Ayfer Tunç ile söyleşi: “Düşüş değil, yere çakılma…”

Ayfer Tunç, Kapak Kızı ile Yeşil Peri Gecesi’nden sonra üçleme serisinin ayrı da okunabilen yeni kitabı Osman’la okuyucuyu sarsıyor, ‘90 sonrası yaşanan siyasal, sosyal ve kültürel değişimi Nişantaşı’nda doğup büyüyen ama zamana ayak uydurmakta zorlanan Osman ve birçok yan karakter üzerinden ele alıyor.

30 Eylül 2020 22:51

Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi ve Osman aslında bir bütünü tamamlayan ama ayrı ayrı da okunabilen üç roman. Verdiğiniz bir röportajda şöyle demişsiniz: “Kapak Kızı alçak sesle ‘ortada bir hastalık var galiba’ diyordu, öfkeli ve yüksek sesli Yeşil Peri Gecesi ise buna ölümcül çürüme diye teşhis koydu.” Peki Osman’ı nasıl tanımlıyorsunuz?

Osman’ı bir düşüş romanı olarak nitelemiştim ama yere çakılma demek daha doğru olur. Bunun kestirmeci hatta kesip atmacı bir bakış olarak algılanmasını istemem bu nedenle biraz açmam gerek. Romana adını veren karakter Osman, benim de mensubu olduğum kuşağın istisnai diyebileceğimiz ama yine de kuşak özelliklerini görebildiğimiz bir temsilcisi. Cumhuriyet tarihinde değişimin en yoğun yaşandığı yılların çocuğu. Çok kabaca gözden geçirirsek, bu kuşak 60’lı yıllarda doğduğunda Türkiye’de televizyon yoktu, telefon yaygın değildi, özel otomobil sayısı gülünç denecek kadar azdı, nüfusun çoğunluğu hala kırsalda yaşıyordu, ülkenin dünyaya açılan pencereleri çok kısıtlıydı. Bu kuşak Kıbrıs Savaşı’nı gördü, bir savaşa ‘Barış Harekâtı’ adı verildiğine tanık oldu. Çocukluğunu ve ilk gençliğini 70’lerin çok kanlı siyasal şiddet ve ekonomik bunalım ortamında yaşadı. 80 ihtilali oldu, siyasal ve ekonomik aktörler değişti. 80 sonrası siyaset ve ekonomi ülkeyi küresel ekonominin pazarı haline getirdi, siyasetin ve günlük hayatın dili değişti. 90’larda özgürlükler meselesi özellikle başörtüsü sorunuyla yeni bir boyut kazandı, ekonomik güç el değiştirdi, muhafazakârlık ve sekülerlik arasında bir yelpazede, Türk ve Kürt milliyetçiliğinin de yer aldığı çatışmacı bir siyasal ve gündelik hayat yaşanmaya başladı. Yeni ekonomik anlayış ve yaşayışın sonucu olarak ahlaki değerler sistemi altüst oldu, o güne kadar bir insanı seçkin ve değerli kılan temel unsurlardan biri olan kültürün değerler skalasında alt sıralara inişi başladı. 2000’lere gelindiğinde cep telefonları hayatımıza girdi, internet ve bilgisayar teknolojisinin hayatımızı fena halde değiştireceği anlaşıldı, çok geçmeden de yaşama biçimlerimizi kökten değiştirdi, bildiğimiz ve alıştığımız medya anlayışı yok oldu, popüler kültür hayatın her alanına hızla sirayet etti, gelecek tablolarında robotlar, yapay zekâlar ve işsizlik giderek daha büyük ölçüde yer almaya başladı. Bütün bu değişimler bir kuşağın bütün ömrüne değil, çocukluk, gençlik, orta yaşlılık dönemine sığdı. Romanda Osman’ın tam da bilincine varmadan söylediği gibi hayatın değişim hızı, bu kuşağın dünyayı anlama hızından daha yüksekti. Dolayısıyla yere çakılma kaçınılmaz oldu. Her kuşak ölür, hem fiziksel hem anlayış olarak. Ama 60’larda doğanların büyük bölümü, orta yaşı henüz geride bıraktıkları bir zamanda, daha yaşlanmadan oyun dışı kaldılar. Dolayısıyla Osman’ı hayatın bu değişim hızına yetişemeyip yere çakılma olarak niteliyorum.

Osman, 90’lar sonrası kültürel ve siyasi gelişmeleri bir karakter üzerinden izlediğimiz bir roman. Osman’ı yazarken sizi ne çok zorlayan ne oldu?

