Nick Cave’in yas günlükleri: Red Hand Files

"Peki niye yazıyor? Bu sorulara neden muhatap olmak istiyor? Cave’in mektuplarda tevazuyla paylaştığı bilgeliği, hayatta mutlak anlamlar aramak yerine belirsizliklerin peşine düşmeyi sevmesinde yatıyor."

12 Mayıs 2022 20:30

 

Sonsuza uzanan, kesik kesik bir drone melodisiyle açılıyor “Hollywood”, Ghosteen albümünün son parçası. Nick Cave’e özgü o tanıdık tekinsizlik duygusunu ve kasveti derhal soluyorsunuz. Onu kaybettiğinde daha on beş yaşında olan oğlu Athur’a, “hayalet ergen” çocuğa adadığı albümün kapanışı başka türlü olamazdı zaten. Derin bir kederin tortusu var notaların arasında. Ama tekinsizliğin mutlaklığında bir ferahlık hissediliyor sanki. Bir yakarıştan ibaret değil bu parça. Hiddet veya kendine acıma duygusundan yoksun. Mağrur bir Cave değil karşımızdaki. Aksine dinginleşmiş, vakur, hatta bir nebze umutlu.

Albümün adından anlaşılacağı üzere, Arthur’un hayaletinin sızdığı besteler bunlar. Piyano tuşları üzerinde gezinen, sentetizörlerin ağıtının kuytularına tüneyip kaybolan bir hayalet bu. Varlığını sürekli hissettiren ama asla bestelerin önüne geçmeyen. An geliyor, Cave’in apayrı dertlere yelken açtığını sanıyorsunuz. Sonra bir de bakıveriyorsunuz, hayalet boğuk davul darbelerinin çağrısıyla gizlendiği yerden çıkıp babasının matemine eşlik eden koronun gür sesinde tekrar beliriyor. “Herkes birisini kaybediyor, herkes birisini kaybediyor” diye sayıklıyor Cave. Sesi titrek, çatlak. Kendi yasına yenilmek istemiyor ama. Budist kültüründe bebeğinin öldüğüne inanmayan Kisa’nın hikâyesini anlatmaya başlıyor ansızın yaşadığı köyün her hanesinde birilerinin öldüğünü fark ettiği zaman inkâr etmeyi bırakan bir ebeveyn hikâyesinden ilham alıyor. Oğluna adadığı albümün sonunda herkesin sevdiklerini kaybettiğini anlatmak istiyor bize Cave. Kimseden bir farkı olmadığını…

“Vaktimin gelmesini bekliyorum” diye tekrarlıyor on dört dakikalık parça boyunca. Yüksek perdeden, tüyler ürpertici bir feryatla söylediği bu sözler, drone melodileriyle birleşince loop’a alınmış, baş döndürücü bir mantraya dönüşüyor. “Huzur bulmak uzun bir yol. Ve ben vaktimin gelmesini bekliyorum. Huzurun gelmesini bekliyorum.” Dünün öncü, karanlık, asi, kendinden ödün vermeyen rock ikonu, imajını inkâr edercesine kalbinin derinliklerini bütün savunmasızlığıyla açmakta kararlı. Pandora’nın kutusundan onu bir daha asla terk etmeyecek bir hayalet çıkıyor ve parçayı sarıveriyor. Bu besteler kederi kabullenmekten öte, kederle barışma ânı. Varlığın yasa dönüşme ânı.

 

Cave bu hafta büyük oğlu Joshua’yı kaybettiğini kamuoyuna açıkladı. İkinci kez oğlunu kaybetme acısını yaşıyor. Hem de yıllardır kayıp duygusunu, yasını açık yüreklilikle paylaşarak oğlunun ölümüyle başa çıkmaya çalıştıktan sonra. Ghosteen ise küçük oğlu Arthur’un Britanya’nın Manş Denizi kıyısında uçurumdan düşerek ölmesinin ardından çıkan ikinci, oğlunun yasını tutarken baştan sona hazırladığı ilk albümdü. Hazırlanış aşamasında Cave, kederle baş edebilmek için daha önce onun kadar ikonlaşmış hiçbir sanatçının yapmadığı bir işe koyulmuştu: Red Hand Files  (Kırmızı El Dosyaları) adında bir internet sitesi aracılığıyla dinleyicilere kendisine doğrudan mektup yazma imkânı sunmuştu. Özel hayatıyla ilgili olsun ya da müziğiyle ilgili olsun, aralarından bazı soruları seçerek onlara özenle, içtenlikle, zarafetle cevaplar yazmaya koyulmuştu. Cevapları da sitede, herkesin okuyabileceği şekilde yayınlıyordu. Pandora’nın kutusu açılmıştı bir kere.

