Serdar Soydan: “Kendimizi bir şekilde var etmek ve tanımak için başka deneyimlere muhtacız”

“Eski metinlere baktığımızda o karakterlerin deneyimlerinin bir ismi, bir tanımı yok. Eşcinsel, transseksüel, travesti tanımları henüz bulunmamış. Onlar için cinsellik daha yekpâre bir alan; bir erkeğin bir erkekle veya bir kadının bir kadınla birlikte olmasının bugün bizim anladığımız şekilde bir farklılığı yok. Bu modern konseptler çok netleşmediği için bu deneyimler bugünün tabiriyle çok daha ‘queer’ akıyor. O karakterler bu deneyimleri çok filtresiz bir şekilde yaşıyorlar.”

30 Eylül 2020 23:30

Ah Bu Sevda! sayesinde bu toprakların uzundur temas etmediğim bir zaman diliminde seyahate çıkmış oldum. Tanzimat Dönemiyle Harf Devrimi arasından derlenmiş eski metinlerin içinde gezinme keyfinin yanı sıra, rotasını Serdar Soydan’ın çizdiği bu zaman yolculuğunda izini sürmemizi istediği konuya dair fikir mesaim bambaşka bir keyif ve daha önemlisi manevi bir doygunluk verdi. Ötekilerin, ötekileştirilmiş cinsiyetlerin ve cinselliklerin hikâyeleri anlatılmak, okunmak üzere orada bir yerdeler. Zira Soydan’ın da dediği gibi genellikle onların hikâyesi anlatılmaz, hatta yok sayılır. Karanlıkta kalanı –ya da bırakılanı mı demeli?– gün yüzüne çıkarmak ise toplumu iyileştiren edimlerden biri. Biz okuyanlara da “bakmadıklarımızla” yüzleşmesi kalıyor.

Serdar Soydan’ın 1872-1928 yılları arasından yirmi dört farklı metni derlediği Ah Bu Sevda! adlı çalışmasını onunla buluşmamızdan önce, ucunda derleyeniyle bir söyleşi olduğundan normalden fazla bir dikkatle ama sürükleyicilikleri sebebiyle de bir solukta okudum. Soydan bu seçkisinde edebiyatımızda “öteki” cinselliklerin izini sürmüş; “Bugüne kadar tam anlamıyla sürülmeyen bir iz bu. Belki bazılarını bildiğiniz, duyduğunuz, okuduğunuz romanlardan parçalar ve bazısı ilk kez Latin harflerine aktarılan öyküler, parçalanmış bir ailenin fertleri gibi, yıllar yıllar sonra bir bayram yemeğinde aynı masanın etrafında toplanıyorlar,” (Önsözden). Bu metinlerin gerek yazıldıkları tarihe dair ayna tuttuklarını gerekse -zaman zaman konu seçimlerinin veya anlatım biçimlerinin ötekileştiriciliğine rağmen- gerçekte yaşanana dair ipuçları ve önemli bilgiler içerdiğini umduğunu söylüyor.

Üçü anonim olmak toplam on sekiz yazarımız var: Metin sıralamasına göre Ahmet Mithat Efendi, Nabizade Nazım, Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet Rasim, Şahabettin Süleyman, Mehmet Rauf, Baba Tevfik, Ömer Seyfettin, Selahattin Enis, Osman Cemal Kaygılı, İhsan, Suat Derviş, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Memduh Şevket Esendal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Burhan Cahit Morkaya, Mehmet Asaf Borsacı, Peyami Safa. Soydan bu isimlerden sadece birinin kadın olmasını ise, dönemin yazar kadınlarının eserlerinde “cinsel öteki”nin izine rastlayamadığı için olduğunu belirtmiş.

Bu kitap için ustalaşmış ve titiz bir arşiv sevdalısının madencilik çalışması diyebiliriz. Dolayısıyla söyleşimizde kitabın içine bakmazdan önce kütüphanelerde, arşivlerde saatler, günler hatta yıllar geçirmesinin hikâyesini, zamanla edindiği incelikleri de konuştuk. Kitabın ortaya çıkış serüveninden ve de muhteviyatından konuşurken de bir okuyucusu olarak kişisel yönlendirmelerime, tespitlerime denk gelebilirsiniz. Her halükârda Serdar Soydan’la Ah Bu Sevda! üzerine birlikte düşünmüş ve konuşmuş olduk. Zira onun da dediği gibi metinler bütün materyalleri kendileri sunuyor aslında. Birazdan online buluşmamızın metin halini okuyacaksınız. Ama sizleri en başta uyarmalıyım, söyleşimiz eser miktarda spoiler içermektedir, ki bu da en fazla içinde daha daha neler olduğuna dair merakınızı kamçılar, geri durmayın!