Türkiye’nin 90’ları gibi toplumsal değişimlerin beklenmedik ölçüde hızlı yaşandığı dönemler yazarların iştahını kabartır. Çalkantılı dönemler hem anlatılan hikâyeye organik olarak bağlanır hem de metinde kendiliğinden güçlü bir arka plan oluşmasını sağlar. Bu açıdan bir fırsat ve zenginliktir. Ancak yazarın bu çalkantıyı oluşturan nedenleri metin içinde sorgulamasının aşırıya kaçması, karakterlerinin inanılırlığını zedelemesi ya da nedenlerin metnin asıl meselesinin önüne geçmesi gibi tehlikeleri de barındırır. Osman, orta-üst sınıfa mensup bir aileden gelen, iyi eğitim almasına özen gösterilmiş ancak çeşitli duygusal travmalarla zedelenmiş bir karakterdi. Böyle bir karakterin ilgi alanını gerçekçi bir şekilde sınırlamak, mensubu olduğu sınıfın ve kuşağın apolitik olmak ya da ilgi alanına girmeyen toplumsal meselelere uzak kalmak gibi genel eğilimini metnin içinde dengelemek, yaşadığı yılların sosyal siyasal ve ekonomik değişimlerine bakışındaki ilgisizliğinin tonunu ve dozunu belirlemek diğer unsurlardan daha zor oldu diyebilirim.

Osman başarısız addedilen, dikiş tutturamamış bir karakter. Kitaptaki anlatıcıya da ‘Başarısız birinin hayatını kim, niye merak etsin’ diyorlar. Osman’ın hayatını yazma nedeniniz başarısızlığın da toplumsal, kültürel, siyasi vs… nedenlerinin olabileceğini göstermek miydi?

Özellikle başarısızlığı göstereyim diye bir amacım yoktu, herhangi bir şeyi göstermek gibi bir amacım hiçbir zaman olmadı, her roman bunu iyi kötü yapar zaten, okur da kendi okuma deneyimine bağlı olarak görebildiği kadarını görür. Roman dediğimiz metin genellikle bir arka plan içerir, bir veya birkaç karakterin içsel/dışsal serüvenini anlatırız, olayların/durumların karakterlerin hayatındaki etkilerini de bu arka plandaki gelişmelerle bir anlamda sınarız, karakterler genellikle gerçekliğini buradan alır. Karakterlerin serüvenini doğru takip etmek başarı ya da başarısızlık, sonuç her neyse bizi ona götürür. Öte yandan başarının ne olduğu, özellikle ele aldığım kuşak açısından cevaplanması çok güç bir soru. Başarıyı ‘skor’ kavramının belirlediği bir zamanda yaşıyoruz, başarılı olmanın kriterleri 20 yıl öncekinden çok farklı. 20 yıl önce yaptığınız işte iyi olmanız, manevi bir doyum elde etmeniz başarılı olarak kabul edilmenizi sağlarken, bugün yaptığınız işin maddi karşılığının ölçülebilir büyüklüğü başarılı ya da başarısız olarak nitelenmenize yol açıyor. Öte yandan günümüzde başarıya duyulan merak da popüler kültürün yarattığı, her gün yeni bir ürünle doyurduğu ama geçici bir doyum olduğu için sürekli yenilenmesi gereken bir şey oldu. Bu nedenle başarı öykülerini popüler kültür, ‘tutunamayan’ öykülerini de (Oğuz Atay’a saygıyla) edebiyat veya yine popüler kültürden ayrıştırmak amacıyla art houseolarak nitelenen sinema sahipleniyor. Skora adanmış bir hayatta başarısızlık bir hikâye olamıyor.  

• Bir yanda mirasyedi ama iyi bir insan olan Osman; diğer yanda paragöz, çoğu insanın ‘başarılı’ saydığı Teoman. Bu iki birbirinin zıttı kardeşi bir araya getirme nedeniniz hiçbir şeyin yüzde yüz mükemmel olmadığına işaret etmek mi?

