"Bu ayın nadir kitabı, İstanbul’da kalmayan, kalamayan Rus sığınmacılar hakkında, 1923’te şehirden ayrılırlarken bir şükran borcu olarak sınırlı sayıda bastırdıkları üç dilde bir eser: Na proşçaniye, yani elveda."
30 Eylül 2020 11:43
Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti ve Ortodoks kilisesinin merkezi olan Konstantinopolis’e Ruslar “Tsar’grad” derdi, yani “imparator şehri.” Osmanlı döneminde sıcak denizlere inmek Rus İmparatorluğu için önemli bir askerî ve siyasî stratejik hedef haline gelmiştir şüphesiz, ama İstanbul’un her zaman bambaşka bir anlamı olmuştur Ruslar için.
Halk arasında “93 Harbi” diye bilinen 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Rus ordusunun Yeşilköy’e — o zamanki adıyla Ayastefanos — kadar yaklaştığını, Osmanlı İmparatorluğu’nun yok olma tehlikesiyle burun buruna geldiği, tarihi boyunca karşılaştığı bu en büyük tehdidi Avrupalı emperyalist güçler arasındaki rekabeti kullanarak İngiltere’nin yardımıyla bertaraf ettiğini lise tarih kitaplarından hepimiz hatırlarız. 1878’de Ruslar İstanbul’a giremedi. Ama 40 yıl sonra çok sayıda Rus geldi İstanbul’a, istilâcı olarak değil sığınmacı olarak. Bazı tahminlere göre sayıları 200.000’e yaklaşan bu mültecilere “beyaz Rus” denilirdi, “kızıl” Ruslardan ayırdetmek için. (Bugünlerde “beyaz Rus” denince akla aynı anlamı taşıyan Belarus ülkesi ve onun inşallah pek yakında tarihin çöp yığınında hak ettiği yeri boylayacak olan diktatörü Aleksandr Lukaşenko gelir, ama terimin o zamanki kullanımı farklıydı.)
Ayıptır söylemesi, Beyoğlu’ndaki tarihî Rejans Rus lokantasının demirbaşlarından Madam Vyera, pek zampara olan dedem Cemil Bey’in metresi olmuş bir süre. Gerçi kim daha çapkınmış, dedem mi, yoksa Madam Vyera mı, orası belli değil. Yalnız şu hikâye anlatılırdı aile içinde: Bir gün anneannem henüz çocuk yaşta olan annemi elinden tutmuş, Beyoğlu’nda yürürlerken Madam Vyera ile karşılaşmışlar. Madam Vyera annemi işaret ederek anneanneme “Benim Cemil’in kızı mı bu?” diye sormuş! Akşam evde tabaklar çanaklar uçmuş mu, bilmiyorum. Çok hanımefendiydi anneannem, herhalde bozuntuya vermemiş, sineye çekmiştir. Zaten dedem de kısa süre sonra veremden ölmüş, zamparalığının cezası olsa gerek.
Her neyse... Rus sığınmacıların bazısı kısa süre kalıp Avrupa’ya yahut Amerika’ya göçmüş, bazılarıysa Türkiye’de kalıp kendilerine yeni hayatlar kurmuş. Küçüklüğümde hâlâ bir hayli beyaz Rus vardı çevremde. Hattâ, dili ilk öğrenmeye başladığımda Taksim’de, Mete Caddesi’nde oturan pek yaşlı bir hanımla haftada bir buluşup sohbet ederdim, Rusçamı ilerletmek için. Ama bu ayın nadir kitabı, İstanbul’da kalmayan, kalamayan Rus sığınmacılar hakkında, 1923’te şehirden ayrılırlarken bir şükran borcu olarak sınırlı sayıda bastırdıkları üç dilde bir eser: Na proşçaniye, yani “elveda.”
Kitap, o yıllarda herhalde hayli pahalı olan kuşe kâğıda basılmış; Rusça 53, Fransızca 41, İngilizce 60 bol fotoğraflı metin sayfasından sonra birkaç sayfa da reklam var. Kitabın ebadı 26 x 20 cm, sert mukavva kapaklı. Anlaşılan her nüshanın başına D.V. İzmayloviç adlı bir ressamın yaptığı küçük bir yağlıboya resim konmuş. Bendeki bir eski İstanbul sokağını andırıyor, zaten altyazıda “vostoçnıy etyud” yazıyor, yani “şark etüdü.” Künye sayfasında üç dilde “elveda” adlı bu almanağın (sahi, “almanak” kelimesinin Arapçadan geldiğini biliyor muydunuz?) A.A. Burnakin, Dominique Valéry, C.W. Minty ve B.V. Ratimov editörlüğünde bir Rus yazar kadrosu tarafından hazırlandığı belirtilmiş. Önsözde ise “İstanbul’dan ayrılmalarının arefesinde, içten şükran duygularının ilham verdiği bu sayfalar yoluyla, birçok Rus’un Boğaziçi kıyılarında geçirmiş olduğu bu tarihi günleri anmak istediler” denmiş.