Öncelikle, hayat nasıl gidiyor, nasılsınız?

Araştırmacı yazarlığın yanı sıra hayatımı kazanmak için bir taraftan dizi yazıyorum. Önce sinema okuyup edebiyatta yüksek lisans yapmıştım, dolayısıyla televizyon veya sinema için yazmak benim eğitimini aldığım iş. Para için yaptığımız bu işler bir yerden sonra, bazen tadını kaybedebiliyor – ama genel olarak iyiyim.  

1997’de kişisel bir izlek üzerinden başlayan arşiv tarama sevdanız bir disipline nasıl dönüştü? Yöntem ve izleğiniz nedir?

Şu ana kadar yaklaşık elli-altmış gazetenin tüm yayın hayatını gözden geçirmiş durumdayım. Bu taramalar sırasında hem bazı yazarları hem de bazı konulardaki tefrikaları ve haberleri biriktirmiş oldum. Mesela şu an elimde Türkiye’deki trans görünürlüğüne, varoluşuna dair çok fazla materyal var. Bu alandaki araştırmama Bülent Ersoy’un 1985 yılında Cumhuriyet Gazetesine verdiği röportajı gördükten sonra başladım. Son derece aktivist bir trans vardı karşımda. Politik bilincinden, mücadele biçiminden etkilenerek onunla ilgili materyal toplarken bu sefer o dönemde daha bir sürü başka trans kadının da kendini var ettiğini veya var etmeye çalıştığını ve bir süre sonra da yok olduğunu gördüm – “Arşivden Sonra?” serilerinden birinde ben de trans eğlendiricilerin, şarkıcıların, dansçıların 70’lerin ortasından 80’lerin başına kadarki saltanatından bahsetmiştim. Ayrıca konularla ilgili olduğu kadar yazarlarla ilgili de biriktiriyorum. Nahit Sırrı Örik’le başladım, sonra ilgi alanıma Suat Derviş de girdi. Veyahut, Derviş’in 1930’daki gazete yazılarını okurken Kaptanzâde Ali Rıza Bey diye bir bestekârın röportajını gördüm ve bir anda müzik alanında da bir araştırma serüvenim başlamış oldu. O zamandan beri de 30’lu yılların bestekârlarının eserlerini, plaklarını ve onlarla ilgili tüm yazılı materyali toplamaya çalışıyorum. Daha birçok başka konuyu sevdiğim, merak ettiğim için araştırıyorum. Demek istediğim, arşivde çalışmamın belli bir sistematiği yok. Benimki daha çok iğneyle kuyu kazmak gibi. Hele ki LGBTİ’den bahsediyorsak hiçbir yayın size hangi sayıda ne olduğunu söylemiyor. Körlemesine giriyorsunuz arşive, o da isterse size sırlarını açmaya başlıyor. Bütün bunları hakikaten büyük bir haz alarak yapıyorum.

“Arşivden Sonra?”daki sunumunuzda arşivi “aile” olarak tanımlamanızın sebebi neydi?

Zamanla arşivle aramda duygusal bir bağ geliştiğini söyleyebilirim. Kütüphaneler yani arşivler benim için bir sığınak. Kendimi orada güvende ve huzurlu hissediyorum. Ayrıca arşive gitmemin psikolojik bir temeli de var. Ailemi çok erken yaşta kaybettim. Hani büyük kayıpların yerine başka şeyler koyarsınız, ben de yalnızlığımı bu şekilde telafi ettim sanırım. Ayrıca ergenlik döneminde yalnız bir eşcinsel erkek olarak kendimi o homososyal ortamda konumlandıramıyordum. 2000’lerden itibaren kendime hep kitaplardan, bir süre sonra da gazetelerden, dergilerden arkadaşlar bulmaya başladım. Bu kulağa biraz şizofrenik bir şey gibi gelebilir fakat hakikaten de yaptığım şey buydu. Aile benzetmesini ise benzer ayrımcılıkları, şiddeti deneyimlemiş bu insanların arasında bazı bağlar olduğunu düşündüğüm için yapmıştım. Ah Bu Sevda!’daki hikâyelerin karakterleri de belki başka bir gerçeklikte etkileşim halindeler. Ben olaylara biraz daha spiritüel, duygusal açıdan bakmayı daha mutlu edici buluyorum.