Mektupların birinde Ghosteen’in sadece bir yas tutma albümü değil, yasla birlikte dünyanın güzelliklerini kucaklama albümü olduğunu anlatıyor Cave. Bestelerin kederli olduğu kadar ümit verici bir yanı da olduğunu yazan bir dinleyiciye şunları söylüyor:

“Her şarkının coşkun ve öforik bir hale doğru yükselme hissi yaratarak, albümün dinleyiciyi dünyanın çok ötelerine götürmesini, mutlu ve umutlu bir yerde yaşamasını istedik. Eğer Ghosteen’de hüzün varsa, belki de bu dünyanın görkemini sıklıkla görmezden geldiğimizin ve harikaları karşısındaki umursamazlığımızın kabullenişindedir. Belki de dünyanın gerçekten de güzel olduğunu kabullenmektir hüzünlü olan, avuçlarımızın içinde döndüğünü ve güzelliklerinin, eğer görmek için gözlerimiz varsa, herkesin erişiminde olduğunu.”

Ghosteen yasla doğuyor, yasla soluk alıp soluk veriyor. Ama Ghosteen’deki yas bir bitiş veya tükeniş değil, dünyaya yepyeni gözlerle bakmayı sağlayan bir hal:

“Belki de şarkılar ruhlar dünyasıyla, sevdiklerimizin yokluğuyla canlanan bir çeşit sohbete dönüştüler. Belki de gidenlerin hayalete dönüşmüş biçimleri dört bir yanımızdalar ve yaratma eylemi onları mıknatıs gibi kendine doğru çekiyor. Belki de hayatta olmak ve yeryüzünde bulunmak, böyle bir zamanda ve tüm olumsuzluklara rağmen, olabilecek en nadir ve arzulanan şey. Sanatla uğraşmak ise öylesine biricik ve rastlantısal ki, gelip bu deneyimin bir parçası olmak istediler.Ghosteen şarkısında bir bebek ayı gemiyle aya seyahat ediyor; işte karanlığın içinde yıldızlara yelken açan o gemidir Ghosteen, yolda ateşböcekleri ve çocuk ruhlar toplayan bir kalyon. Ghosteen kimi zaman demiri vira etmiş ve evsizmiş hissi yaratabilir. Ancak seyir yönü belirgin şekilde cennete çevrili, mürettebatı neşe içinde, dünya gülümsüyor ve güneş yeryüzünün kenarından parıldıyor.”

Vahşi yeraltı şiirleri

Bir sanatçının eserini yaratırken niyetini, düşüncelerini, hissettiklerini belagatle anlatması daima büyüleyicidir. Ama Cave’in savunmasızlığını gizlemeden, insanlarla dertleşerek dirence dönüştürme deneyinde bir iyileşme çabası de sezmek mümkün. “Kendinizle hep böyle dürüst müsünüz?” ve “Hangi sorulara cevap vereceğinizi nasıl seçiyorsunuz?” gibi soruları yanıtlarken, neden böyle bir işe kalkıştığına ve hayatında nasıl bir etkisi olduğuna dair de bazı ipuçları veriyor Cave:

“Şair David Whyte, ‘bilinçli ve bilinçdışı bütün yalanların arkasındaki sebep kaybetme korkusudur’ diye yazar. Bu sözün ne kadar doğru olduğunu gördüm. Oğlum öldükten sonra karanlıktan dünyaya yeniden adım attığımda daha yeni anlamaya başladığımı düşündüğüm bir hediyeyi yanımda getirdim”

Cave, bu ikircikli duyguyu düelloya davet için yere atılan eldivenin içindeki bir hediyeye benzetiyor. Yalnızca hayatın size meydan okuması sonucu kendinizi dönüştürebileceğiniz, iyileştirebileceğiniz bir “başa çıkma” yolu açılıyor önüne.