Bir şeyi işaret etmek gibi bir meselem yok, varsa bir işaret, onu okurun nitelemesini tercih ederim. Ben işaretten çok ‘eşyanın tabiat’yla ilgiliyim. Klasik anlayışa göre dramanın ilk şartı çatışmadır, hikâye çatışmadan doğar. Ben hikâyenin özünün bu kadar keskin olması gerektiğini düşünmüyorum, bence romanda çatışma, şart olmayan ama hikâyeyi hızlandıran, gelişimini keskinleştiren bir unsur. Osman’da iki kardeşin birbirine zıt karakterlere sahip olmasına ise ‘eşyanın tabiatı’ diyebiliriz. Bu tabir her ne kadar nesnelerin doğası anlamına gelse de insan hayatında yaşanan olayların veya durumların yarattığı psikolojik sonuçları da eşyanın tabiatı olarak niteliyorum. Normal şartlar altında narsistik ve baskıcı bir babanın oğlu büyük ihtimalle ezik bir karakter olacaktır, çünkü babanın yüksek beklentilerinin oğul tarafından karşılanması istisnai bir durumdur. Osman babasının beklentilerini karşılayamayan, baskıcı kişiliği altında ezilen, sonuçlarını da hayatı boyunca yaşayan bir karakter. Öte yandan insan bakarak da öğrenen bir varlıktır. İki çocuktan biri sobaya dokunur, eli yanar ve sobaya dokununca yanacağını bizzat deneyerek öğrenir. Diğeri ise yanan çocuğun deneyimini gözleyerek öğrenir. Teoman Osman’ın sobaya dokunup yandığını görerek öğrendiği için hayat bilgisini çok erken yaşlarda revize ediyor, babasının duymak istediklerini söylemenin hayatını kolaylaştıracağını anlıyor. Nasıl bir ailede doğarsak doğalım, hayatın her dönemi bir ayakta kalma mücadelesidir. Çocukken ayakta kalmak için bulduğumuz her yol karakterimizin bir parçasını oluşturur. Teoman da yaşadığı çağın değişim hızına bu Makyavelist yöntemi keşfederek ayak uyduruyor. Ancak finale de bir bakalım. Osman bir kaybeden ama Teoman da kazanan değil, sonuçta o da yeniliyor.

• Bir röportajınızda ‘kültürel yatırımlar kazanca dönüşmedi. Ancak o kuşağın aynı kültürel yatırım yapılmış kadınlarının erkeklere göre ayakta kalma konusunda daha başarılı olduklarını söyleyebilirim’ demişsiniz. Peki kadınlar neden bu konuda daha başarılı?

Çünkü kadınlar en demokrat, en anlayışlı, en iyi yetiştiren ailelerde bile doğmuş olsalar ayakta kalmak için erkeklerden fazla çaba harcamaları gerektiğini, hayatın içinde deneyimleyerek öğreniyorlar. Kültürel yatırım yapılmış olması kadınların durumunu fazla değiştirmiyor. Daha doğdukları anda bir varlık problemiyle karşı karşıyalar. Erkekler hayatın her alanına buyur edilirken ve bütün olanaklar onlara altın tepside sunulurken, kadınların o yeri ısrarla talep etmeleri ve olanakları elde etmek için savaşmaları gerekiyor. Küçük yaştan itibaren bu sistemin içinde ayakta kalmaya çalışmak kadınları daha güçlü kılıyor. Biri kız biri erkek, iki çocuğunu birden okutacak güçte olmayan bir aile düşünün. Para, aptal olduğu halde erkek çocuğun eğitimine harcanıyor, oysa kız için harcansa sonuçta kazanan sadece kız değil aile olacak, kısıtlı para doğru yere harcanmış olacak. Kız çocuk da kendi çabasıyla okuyor, kendi çabasıyla bir yere geliyor, hayata tutunuyor ama sonuç gene kadınlar açısından acıklı oluyor. Çünkü tırnaklarıyla bir yere gelen kadın genellikle tutunamayan abisine veya tutunamayan kocasına bakmak zorunda kalıyor. Biraz da kendi kuşağımın kadınlarını gözleyerek vardığım bir sonuç bu. Tanıdığım pek çok kadın erkeklerden kat kat fazla çaba harcayarak hayatın içinde bir yer edindiler, kendilerine verilen olanakları iyi kullanamayan kocalarını uzun zaman sırtlarında taşıdıktan sonra boşandılar, çocuklarını tek başlarına yetiştirdiler ve kuşaklarındaki erkeklere oranla daha iyi şartlarla orta yaşı geçirdiler. Çünkü hayat bilgileri çok daha güçlüydü, ayakta kalma konusunda deneyimliydiler.

• Osman, arkadaşlarına çok özen gösteriyor ama yapılan röportajdan anlıyoruz ki, çoğu onu bırakıp kıskanmış, maddi manevi onu sömürmüş. Bu sizce yüzeysel 90’lar ilişkilerinin yansıması mı yoksa hep mi böyleydi?

