"Tek çare nedamet getirmek olmalı"

Mehmet Cevat Yıldırım: Kötülük karşısında duyarlılık eşiğimizin ne olacağı, duyarlılığımızı nasıl adil paylaştıracağımız sorusu cevapsız kalıyor, hem gerçek hayatta hem de Nedamet’te…

29 Eylül 2016 14:15

Kâbusname adlı kitabında yerli gerilim unsurlarını ustalıkla kullanan Mehmet Cevat Yıldırım'ın yeni kitabı Nedamet okurla buluştu. Yıldırım, yeni kitabında Viranbayır kasabasının sakladığı sırrı tesadüf eseri öğrenen berber çırağı İlyas'ın hikâyesini ve vicdani hesaplaşmasını anlatıyor. Mehmet Cevat Yıldırım ile yeni kitabı üzerine konuştuk.

Sizi ilk olarak Kâbusname ile tanıdık. Korku unsurlarını tarihi bir romanda ustalıkla kullanmanızla dikkat çektiniz. İkinci romanınız Nedamet ise yine özgün ama bambaşka bir çizgide. Romanlarınızın konuları zihninizde nasıl biçimleniyor?

Gerçekten birbirlerinden farklı görünüyorlar, değil mi? Aslında farklı olan sadece konuları ve konu, olay akışı benim zihnimde en son şekilleniyor. Bir roman yazma süreci bende konuyla değil “mesele” diye adlandırabileceğim yapıtaşlarıyla başlıyor. Kâbusname’de de böyleydi, Nedamet’te de böyle. Affetmek ve affedilmek, bireysel ve toplumsal vicdan ilişkisi, bilinmeze yolculuk, sonsuzluğu arayış… İnsanları kadim dönemlerden beri meşgul eden bu meseleleri nasıl bir öyküde bir araya getirebileceğimi düşünürken, bunları işleyen eski bir öyküyle karşılaştım. Yunus Peygamber öyküsü aradığım konuyu mükemmel bir şekilde bana sunuyordu. Yeni bir öyküyü ortaya çıkarmak için tek yaptığım, Yunus Peygamber öyküsünün olay akışını masaldan gerçeğe taşırken bazı unsurları sembollerle anlatmak oldu.

Yunus Peygamberin hikâyesi hem Kitabı Mukaddes’te hem de Kuran’da yer alıyor. Bu hikâyeyi modern bir romana dönüştürmenizin özel bir nedeni var mı?

Nedamet, Mehmet Cevat Yıldırım, Doğan KitapDinsel kaynaklara bu öyküyü seçtikten sonra, sadece ayrıntıları öğrenmek için başvurdum. Açıkçası Yunus Peygamber öyküsüyle ilk ne zaman ve nasıl karşılaştığımı hatırlamıyorum bile. Yani ben öyküye ulaşmadım. Buna gerek de kalmadı çünkü bu gibi mitoslar türlü yollarla bize zaten ulaşıyor. Bunun birçok yolu var. Mitosların izleriyle resimlerde, dinsel anlatılarda ve belki hiç beklemediğimiz başka yerlerde karşılaşabiliyoruz. Bir mitosta yer alan bir motif farklı yerlerde de yeniden işlenebiliyor. Yunus peygamber öyküsü de öyle. Öyküde geçen üç karanlık günü ele alalım mesela. Bireysel bir hesaplaşma, acı çekme ve yeniden doğuşu ifade ediyor. Bazı kıyamet tasvirlerinde dünyanın üç karanlık gün yaşayacağı söylenir. Sonrası malum, diriliş... İsa Peygamber çarmıha gerildikten sonra mağarada üç karanlık gün geçiriyor ve yeniden doğuyor. Belki beni en çok etkileyeni: Pinokyo, balığın karnında bir süre geçirdikten sonra iç hesaplaşmasını tamamlıyor ve gerçek bir çocuğa dönüşüyor.

Öykünün beni cezbeden bir yanı da Yunus Peygamberin istisnai özellikleri. İtaatsizlik eden isyankâr bir peygamber… Hatta günahkâr yönünün peygamber yönünden daha ünlü olduğu bile söylenebilir. Ayrıca gönderildiği kavmin helak edilmekten kurtulduğunu bildiğimiz tek peygamber.

Nedamet çok katmanlı bir roman ve birden fazla okuma yapmak mümkün. Buna rağmen hikâyenin özünün edebiyatın en temel meselelerinden biri, yani iyilik ile kötülük arasındaki savaş olduğunu söylemek mümkün mü?