“Ailemin ve benim bir sınavdan geçip hayatta kaldığımızı hissettim. Taşıdığım bu hediye, kendimle ve başkalarıyla dürüst olma özgürlüğüydü, çünkü gizlenecek hiçbir şey kalmamıştı. Etrafımda inşa ettiğim koruyucu kabuk, eski hayatım paramparça olmuştu. Teşhir olmuştum ve savunacak bir şeyim kalmamıştı artık. Eldivenin içindeki hediye kendime ve dünyaya karşı yepyeni ve katıksız bir dürüstlüktü.”

Red Hand Files bu özgürlük alanını açıyor ona. Dürüstlüğü özgürlük olarak tanımlaması ayrıca anlamlı – çünkü kendini yanıltmadan, zaaflarını gizlemeden, takdir edilmenin şehvetine kapılmadan dürüst olmayı seçmek her zaman kolay olmuyor. Hele hele imajı kutsanan, yıllarca uçlarda yaşamış bir sanatçı için. Bunu kendisi ve başkası için anlamlandırabilmesi, bu mektupları özel kılan şeylerin başında geliyor. “Dürüstlük, kişinin savunmasızlığının ilanıdır sadece –savunmasızlığın keskin ve parlak ucu– ve gerek kendi savunmasızlığım gerekse başkalarının savunmasızlığı sonunda bir çeşit ortak zırha dönüştü” diyor Cave. Basit bir kişisel gelişim reçetesinden ibaret değil ama anlattığı. Amacı kendini iyi olmaya telkin etmekten ziyade, insana daha anlayışlı davranması. Yüzleşmeyi sağlayan ise bu radikal anlamlandırma çabası:

“Nihayetinde elimizdeki tek şeyin kendi gerçeğimizi ve kendimizi nasıl anlamlandırdığımız olduğunu öğrendim. Kendi kendimize yetebiliriz, yeter ki buna izin verelim. Red Hand Files’ı paha biçilmez kılan da bu. Gelen, o çoğu zaman öylesine çıplak ve hasarlı ve dürüst sorular bana bir kurtuluş imkânı tanıyorlar. Bu sorulara bir tek ben erişebiliyorum, rehin alınmış bir karşılıklı ihtiyaç dünyasına girermişçesine. Soruları her gün okuyorum, günde belki 50 tane, belki de daha fazla. Onları okumak tuhaf, vahşi yeraltı şiirler okumaya benziyor. Tıpkı şiir gibi dikkatle ve özenle okunmalılar. Bunu yapmak benim günlük çalışmamın asli bir parçasına dönüştü. Cevap verebileceğimi düşündüklerimi bir dosyaya koyuyorum. Bir şeyler yazma vakti geldiğinde, cevaba ihtiyaç duyan bir soruyu seçiyorum. O soru her zaman önüme çıkıveriyor, sanki cevaplanma sırasını bekliyormuş gibi. Sorular arasında evimde gibiyim, yücelmiş ve korunmuş. Bu uğraş her neyin nesiyse ve beni her nereye götürüyorsa, bir parçası olmak benim için büyük bir onur.”

Bu sorular aynı zamanda bir diyalog imkânı. Zira bir ya da birkaç kişiyle söyleşmenin daha mahrem bir yanı var. Birisine dokunabilmek, güzel cümleler kurmaktan ya da herkesin acısına merhem bir söz söyleme iddiasını taşımaktan farklı meziyetler gerektiriyor. Boşluğa konuşmaktan, ya da büyük kitlelere hitap etmenin getirdiği muhatabın belirsizliğinin, “tribünlerin” sağladığı ehliyetten mahrum bırakıyor. Hayatın ister istemez ikircikli olduğunu, çerçevenin siyah ve beyaz kenarları arasındaki o gri okyanusun ortasında ne pahasına batmadan ilerleyebildiğimizi anlayabilmek edebiyat ve sanatın asırlar boyu gayesini oluşturdu aslında. Ancak duygularını basitçe, zarifçe ve mutlak bir tevazuyla ifade edebilmek bir rock yıldızından beklenen en son şey olurdu herhalde.

