öykünün bittiği, durduğu yerden kendi hakikatiyle onu baş başa bırakıyor. Ama elbette öğretmiyor, mesaj vermiyor, yol göstermiyor, bir son/sonuç çizmiyor.

Toplum, devlet, aile, eğitim, inanç sistemleri... tüm bunların bu insanların ruhsal ve gündelik hayatına nasıl çizikler attığını, hangi yaraları açtığını dert ediniyor. Ancak ne bunlardan şikâyet ediyor ne bunlara teslim oluyor ne de çözüm için büyük cümleler kuruyor. Gösteriyor, gidiyor ya da kaçıyor. Nedenleri, sonuçları, süreçleri, öncesi, sonrası... hemen hepsini okurun sırtına yükleyip bırakıyor. Dönüp kendisine bakması gerektiğini belki sadece fısıldıyor ona.

Sine’nin ilk kitaptan üçüncüsüne meselesi, anlattığı/gösterdiği hep aynıymış gibi gözükmekle beraber reddedişin, tutunma/tutunamama, bilme/bilememenin, ait olma/olamama sancıları, ağrıları, yıkıcılığı gündelik yaşamda şiddetini arttırdıkça ana kişilerin gitmek/kalmak, durmak/eylemek, konuşmak/susmak... arasındaki tercihleri değişiyor, muğlaklaşıyor. Mutlak olan/addedilen her ne varsa onun reddedilmesi öykü kişilerinin, özellikle ana kişilerin ve yazarın edebiyatın, dilin, biçimin, biçemin sınırlarında dolaşma hâli gittikçe güçleniyor. Kişileri de kendisi de sınırlarda gezen bir yazar olarak, kalemiyle sınır boyunca gidip geliyor, sınırları kaldırıyor, yeniden çiziyor, genişletiyor...  Mutlak bir tercihi yok. Önerdiği ise belki bu gezinme, zaman zaman aylaklık, belki de hiçbiri.

Ne kendisi ne de kişileri bir Bay C. ya da  Kâtip Bartleby. Üç kitabında tekrar tekrar dolaşırken “Düş mutluları topunuzun canı cehenneme.” (Bener, 2003, s. 15) ya da “Ne çok ayrıntı yaşamın canına okuyor.” (Bener, 2003, s. 18) diyen Bay Muannit Sahtegi göz kırpıyor. Hatta öyle ki Ergün’ün öykülerindeki dünya ve genel ruh hali daha ilk kitabından Bay Muannit Sahtegi’nin Notları romanının hemen girişindeki

“Kolay suçlanabilen: zaman. Beni geride bırakan, koyup giden. Ne atbaşı koşabiliyoruz, ne yarışı önde götürebiliyorum. Böylesine amansız, çılgın, yenik boğuşma. Yazarken sözde dural olan, kaçıyor elimin altından. Nasıl ileneyim bilmem! Hani sövgü öfkeni uyarır ya da yatıştırır. Neden bunca doğuştan uygarsın. Hiç insanca yanın yok. Sevemiyorsun. Savın boş. Nesin sen? Oysa isteyebilsen, istemeyebilirdin de. Hadi oradan, bilinçsizliğimin aç bilinci!” (Bener, 2003, s. 9)

şu cümlelere bağlanıp onunla duygu, düşünce, dil akrabalığını kuruveriyor gibi.

 

“Aslında evden çıkmışken hepten mi gitmek iyisi.” 
(Baştankara, 2016, s. 30)

Tam da bu sebeple belki, hemen her öyküsünü mekân tutan bir ağrı olsa da bu ağrı ne diniyor ne öldürüyor. Öyle ki ne o ağrının içinde kalınıyor ne de o ağrıdan geçilip gidiliyor. Konuşmak isteyip de konuşmamak/konuşamamak, gitmek isteyip de gitmemek/gidememek... hâli.

Belki başka gitmekler: “Bilincimin bir bedeni olsa bir şeyler aradığı söylenebilirdi ne ki aradığım bir şey de yoktu. Gidişlerim hep başkaydı.” (Baştankara, 2016, s. 24)  Bazen de devinimsizlik: “Kente döndükçe buluşur, görüşmediğimiz zamanlarda neler yaptığımızı konuşurduk. Nasılsın, değil, ne yaptın, olurdu soru. Kişi bir tek devinim halinde anlamlıyımış gibi. Sonra hep geçmişin lafı açılırdı.” (Baştankara, 2016, s.22) Bir çeşit bekleyiş. Ancak kendi içinde durağan olmayan, kuran yıkan kuran, derinleşen bir bekleyiş.