Evet, sanırım hikâyenin özünün iyilikle kötülük arasındaki mücadele olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bu karmaşık bir mücadele, çünkü imkânsızlıklarla dolu. İmkânsızlık sadece güçlerin oransızlığında değil. Şükrü Hoca karakterinin de söylediği gibi; kötülüklerin birine ya da birkaçına odaklanırken çok daha fazlasını gözden kaçırma riski var. Kötülük karşısında duyarlılık eşiğimizin ne olacağı, duyarlılığımızı nasıl adil paylaştıracağımız sorusu cevapsız kalıyor, hem gerçek hayatta hem de Nedamet’te. İlyas kötülüklerin tamamından uzaklaşmak, mutlak şekilde kötülükten arınmış bir yer bulmak istiyor. Cesur bir karar verse de en doğrusunu yaptığından büsbütün emin değil. Kötülükle mücadelede bir başka mesele de kaçmaya mı yoksa yüzleşmeye mi karar vereceğiniz. Bazen ikisine de mecbur kalıyoruz.

İlk romanınızda belli belirsiz edindiğimiz his, bu kitapta güçleniyor: Masal anlatmayı seviyorsunuz ve bunu tarihsel ve güncel gerçeklerle başarıyla harmanlıyorsunuz. Nedamet bir masal gibi de, kuvvetli bir taşra, hatta coğrafyası ve Dora Z. hikâyesiyle “Doğu Anadolu” romanı olarak okunabilir. Sizce Nedamet nereye daha yakın duruyor?

Özellikle bir bölgeyi düşünmüş değilim; bütün Anadolu tarifsiz acıların yaşandığı bir coğrafya. Görece daha iyi bildiğimiz son 100- 150 yılı dikkate aldığımızda Kadimîlere yapılanların birçok örneğini hemen her bölgede görüyoruz. Bu acılardan hakkıyla bahsetmek ancak benden çok daha usta yazarların harcı olabilir. Dahası, Nedamet’in ele aldığı diğer konular, yaşanan acıların yakıcı gerçekliğinin yanında fazla teorik ya da fazla fantastik görünebilir. Bu nedenle bence Nedamet bir masala daha yakın duruyor.

“Bir masalda hayata dair bu kadar tartışma olur mu?” diye düşünebilirsiniz. Şiddet toplumunu ele almak, bir masalın kaldıramayacağı bir yük gibi görünebilir. Oysa öyle değil. Mesela “yıllar önce çok uzak bir ülkede kötü bir kral varmış” gibi standart bir cümlenin işaret ettiği siyasi gerçeklik, insanların deneyimlerinden süzülüp gelen tarihsel bir birikimin sonucu olmalı.

Yine de Nedamet birden çok türe dâhil edilebilecek bir roman. Hatta bölümler bazında bakacak olursak, ikinci bölüm ile diğer bölümler arasında bir tür farklılığı hissediliyor. Diğer bölümler toplumsal eleştiriye odaklanırken ikinci bölümde öykü kahramanının maceralarını izliyoruz. Bu değişikliğin sebebi nedir?

Nedamet’in uzun bir öyküsü var. Şiddet toplumunu siyasî ve felsefi bir sorun olarak ortaya koyduktan sonra, bütün ana temasını geride bırakmış gibi bireysel bir hikâyeye odaklanıyor. Daha sonra ise toplumsal meselelerle hesabın henüz kapatılmadığını anlıyoruz. Dolayısıyla biri toplumu, diğeri başkahramanı anlatan iki ayrı anlatım düzeyi var. Basitleştirirsek, bir toplumsal roman/macera romanı melezi gibi görebiliriz. İki farklı türden faydalanmamın nedeni, toplumsal olanın sınırının gelip de bireysel olanın alanında bittiğini gösterme isteğim. Viranbayır’ın koşulları ve sunduğu yaşam biçimi ne olursa olsun, İlyas kendinin bilincinde, söz dinlemez ve özgür bir genç. Onun özgürlük arayışı öyle güçlü ki, romanın türünün sınırlarını da yıkıyor.

Nedamet’in felsefi bir yönü de var. İlk sayfalardan itibaren felsefe tarihindeki tartışmalara değiniyorsunuz ve yer yer filozoflara gönderme yapıyorsunuz. Bir yerde Heraklitos’un ünlü sözünü anıyorsunuz. Bütün bunlar Şükrü Hoca karakteriyle birlikte işleniyor. Şükrü Hoca’nın rolü nedir?