Red Hand Files’taki mektuplarda zaman zaman Cave’in yasını algılama çabasını da okuyoruz. Cave’in yasa, hayatında biricik bir insanı kaybetmeye, ancak neredeyse herkesin hayatta benzer bir duygu yaşadığının idrakine dair yazdıkları gündelik hayat ve hayat felsefesi arasında gidip gelen, yeri geldiğinde şiirsel, yeri geldiğinde yalın, bir o kadar da sahici bir varoluş biçimini anlatıyor. Özellikle Carol ve Luna adlı iki kişinin sorusuna verdiği cevap, yas duygusunu en güzel tasvir eden metinler arasına girebilecek bir içtenlik ve derinliğe sahip.

Carol adındaki dinleyicisi şunu soruyordu:

“Güzel oğlumuz Dominic’in ani ve trajik ölümünden sonra kardeşim Ghosteen’i dinlemememi önerdi. Ama ben, kendisine söyleneni asla yapmayan oğlum gibi, albümü (dinleyip) avutucu ve teselli edici buldum. Ancak yine de bu güzel, ama çoğu zaman acı veren dünyada yaşamayı sürdürmek için bir neden bulmakta zorlanıyorum. Böylesine bir yıkımın ardından siz ve aileniz nasıl bir anlam yaratabildiniz?”

Luna’nın sorusu ise şöyleydi:

“Çocuğumu kaybedeli 16 hafta ve üç gün oldu. Her ne kadar son üç albümünüzle teselli bulsam da, hâlâ kederin derinliklerinde bir gerçek arıyorum. Eşyaların yerlerini değiştirmek dışında, Susie ve siz ıstırap dolu kederinizde huzur bulmak için ne yaptınız?"

Nick Cave ise her ikisine şu ortak cevabı yazmıştı:

“Sevgili Carol ve Luna,

Susie ve ben son yıllarda kederin doğasına dair çok şeyler öğrendik. Kederin içinden geçtiğiniz bir şey olmadığını gördük, çünkü kederin öteki bir tarafı yok. Bizim için keder, hayatı yaşama biçimi halini aldı, dünyanın belirsizliğine teslim olup umursamazlığına karşı meydan okuyan bir tavır benimsemeyi öğrendiğimiz, yaşamaya dair bir yaklaşım. Asla kontrol edemeyeceğimiz bir şeye karşı teslim olduk, ama onu diz çökerek kabullenmeyi reddettik. Keder eşzamanlı bir itaat ve direniş eylemine dönüştü – varolmanın kırılganlığına karşı zamanla yüksek bir farkındalık geliştirdiğimiz, keskin bir savunmasızlık hali. En sonunda, hayatın kırılganlığına dair bu farkındalığımız dünyaya geri dönmemizi sağladı, dönüşmüş bir şekilde.

Kederin umutsuzluktan çok farklı bir şey olduğunu, içinde birçok şey barındırdığını keşfettik –mutluluk, empati, sıradanlık, tasa, öfke, neşe, bağışlama, mücadelecilik, şükran, şaşkınlık, hatta bir çeşit huzur. Bizim için keder bir tutum, inanç sistemi, bir doktrine dönüştü – kendi savunmasız kişilerimizde bilinçli bir varoluş hali, sevdiğimiz ve yitirdiğimizin yokluğuyla korunmuş ve zenginleşmiş.

Nihayetinde keder bir bütün. Bulaşıkları yıkamak, Netflix seyretmek, kitap okumak, Zoom’da dostlarla görüşmek, yalnız başına oturmak ve sahiden de, eşyaların yerini değiştirmek. Keder, dünyanın sürekli yeniden görünür hale gelen yaraları arasından tekrar hayal ettiğimiz her şey. Olaylar üzerinde herhangi bir kontrolümüz olmadığını idrak edip acizliğimizle yüzleştikçe, bu acizliği bir çeşit tinsel bir özgürlük olarak görmeye başladık.