 “Bekleyiş artık bekleyecek hiçbir şey olmadığında, hatta bekleyişin sonu dahi olmadığında başlar. Bekleyiş beklediğini bilmez ve beklediğini yıkar. Bekleyiş hiçbir şey beklemez.

(...) Bekleyiş  her şeyi eşit derecede önemli eşit derecede beyhude hale            getiriyor. En ufak bir şeyi beklemek için bile hiç tükenmeyecek gibi görünen sonsuz bir bekleyiş kudretine sahibiz.”  (Blanchot, 2012., s.41)

Bu, tercih edilen sanki. Okuyucu, öykülerde, vaktinde tersi tercihleri yapmış olanları da görüyor. Ancak mutsuzluk, umutsuzluk değişmiyor. Hakikat de. Öğrenilmiş bir bilgi olarak kayda geçiyor,  “Garsonları kızdırmamak gerekir, ve bir yere ait değilsen değilsindir.” (Bazen Hayat, 2013, s. 33)

Unutmanın, hatırlamanın, kalakalmanın, bakakalmanın, durmanın, susmanın öykülerinde kişilerin bir kısmı bunları yaşarken bir yandan da dışında kalmayı tercih ettikleri dünyanın sırlarını, cilalarını döküp onların “-mış gibi”liklerini ifşa ediyor. Sonuç, belki de her şey hep aynı olsa da.

 

“Kimse kimseyle konuşmuyordu. Ne ki uğultu vardı.” 
(Baştankara, 2016, s. 13)

Sine çok konuşmayan, belki de gerektiği kadar konuşan bir öykücü. Kişilerine, dil ve biçim arayışlarına odaklanıyor daha çok. Anlattığını ne mekân, atmosfer ne cisimler, şey’ler ne de sıfatlarla yüklü betimlemelerin ağırlığı altında eziyor. Büyülü gerçekçiliğe, metaforlara göz kırpıyor, asla boca etmiyor.

Coşkulu, fır fır, şıkır şıkır, ışıltılı, kıpırtılı ve kışkırtıcı bir dil değil onunkisi. Tahkiye etmiyor. Susuyor. Bazen “Duygulardan nasıl söz edildiğini hâlâ bilmiyordum.” (Baştankara, 2016, s. 20) diyen öykü kişisi oluyor bazen de Ekin.

“Ekin’i ötekilerden ayrıksı kılan yanı sözcüklere inaçsızlığıydı. Onları yersiz buluyor, duygu ile sözcük arasında kurulabilecek herhangi bir ilişki olasılığında bile önlemini alıyor, laf gündelik hayatın hoşbeşinden öteye gittiğinde kendini kapıyordu.” (Baştankara, 2016, s. 31)

Belli ki sözcüklere inanıyor Sine. Ancak azınlığın dili içinde kendine bir dil, biçim, biçem arıyor hatta bunun çoğunlukça nasıl karşılanacağını düşünme tuzağına düşmeden, bir risk olduğunu bilerek yapıyor. Yersiz yurtsuz kişileri gibi yersiz yurtsuz bir dilin içinden cümle kuruyor. Uzatmıyor, kısa kesiyor. Biz bazı okuyucular bunu seviyoruz. Hele herkesin yazıda dahi bunca konuştuğu, bu geveze çağda.

Burası Tekin Değil, Sine Ergün, Can YayınlarıTürkçe edebiyata eklemlenip eklemlenmemeyi dert edinmeyen, kendi arayışını, inşa yıkım inşa... sürecini önceleyen bir edebiyat tercihi onunkisi daha çok. Biraz ileri gitmeyi hatta had aşmayı göze alarak diyebilirim ki Sine, Türkçe edebiyatta “Kendinizden önce kimleri okudunuz, ustanız kimler, kimlerden etkilendiniz, kendi döneminizden kimleri beğeniyorsunuz, geçmişten ya da bugünden örnek aldıklarınız?..” gibi ezber, eskimiş, alışıldık soruları ve verilecek cevaplarla yazara yüklenecekleri konuşarak değilse de yazarak pas! diyor. Hatta öyküleriyle hepsine nanik yapıyor.