Kitabın ilk yazısının başlığı Spasibo, yani “teşekkür ederiz”. Şöyle başlıyor:
“Rusya geldi! Böyle diyorlardı üç yıl önce, yüzden fazla gemi Moda Koyu’nda demir atıp Konstantinopolis sokaklarına binlerce boz rengi asker kaputunun akın ettiği, Rusça’nın mert ve kayıtsız sesinin her köşeyi inlettiği günlerde. Şimdiyse Rusya ayrılıyor sanki buradan, dünyanın her bir yanına doğru — gözün görebildiği, leş kargasının kemik götürmediği yerlere. Ama buradan gidip arayışlarımızı başka diyarlara taşırken, bugüne kadar kat ettiğimiz yolu anmamak, Rus ruhunu şu ayrılış saatinde doldurmuş olan duyguları ifade etmemek mümkün değil bizim için.
Burada anlaşılıp anlaşılmadığımızı bilmiyoruz, uğurlanırken şefkat ve üzüntü duyulup duyulmayacağını da. Ama bu diyardan istemeye istemeye ayrılırken, her şeyden önce şunu söylemek istiyoruz: Teşekkür ederiz! Herkese kocaman bir Rus teşekkürü. Ve o 1920 yılı sonbaharı fırtınalarında bizi barındıran, bize iş veren ve kardeşçe yardımlarını esirgemeyenlere.”
Tam yüz yıl önce gelmişler demek ki İstanbul’a. Fransızca bir söz vardır: “Plus ça change, plus c’est la même chose.” Yani ne kadar değişirse değişsin, herşey yine aynı kalır. Bugün de Suriyeliler, Uygurlar, başka mağdurlar Türkiye’ye akın etmiş durumda. Daha iyi hayat şartları bulmak için değil üstelik, birçoğunun bütün istediği hayatta kalabilmek. Onları bağrımıza basmak görevimiz değil mi?
İnsanlar ellerindekinin değerini, onu kaybettikten sonra anlar çoğunlukla. Örneğin son yıllarda bir “azınlık edebiyatı” aldı yürüdü, Türkiye’deki Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Levantenlerin bilincine vardı insanlar birden bire. Gel gör ki bu insanlar yok artık, devlet politikaları nedeniyle birer birer gittiler, nereye kapağı atabildilerse. Artık hiç kalmamış olan Rus mülteciler de anlaşılan çok rağbet bulmuş son yıllarda, birçok kitaba konu olmuşlar. Galiba Jak Deleon’un (ortaokul matematik hocamın oğluydu kendileri) Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar (1920–1990) adlı kitabı bunların ilkiydi, 1990’da yayınlandı, daha ziyade hafif nostalji edebiyatı cinsinden bir kitaptı. Onu takip eden kitaplar arasında Oya Dağlar Macar ile Elçin Macar’ın Beyaz Rus Ordusu Türkiye’de (2010), İrina Kasimova’nın Pera’da Beyaz Ruslar (2011), Bülent Bakar’ın Esir Şehrin Misafirleri: Beyaz Ruslar (2012), Mehmet Şahan’ın Spassibo İstanbul (2012), Svetlana N. Uturgauri’nin Byelıye Russkiye na Bosforye, 1919–1929 (2013) kitabının Boğaz’daki Beyaz Ruslar, 1919–1929 adlı Türkçe çevirisi (2015), Elnur Ağayev’in Kıbrıs’tan Geçen Beyaz Ruslar (2015), Vercihan Ziflioğlu’nun “Beni Unutma Rusyam” ve Asırlık Sürgün (2019) adlı kitapları var. Eugenia S. Bumgardner’ın Undaunted Exiles (Yılmaz Sürgünler, 1925) kitabı galiba henüz Türkçeye çevrilmemiş, keşki biri çevirse. Benim gördüklerim bunlar, mutlaka kaçırdıklarım vardır.
Nostalji edebiyatından nefret ederim, bu kitapları sıralamamın nedeni nostaljiyi körüklemek istemem değil. Zaten eski zamanların illâ ki bugünkinden daha güzel olduğu kocaman bir aldatmacadır, her devrin iyi ve kötü tarafları vardır mutlaka. Amaç bu iyi ve kötü tarafların hakkını vermek, insanlığın geçirdiği iyi ve kötü tecrübeleri heba etmemek. Günümüzde Türkiye’ye sığınmış olanlar çoktan öldükten yahut çekip gittikten sonraya bırakmadan hikâyelerinin şimdiden yazılmasını özendirmek istiyorum yani. Her Uygur’un, her Suriyeli’nin kaydetmeye değer bir hikâyesi vardır. Bütün iş onları dinlemekte.
•
GİRİŞ RESMİ:
“Beyoğlu’nda Rus Lokantası’nda.
Yolunu şaşırmış bir müşteri: ‘Sekiz yüz doksan yedi guruş, bir yemek! Fena değil. Tam bizim maaş. Bu fiyata her halde başka şeyler de dahil olsa gerek!...’”
Sedad Simavi imzalı karikatür. Güleryüz, 47 (23 Mart 1338/1922), kapak sayfası.
Bu güzel resmi yüzlerce dergi arasından arayıp bulan Zeynep Tek’e müteşekkirim.