Susie’nin kederi kimyasının bir parçası haline geldi. Bir güç gibi damarlarında akıyor ve her ne kadar çoğu zaman rüyaların eşiğindeki o ara mekânda yaşıyor olsa da, acizliğine rağmen güçlü olmayı ve inatla dünyanın hallerine şaşırmayı sürdürüyor.

Susie yitirdiklerinizden dolayı üzgün, çok üzgün olduğunu size söylememi istedi ve şu anda ona bakarken, her ikinize de yalnızca zamanla bir yol olduğunu söyleyebilirim. Ama kederin dışına değil, iyice derinliklerine doğru bir yol.

Her ikinize de sevgilerimle.”

Orada mısın?

Cave çoğu zaman acıdan ve yastan anlayan tuhaf bir yaşam koçu ya da psikoloğa dönüşebiliyor, bu doğru. Ama her soru acıyla ilgili değil. Kimi insanlara aldığı ilhamlara dair ipuçları, hatta yaratıcılık konusunda öneriler veriyor, kimi zaman ise –albümlerini dinleyenler aşinadır– iğneleyici, sivri mizahıyla cevaplamaktan çekinmiyor. Nocturama albümünü çok seven ender insanlardan biri olma utancımı giderdiği mektup mesela, paha biçilmezdi:

Nocturama öylesine evrensel biçimde horlanıyor ki, albümün adı bile başarısızlık veya felaketle eşanlamlı hale geldi. ‘Elinden geleni yaptı ancak sonuç Nocturama’ dendiğini duyabilirsiniz mesela, ya da belki ‘Bu iş tam bir Nocturama!’ dendiğini. Yıllar geçse de bu albümün gördüğü küçümseme azalmadı ve Nocturama ‘loser’ (zavallı) anlamını taşıyan bir başka kelime haline geldi – ‘S.ktir git seni s.ktiğimin Nocturaması!’ cümlesinde olduğu gibi. Bad Seeds hayranlarının hâlâ gözlerine parmak sokulduğunda ya da testislerine tekme atıldığında, ‘Nocturama!’ diye bağırdıkları rivayet edilir.”

Bu yorumlara hiç katılmadığımı söylemeliyim. Ancak Cave, Nocturama’yla ilgili o kadar çok eleştiri almış ki, dayanamayıp bu mektubu yazmaya mecbur hissetmiş kendini. “Şahsen Nocturama’yı severim” diye devam ediyor:

“Orada durup işleri berbat etmesini seviyorum. Birisinin bir partide bu albümü yanlışlıkla çalması durumunda insanların ona kül tablalarını fırlatabilecek olmalarını seviyorum. İnsanların hâlâ garez beslemesini seviyorum. En çok da Bad Seeds’in bugüne kadar ürettiği 16 albüm arasında sadece tek Nocturama olmasını seviyorum, buna karşın bazı grupların albümünün yarısı Nocturama’dan oluşuyor, hatta çoğunun ise tüm albümleri birer Nocturama. Ama günün sonunda hepimizin Nocturama’lara ihtiyacımız var. Belki de Nocturama, hayatınızda yapabileceğiniz en iyi şey. Başarısızlık bizi güçlendirir. İlerlememizi sağlar. Nocturamagibi sorunlu bir işi biraz risk almadan, azıcık cesur olmadan ve başarısız olma cüreti göstermeden yapamazsınız. Bu talihsiz albümü bu yüzden seviyorum. Belki de aralarında en sevdiğim albüm bile olabilir.”

Cave zaman zaman kişisel soruları da cevaplıyor, anılarını anlatıyor. Çoğu söyleşicinin konuğundan duymaya can atacağı anekdotlar paylaşıyor. Bunlardan biri de PJ Harvey ile ayrıldıktan sonra yayınladığı The Boatman’s Call albümüne dair yazdığı mektup.