Türkçe edebiyat geleneğinin neresine denk düştüğü de onu nasıl devam ettirdiği de onun öncelikli meselesi değil. Öyküde ne yaptığını, yapacağını, anlattığından çok nasıl anlatacağını dert ediniyor. Yazmanın ve yayınlamanın oldukça hızlı ve çok olduğu son dönemlerde bunun epeyce ıskalandığını, anlatılanda bir oyun, ilginçlik bulma/kurmanın, afili, altı çizilesi cümleler, aforizmalar yazmanın bilinçli ya da bilinçsiz önemli hale geldiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Sine’nin öykülerinde ise altı çizilesi cümle neredeyse yok. Twitter’a 140 karakterlik malzeme çıkarmak hiç de kolay değil!

Çağın edebiyat anlayışının, okuyucusunun beklentileri belirleyici değil onun edebiyatında. Verili/sunulu olan dilin grameri, kuralları muktedirin kılıcına dönüşmüyor. Cümleleri kısa, yer yer biçimce birbirinden kopuk. Noktalama işaretlerini kuralınca değil anlattığının ve biçeminin istediğince, çağırdığınca kullanıyor. Anlatımda sıfatlara, zarflara teknikte derin iç çözümlemelerine, detaylı betimlemelere yüz vermiyor. Orijinal ve başka olmaya çalışmıyor. “Sokak ağzı”nı, hesapsız kitapsız içten gelen, matematiğe çok vurulmamış bir dili belli ki seviyor. Dilinin tanımlanmış, öğretilmiş herhangi bir müdahaleye maruz kalmasını istemiyor, kendi yatağında dileğince akmasını istiyor.

Sayıklayan, mırıldanan bir dil onunkisi ve sesi çok derinlerden gelen. Bu dil, okuyucuyu gürültüden arındırılmış bir boşluğa, bir karanlığa, muğlaklığa çıkarıyor. Orada duygular, renkler, evler, eşyalar, çocuklar, hayaller, beklentiler, planlar, hesaplar, kariyerler... hemen hiçbiri yok. Bakın size öyle şahane bir hikâye anlatacağım ki hepiniz kendinizi ya da kendinizden bir parçayı bulacak ve kitabı elinizden bırakamayacak, büyüsüne kapılacaksınız diyen bir yazar da yok. O, tekin olmayan ama son derece gürültüsüz bir alanın içine bırakıyor, gidiyor. Orası okuyucunun neyle kuşatıldığını göreceği, bir ağrı, bir soru, bir hoşnutsuzlukla kendine dönüp bakacağı bir alan.

İşte orada öykünün kendi üzerine kapanan kapısı, hayatın da edebiyatın da kadim meselesine açılıyor: Yabancı, öteki, kaybeden, tutunamayan, makbul olmayan kişi! Her daim hep azınlık.   

      “Böyle, onlara yabancı, gözlerinde yok, kalamazdım, gidemezdim de. O gün bir yol ayrımında olduğumun ayırdındaydım.

       Ağaçtan ince bir dal kopardım. Gün ağarana dek ağacın gövdesine sürttüm.  Günün ilk ışıklarıyla büyük kanatlarımı onlarınkine benzetmeye özen göstererek kestim. Kara leke.

       Belki bir daha uçamayacaktım ama küçük kanatlarımla beni gördüklerinde bana da onlardan biri gibi bakacaklarını, yeniden sohbetlerine katacaklarını umuyordum.” (Baştankara, 2016, s.53)

Kara lekeliler’e, Tekinsizler’e. Baştankaralar’a da...

“Tavuk ve Civciv” adlı öyküde ana kişisinin dört yaşındaki kardeşi “pazarda boyalı bir civcivin yanlışlıkla bacağını kır”mıştır ve babasına, ona ne yapacaklarını sorar. Baba, “Öldürürler herhalde,” diye cevaplar. “Bu olasığın farkındaydım. Ne ki bu denli rahat ifade edilmesi bana ölümün kendisinden ürkütücü gelmişti” (Baştankara, 1016, s.28) der ana kişi. Dokuz yaşındadır.

Bu korkunç hayat bilgisinin hakikat olduğunu hepimize çocukken öğretmeye başlıyorlar. İstiyorlar ki kabul edelim, kanıksayalım. Onların bu kokuşmuş, çürümüş, kof çağlarına uyum sağlayalım. Başarmıyor değiller. Gürültülü bir çirkinliğin pençesindeyiz.

Bunları soyunmak, çırılçıplak kalıp kara kıtalıların seslerine kulak kesilmek için önce biraz sessizlik. Sonra “Bir Kanun Hükmünde Kararname ile gökyüzüne tırmanmak yasaklan”ana kadar gökyüzüne kelimelerden halatlar fırlatacağız. İşte Sine’nin de yaptığı, tam olarak bu.