Şükrü Hoca bilgi birikimi olan, felsefi tartışmaları açan bir taşra filozofu. Viranbayır’daki hayatla ilgili konuları felsefi kavramlarla ilişkilendiriyor ve düşünmeyi karşısındakine bırakıyor.

Mesela İlyas’la konuşurken Şükrü Hoca Hegel’in “kötü sonsuzluk” kavramını kullanıyor. Hegel’de bu kavram bir tür kusurlu sonsuzluk, hatta sonlu sonsuzluk anlamı taşıyor. İlyas da Viranbayır’dan kaçarken hem kötü hem sonsuz olan bir şeyden kaçıyor. Sonuçta da sonsuzun aslında o kadar da sonsuz olmadığını görüyor…

Başka bir yerde Şükrü Hoca, sizin de söylediğiniz gibi Heraklitos’un ünlü “aynı nehirlere gireriz ve girmeyiz, biziz ve biz değiliz” sözünün benim sevdiğim ikinci yarısını aktarıyor. Bu sözün devinim ve değişimin gücünü çok canlı bir şekilde anlattığını düşünüyorum. Bu, Yunus peygamber öyküsüyle birlikte de düşünülebilir: Suya girmesiyle çıkması arasında biz Yunus’un değişimini izliyoruz ama su da aynı su değil. Felsefeci değilim elbette ama benim için de kafa karıştırıcı bu tartışmalar çok kışkırtıcı ve bunların metni zenginleştirdiğini düşünüyorum.

Modern zamanlarda geçen bir öykü bu. Bir yandan da olaylar uzun bir zaman aralığına yayılıyor. Yazarken belirli bir dönemi düşündünüz mü?

Doğru, anlatım zamanı uzun bir döneme yayılmış durumda. Yine de olayların hangi yıllarda geçtiğini belirsiz bırakmayı özellikle tercih ettim. Anlatının her iki zamanı da 20. yüzyılın herhangi bir döneminde geçiyor olabilir. Kısaca, araba var ama cep telefonu yok. Bunun birkaç sebebi var. Birincisi, eğer olayların zamanını belirlemekte birincil kıstas kadimîlerin uğradığı kırım ise, bunun geçmişteki ya da günümüzdeki tek bir olayla ilişkilendirilmemesini, çok sayıda benzer kırımın bütününe işaret etmesini tercih ederim. Bir parantez açacak olursam, az sayıda kullandığım kadimî isimlerini de aynı nedenle birden çok etnik ve dinsel grupta kullanılan ortak isimlerden seçtim.

İkincisi, Viranbayır’ı bir tür zaman hapishanesi olarak hayal ettim. Öyle ki, uzun zaman da geçse Viranbayır’da hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Daha yakın zamandakiler geçmişte, geçmiştekiler bugünde yaşıyor sanki. Üçüncü olarak, zamandaki belirsizliğin masal etkisini destekleyeceğini düşündüm.

Söylediğiniz gibi, hayali Viranbayır boğucu taşra yaşamıyla zaman içinde durmuş gibi. Viranbayırların sarsılıp kendine gelmesi mümkün mü dersiniz?

Hayır. Hiç ümit yok. Gerçek bir cezayı hak ediyorlar. Bu cezayı çekmekten kurtulduklarını sanıyorlar çünkü tek cezanın kendilerinin sorumlusu olduğu türden bir şiddete maruz kalmakla mümkün olduğunu düşünüyorlar. Hâlbuki başka bir ceza çekiyorlar; o da kendi kendileri olmanın huzursuzluğunu yaşamak. Düzenlerini korumak için koydukları kurallar öyle katı ki, zamanın donduğu duygusunu veren bir hareketsizliğe mahkûmlar. Buna karşı tek çare nedamet getirmek olmalı. Nedamet getirdikleri takdirde de Viranbayırlılar artık başka bir yola girmiş demektir. Başka bir isme ihtiyaç duyacakları kadar başka bir yola…

Mizah duygusunu atlamayalım. Nedamet ciddi, hatta arada sertleşen bir hikâye ama arada yine de arada gülümsemekten kendimizi alamıyoruz. Mizah hayatınızda ve edebiyatınızda nerede duruyor?

Bir korku romanı olan Kâbusname’de de, sert bir öykü anlatan Nedamet’te de bana komik ve eğlenceli gelen pasajlar var. Sanırım buralar benim kendimi öyküye kaptırdığım ve kalemimin iyiden iyiye rahatladığı kısımlar. Yazarken tadını çıkarmışım. Bir yandan da bu kısımlarda anlatım hızlanıyor ve mizah da bu hızlanmaya yardımcı oluyor.