“Bu albüm müzik yapma şeklimi değiştirdi. Çok şey borçlu olduğum sanatsal bir kırılma noktasıydı. Kırık bir kalbi telafi etmek için ona tanınan bir genişlikte, ya da en azından o zaman kırık bir kalp olduğunu düşünüyordum – yakın zamanda bu kelimeyi yeniden yorumladım. Ayrılık beni öylesine çılgınca bir enerjiyle doldurmuştu ki, insanların sıradan deneyimleri üzerine (kalp kırıkları gibi) açık yüreklilikle, cüretle ve anlamlı şarkılar yazma cesaretini vermişti bana – o zamana kadar uzak durduğum bir yazma şekliydi bu, daha çok karakterler kurguladığım hikâyelerde kişisel deneyimlerimi gizlemeyi tercih etmiştim.”

O günden bugüne besteciliğini bu şiarla sürdürdüğünü söylüyor Cave. Bu arada PJ Harvey’i terk ettiğine dair rivayetlere de açıklık getiriyor:

“Doğrusunu söylemek gerekirse ben PJ Harvey’i bırakmadım, o beni bıraktı. Günlerden biri, Notting Hill’deki dairemde oturuyordum, güneş pencereden içeri sızıyordu (belki), kendimi iyi hissediyordum, kız arkadaşım yetenekli ve güzel genç bir şarkıcıydı ki telefon çaldı. Arayan Polly’ydi.

‘Selam’ dedim.

‘Senden ayrılmak istiyorum.’

‘Neden?!’ diye sordum.

‘Çünkü bitti’ dedi.

O kadar şaşırmıştım ki, neredeyse şırıngamı yere düşürüyordum.

İçimde bir yerlerde aramızdaki sorunlardan birinin uyuşturucu olduğunu tahmin ediyordum, ama başka şeyler de vardı. Tek eşlilik kavramını anlama konusunda biraz daha çalışmam gerekiyordu, muhtemelen Polly’nin de kendi sorunları vardı, ancak günün sonunda bu ikimizin de aşırı derece yaratıcı insanlar olmamıza, aynı mekânı anlamlı bir şekilde asla paylaşamayacak kadar kendimizle meşgul olmamıza dayanıyor. Hiçbir yere gitmeyen bir yürüme bandında kaybolmuş, birbirinin eşi iki valiz gibiydik.”

Nick Cave ve PJ Harvey

Red Hand Files okumalara doyamadığınız bir derya. Edebiyat tutkunları için ise şarkı sözlerinin anlamlarına ışık tutması, en sevdiği metinleri paylaşması bilhassa keyifli. En sevdiği şairler arasında William Blake, W. B. Yeats, e. e. Cummings, W. H. Auden, Langston Hughes, Emily Dickinson, Sylvia Plath, Sharon Olds ve Philip Larkin olduğunu okumak mesela. Ya da en sevdiği şiirin Lucille Clifton’ın Adem’in Havva’ya nasıl seslendiğini merakla sorduğu The Birth of Language (Dilin Doğuşu) şiiri olduğunu öğrenmek.

“(…) acaba şaşkınlığı

sardı mı etrafını

tüyleri ürperdi mi

fılsıldadı mı ona

havva”

Bazen oyunbaz mektuplara oyunbaz cevaplar veriyor Cave. Ancak en çok samimi mektupları sevdiğini, onlara ayrı bir özenle yaklaştığını görebiliyorsunuz. Vücudunu sevmediğini, kendisini çok çirkin hissettiğini yazan 16 yaşında bir hayranına cevap veriyor mektuplarının birinde. “Sorduğun soru beni de kendi ergenliğime ve yansıyan görüntümle sorunlu ilişkime götürdü. Acımasız aynanın içinde yaşadığım o kâbus gibi yıllara. Korkarım kendinle bu şekilde sürekli yüzleşmek yaşlandıkça azalmıyor, ama belki yönetmesi bir nebze kolaylaşıyor…” diye başlıyor Cave mektubuna. Ancak metin usulca ve zarifçe kırılganlık üzerine bir denemeye dönüşüyor.