“Bir gün Yusuf Çavuş’un oğlu Abdi pencereyi açıp dışarı baktı ve berber dükkânında oturan Cevri Çelebi’yi gördü. Cevri Çelebi de onu gördü ve Abdi’ye âşık olup cân-ı gönülden bir ah çekti. Bahtının aynasını karartıp kırk gün durmadan dükkâna gelip akşam olunca evine döndü.” [Cevri Çelebi Öyküsü, s.17- Anonim]

Peki bu bulduklarınızı öznel bakış açınızdan dışarıya çıkarıp okuyucuyla buluştururken nasıl bir izleğiniz var? Bunun için bir yöntem geliştirmek zorunda kaldınız mı?

Bunun için bir örnek vereyim: 1935’in Mayıs’ında Kurtuluş’ta yaşayan trans bir erkekle bir kadın nişanlanmışlar. Fakat kadın onun trans olduğunu bilmiyormuş ve öğrenince onu terk etmek istemiş. Bunun üzerine aralarında bir itiş kakış olmuş ve kadın nişanlısını “Beni darp etti,” diyerek mahkemeye vermiş. Bu dava bir anda Türkiye’nin gündemine oturmuş. “Erkek kız”, “Bay bayan” gibi isimler takarak bu trans erkeği bir sürü gazete ana sayfalarında haber yapmış. İşte bu insanı bir aile ferdi gibi görüp izini sürerek hikâyesini anlamaya, onu tanımaya çalışıyorum. Bu arada bu trans erkek, yani Kenan Çinili daha sonra hayat hikâyesini yayınlamış, ki bu dünya literatüründe bir ilk – o da yakında Sel Yayınlarından otobiyografik roman olarak basılacak. Dünyada bu tarz hikâyeler ne zaman derlenmeye başlamış, Türkiye’de bu konuya dair nasıl çalışmalar yapılmış, bu trans erkeği kimlerle birlikte konumlandırabiliriz diyerek bu konuyu nasıl bir dosya haline getirip ete kemiğe bürüyebilirim diye bakıyorum. Bu konuları, dosyaları analitik bir düzleme yerleştirmek için gerçekten arşivde uzun zaman geçirmek gerekiyor. Böylece bütün bunları zamandizinsel bir şekilde yerleştirebilmeye ya da bunlara farklı perspektiflerden bakarak konumlandırabilmeye başlıyorsunuz. Bu süreç duygusallıktan sıyrılıp olaylara tarihselliğiyle bakmanızı sağlıyor. O deneyimlerin biricikliğini ve başka deneyimlerle ortaklığını yakaladığınız zaman da ortaya daha yetkin bir metin koyabiliyorsunuz. Tabii ki tüm bu olayları ve kişileri nesnel bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalışıyorum.

Bu kitabı hazırlarkenki saiklerinizden biri de cinsel ötekilerin görünürlüğüne katkıda bulunmaktı sanırım.