Arkadaşlık bütün dönemlerde netameli bir olgudur. Yeterince olgunlaşamamış, ergen kalmış kişilerde daha büyük bir sorundur. Ergenliğin bir özelliği arkadaşlık kavramına gereğinden fazla değer verilmesidir çünkü. İnsan olgunlaştıkça ilişkilerini gözden geçirir ve yanlışlar yapsa da arkadaşlarını olması gerektiği yere koyar. Osman’ın arkadaşlık ilişkilerinde yüzeysel ilişkilerin 90’lara egemen olması kadar kişiliğindeki zayıflığın ve olgunlaşamamasının da etkisi var. Baskıcı bir babanın oğlu olarak hayır demeyi beceremeyen, kaybetmekten korkan, bu nedenle ilişkilerinde fazla taviz veren bir adam. Yalnızlıkla baş edebilecek güçte değil, dolayısıyla arkadaşlarına, aslında kişiliğinin zayıflığından kaynaklanan bir özen gösteriyor. 90’ların etkisini de unutmamalı elbette, değerler sistemindeki alt üst oluşun hızlandığı bir dönem, tüketme kabiliyetinin insanı sınıfsal olarak yukarılara taşıdığı, bunun görünürde arkadaşlık ilişkilerini arttırdığı ama aynı zamanda ilişkilere çıkarın egemen olduğu bir zaman. Bence 2000’ler de aşağı yukarı böyle geçti ama gelecek çok daha karanlık görünüyor, çünkü bizi bekleyen şey arkadaşlık değil tümüyle sanal arkadaşlık artık. Her insan kendi başına bir ada haline geliyor, burada insani ilişkilere pek yer yok. Pandeminin de bunu hızlandırdığını, gelecekte insanlar arası temasın daha da azalacağını, bunun insanı daha da yalnızlaştıracağını düşünüyorum. Salgının etkisiyle insanlar evlerine kapandı, ev insanın koruyucu kabuğu haline geldi, bunun yaratacağı olumsuz sonuçları ileride göreceğiz. 

• Bir önceki kitapta Teoman tetikçi, Osman azmettirici algısına kapılmıştık. Hatta birçok okur Osman’a Yeşil Peri Gecesi’nde sinir olduğunu yazmış. Sinir olduğumuz Osman’ı bu kitapta niye seviyor ve onun için niçin üzülüyoruz sizce? Onu gerçekten sevmeye ve anlamaya başladığımız için mi yoksa asıl üzüldüğümüz değişime direnç ve elde ettiklerimizi kaybetme korkusu yüzünden kendimiz miyiz?”

“Asıl üzüldüğümüz kaybetme korkusu yüzünden kendimiz miyiz” sorusuyla aslında meselenin özünü çok güzel yorumlamışsınız. Okurun karakterle özdeşlik kurmasını beklemem ama karakterin macerasının okurda bir etki yaratmasını isterim. Öte yandan gerçekle, gerçeğin algılanışı ve yorumlanışıyla oldum olası bir zorum var. Gerçeğin kişilere göre değişkenliği diğer kitaplarımda da işlediğim bir durum. Gerçeği tümüyle anlamamız mümkün müdür? Gerçek diye bir şey var mıdır? Emin değilim. Bu konu adaleti de çok yakından ilgilendirir. Bu nedenle kanun maddeleri çok ayrıntılı yazılır, pek çok ihtimal göz önüne alınır. Çünkü bir olayda yer alan herkes kendini haklı bulduğu bir hikâye anlatır ve aslında herkes de bir parça haklıdır. Dolayısıyla gerçek bir türlü ele geçmeyen bir arayıştır. Hele günümüz gerçeğin sürekli sahteleriyle yer değiştirdiği, post-truthkavramının günlük dile girdiği ve suların bulandığı bir zaman. Gerçekten bir türlü emin olamıyoruz. Osman ve Yeşil Peri Gecesi’nde gerçeğin iki ayrı yüzü var. Aslında kimse gerçeğin ne olduğunu bilmiyor. Osman’a üzülüyoruz çünkü zayıf bir adam olduğunu, başka türlüsünün elinden gelmediğini anlıyoruz. (Bu arada Osman’a üzülen kadar hâlâ sinir olan, hatta nefret eden okurlar da var.) Anlamak ille de sevmeyi gerektirmez ama olumsuz duyguların şiddetini azaltır, bu nedenle değerli bir eylemdir. Öte yandan kaybetme korkusu varlığımıza içkindir, insan her yaşta kaybetmekten korkar. Bu sevdiğimiz birini kaybetmek de olabilir, olanaklarımızı, pozisyonumuzu kaybetmek de. İçinde yaşadığımız zamanın bu kaybetme korkusunu artıran bir niteliği olduğu da açık, başarı öyküleri parlatılarak sunulurken kaybetme öyküleri gereğinden fazla korkutucu biçimde, adeta dehşet öyküleri olarak sunuluyor. Bu gizli korku da bizi Osman’ın duygularına yaklaştırıyor. Değişime direnç konusunu etraflıca düşündüğümüz kanısında değilim, direndiğimizi sansak bile değişim bir akıntı gibi bizi içinde sürüklüyor. Ancak bir şeyleri kaybedince akıntının farkına varıyoruz. Çoğu zaman değişmediğimizi sanıyoruz, oysa değişiyoruz. Değişime direnç mutlaka iyidir ya da mutlaka kötüdür diye bir yargıda bulunmak istemem, değişime direnç bazen iyidir bazen kötüdür. Ama iyi olsun ya da olmasın yaşamakta olduğumuz değişimin farkına varmak, her durumda iyidir.