“Ancak elbette, aynanın gösterdiği bizim gerçek kimliğimiz değil, yalnızca dış kabuğumuzun yansıması. Bir aynada görmemizin neredeyse imkânsız olduğu insanlığımızın özü, yani kırılganlığımız ve savunmasızlığımız ise sahip olduğumuz en güzel şey. Gençken, gaddar, merhametsiz ve yargılayıcı olarak gördüğümüz bir dünyaya karşı kendimizi hazırlarken kırılganlık bize utanılacak bir şey, bir zayıflık olarak gelebilir. Ancak kendi kırılganlığına dair hiçbir farkındalığı olmayanlar, kendilerini aşırı özgüvenli, zırhla korunmuş ve asla incinmez gibi gösterenler, onları insani ve güzel yapan şeyin özünü feda ediyorlar. Kırılganlık hemhal olma duygusunu çalıştıran şey ve bir süper güç olabilir, o çoğumuzun sahip olduğu yaralı, ürpermiş iç dünyamızı görmeyi sağlayan özel bir sezgi. (…) Sorduğun sorunun kırılganlığı aynı zamanda olağanüstü gücüne ve sana dair çok derin bir şey anlatıyor; mutsuz kelimelerinin ardında çok güzel bir şey ışıldıyor. Hiçbir olumlu şey ‘göremediğin’ o vücudun içinde sıra dışı şekilde cesur, dürüst ve zeki bir kalp gizli. (…) Kendine karşı merhametli ol. İyi bak kendine.”

Peki niye yazıyor? Bu sorulara neden muhatap olmak istiyor? Cave’in mektuplarda tevazuyla paylaştığı bilgeliği, hayatta mutlak anlamlar aramak yerine belirsizliklerin peşine düşmeyi sevmesinde yatıyor. Özellikle sosyal medyanın etkisiyle giderek mutlak iddiaları beğenmeye meyilli kılınıyoruz. Bize neyin iyi, neyin kötü, hangi davranışın doğru, hangi davranışın yanlış olduğunu anlatanlar popülerlik kazanıyor. Kısa ve basit formüllerle tatmin oluyoruz. Çağımızın aforizmaları, hayatı yorumlamaya dair kolaycılığa sürüklüyor bizi. Oysa hayata isyan edenlerin playlist’inde mutlaka yer eden bir sanatçı bunun tersini anlatıyor bize. Mutlak cevap değildir sanata değer olan, şüphenin ta kendisidir.

“Bir şarkı yazarı olarak kendimi belirsizliğe adadım ve bilmediğim şeyleri kucakladım, çünkü gerçek anlamın burada olduğunu hissediyorum. Bu benim sorgulayıcı bir ruhu ve bir karşılığı olan şarkılar yazmamı sağlıyor. Tesadüflere, ucu açık olasılıklara açık olmamı sağlıyor; karanlık okyanusları ve karanlık ormanlarıyla dünyanın gizemine bağlılığımı pekiştiriyor. Belirsizlik, şüphe mefhumu büyük bir yaratıcı güce sahip ve bu duyguya daima kesinlik ve anlamın ötesinde duran şeylere yönelik bir özlem eşlik ediyor.”

Dogmalardan kaçındığı gibi yapaylıktan da kaçmaya çalışıyor Cave. O samimiyeti de tanımadığı hayranlarıyla eşit bir ilişki kurarak bulduğunu söylüyor. Bu sorular onu bir nevi hayata bağlıyor. Bir müzisyenin hayatla yeniden ilişki kurmasını sağlıyor. “Sorulardan hiç sıkılıp usandığım oluyor mu? Cevabım hayır. Asla bu sorulardan sıkılıp usanmıyorum, çünkü benim için bu sorular bir yaşam kanıtı” diyor Cave:

“Sadece sizin yaşamlarınızın kanıtı değil, benim yaşam kanıtım da. Yaşadığımın kanıtı. Gözyaşlarının kıyısında, imkânsız karanlıktan beliren bu sorular birer cevap. ‘Orada mısın?’ diyorum. ‘Evet, buradayım.’ ‘Evet, buradayım.’ ‘Evet, buradayım.’ diye soruyorlar.”

•