Bazı tanımları yapabilmek, iyiyi doğruyu ya da farklı olanın minik nüanslarını verebilmek için hepimiz farklı deneyimler görmeye, farklı insanlar tanımaya muhtacız. Kendinizi bir şekilde var etmek, tanımlamak ve tanımak için başka deneyimlere muhtaçsınız. Hem ne zaman kendime sarsam, arşive girip başka birini var etmeye çalışıyorum. Böylece kendimden kurtulmuş oluyorum. Öbür türlü “Doğru mu yaptım, yanlış mı? Kariyerim doğru ilerliyor mu?” gibi sorular etrafımda toksik bir aura yaratıyor ve bu da bir yerden sonra beni zehirlemeye başlıyor… Araştırdıklarımın çoğunluğu kendilerini tam olarak ifade edememiş, var edememiş insanlar ya da konular oluyor. Bu da beni tetikleyen şeylerden biri. Dolayısıyla evet, onları var etmek, özneleştirmeye çalışmak da bu kitabın amaçlarından biri. Ne yazık ki şimdiye kadar hiç kimse bu metinleri bir araya getirilebilir bir şey olarak görmemiş ya da bu akıllarına gelmemiş. Ayrıca LGBTİ alanında da çok fazla eksik ve yapılacak çok fazla şey var. Bu gazete ve dergi taramalarım sayesinde 25 cilt kitap basılmak üzere sırasını bekliyor. Osmanlı edebiyatında veya 1928 sonrasında da LGBTİ varoluşuna dair sayamayacağımız kadar çok materyal var, ki bunların hepsi kitaplaşacak mı bilmiyorum. En azından Ah Bu Sevda!’nın daha devamı var. Satışından memnun kalıp devamını basmak isterler mi emin değilim. Ama bir şekilde üç-beş yıl sonra durumum daha iyi olduğunda bir site kurup bunların hepsini orada da yayınlayabilirim. Şimdi bir de bir dernekle 1930’lardaki drag queen’lerle bugünküler arasında köprü kurmaya çalışan, o dönemin bestekârlarından Dramalı Hasan Güler’in TRT nota arşivinde yer almayan, yıllar içinde derlediğim pek çok kanto, rumba, fokstrot ve tangosunu da kullanacağımız bir proje hazırlıyoruz.

Bu derlemedeki öyküleri çerçeveyi belirlemeden önce biriktirmeye başladığınız anlaşılıyor. Çerçeve ne zaman belirdi ve kitap halinde yayımlamaya ne zaman karar verdiniz ve Sel Yayınlarıyla yollarınız nasıl kesişti?

Bu dosyaya aslında 2011’de “Ah Bu Sevda” diye bir başlık atmışım. Mesela uzunca bir süredir kenarda bekleyen bir başka çalışmamın bir kısmı da –Türk edebiyatında travesti ve transseksüel temsilleriyle ilgili– bu yaz KAOS GL’de yayınlandı. Sel Yayınlarını ben aradım. Onlara birkaç dosya sundum ve hepsiyle de ilgilendiler. Ah Bu Sevda! Nisan ayında çıkacaktı ama pandemiden dolayı ertelendi. Sonunda da pride’da çıkmış oldu. Kenan Çinili’nin otobiyografik romanı ise 2021’e sarkabilir. 

“[...] Çerkez Sohbet’te oğlancılık asla mevcut olmadığı halde Ali’ye olan âşıkane bakışının Ali de farkına varmışsa da o pazu kuvveti kendisinde bulundukça gerçekten hiçbir tehlikeden ürkmüyordu. Sadece, “Ah bir kere bıyıklarım çıksa da şu şaşkın ve hisli bakışlardan kendimi kurtarsam,” diyen birçok delikanlıdan birisi de herhalde Acem Ali’ydi.”
[Dürdane Hanım’dan, s.39 - Ahmet Mithat Efendi]

Buradaki birkaç metni Latin alfabesine siz geçirmişsiniz, sanırım Osmanlıca biliyorsunuz ya da okuyabiliyorsunuz?

Boğaziçi’nde Türk Dili ve Edebiyatında Yüksek lisans yaparken zorunlu derslerden biri de Osmanlıcaydı. Osmanlıcayı öğrendiğim gibi Şahabettin Süleyman’ın bütün oyunlarını çevirdim. Benim edebiyata olan bu derin ilgim aslında Mimar Sinan’da Sinema Televizyon okurken başlamıştı. Çok şanslı bir öğrenciydim çünkü Metin Erksan, Lütfi Akad ve Memduh Ün’den ders aldım. Bu insanlar kendi alanlarında başarılı olmanın yanı sıra müthiş bir okuma kültürüne de sahiplerdi. Dürdane Hanım’ı bana tanıtan, “Acem Ali diye bir karakter var; Ulviye Hanımken akşamları Acem Ali Bey oluyor. Bak, bunlar çok ilginç metinler,” diye öneren Metin Erksan’dır. Onun sayesinde Ahmet Mithat’a veya  Nahit Sırrı Örik’e de merak salmış oldum. Onlar sayesinde Boğaziçi’ne pek çok kanon dışı konuyu bilir halde girdim.

Metinleri Latin alfabesine çevirmek dışında nasıl bir işlemden geçirdiniz?

Güncelleştirdim demek daha doğru bir tanım olur. Zira Tanzimat'tan günümüze öyle büyük bir değişim var ki. Özellikle Servet-i Fünun’dan 1920’lere kadar anlaşılması güç bir dil kullanılmış. Dolayısıyla metinleri günümüz okuyucusu için anlaşılır kılmaya çalıştım diyebilirim.

“Mümtaz Bey’in rezaleti her tarafa yayıldı. Vaktiyle babasında olan bu hastalığın kendisine de ırsi olarak intikal ettiği katiyen anlaşıldı. Fakat Mümtaz Efendi bu rezalete önem vermemişti.
O diyordu ki: 'Yirminci asırda böyle şeyleri ayıp saymak cahilliği medeniyetten nasiplenmemiş olduğunu ispat etmektir. Şaşarım böyle zevkle, nefisle alakalı şeyleri ayıp sayanların akıllarına.'”
[Kocamın Kocası, s. 228 - Mehmet Asaf Borsacı.]

Daha rahat çalışabilmek için bir zaman sınırı çizmeye karar vermişsiniz. Öncelikle Tanzimat’la Harf Devrimi arasındaki bu zaman diliminde nasıl karar kıldınız? Açık Radyo’da Günün ve Güncelin Ebebiyatı’nda telif haklarının belirleyici bir faktör olduğundan dem vurmuşsunuz; bunun ötesinde sosyolojik başka bir argüman var mıydı?

Biz sıklıkla arada kalmışlık duygusu yaşayan bir toplumuz ve bu da bir şekilde kendini tam olarak tanımlayamamaya neden oluyor ve dolayısıyla da kaygan bir zemin yaratıyor. Bu zemin de ötekilerin kendini var etmesi, avangart metinlerin ortaya çıkması açısından çok müsait bir alan. Abdülhamid’in İstibdat dönemi, ondan sonra II. Meşrutiyet ve İttihat ve Terakki Dönemi, sonra I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı derken zemin sürekli kayıyor; sürekli ayaklar baş, başlar ayak oluyor; bir anda ülkenin adı değişiyor; bir anda Hilafet kalkıyor vs. derken insanlar ahlaken, toplumsal veya edebî olarak da hep bir arayış içinde oluyorlar. Ülke kimlikten kimliğe bürünürken hiçbir şey tam yerine oturamadığı için farklı olanın özneleşmesi daha kolay oluyor. II. Meşrutiyet’ten başlayıp Kurtuluş Savaşı boyunca erotik neşriyatın zirveye çıkması da buna bir örnek. Zafer Toprak’ın Toplumsal Tarih’te bununla ilgili çok güzel bir yazısı vardı; erotik novellaların 1908-1911 ve ondan sonra da 1923-1928 arasında –bu kitapta da o dönemden Kocamın Kocası adlı bir metin var– ötekinin kendini var etmesi, hiçbir denetimden geçmeden sansürsüz bir şekilde ortaya koyabilmesi açısından çok müsait dönemler. Yeni bir ülke kuruluyor, daha ortada yasa yok. Herkes karın tokluğu derdindeyken kim ne yazmışla kimse uğraşmıyor. Ya da istibdat sonrasında o baskıdan çıkar çıkmaz insanlar her şeyi dilediğince yazabilmişler. Dolayısıyla şimdi sen sorunca düşündüğümde bu tarihsel olgular da birer etken olmuş olabilir. Fakat o zaman diliminde o kadar çok öteki cinsle ilgili metin üretilmişti ki ve benim de elimin altında birikince o zaman diliminden başlayayım dedim. Öte yandan cinsel öteki o dönemde de var, Cumhuriyet döneminde de var. Tabii bu metinlerin telif haklarının olmaması da basma kolaylığı açısından büyük bir etken.

“Bu iş hakkında, ancak benim gibi deliliğini ilan etmiş bir kimse açık açık söz edebilir. Madam Fedrona’nın ticaret evinde fuhşun basit biçimiyle kulamparalık, sevicilik şubeleri vardır. Zevkiniz her ne ise kötülüğünüzü işlersiniz.[...] Bu yerin banyoları, isteğinize göre kadın, erkek tellakları ve bir de Kişnof adında bir doktoru vardır. Bu fen adamı, tüyleri ürpertecek her çeşit tabiat dışı isteklere karşı çelik gibidir.”
[Ben Deli miyim’den…, s.189 – Hüseyin Rahmi Gürpınar]

Önsözde, belirlediğiniz dönemdeki cinsel ötekinin ele alınışına dair bir çıkarım, seçtiğiniz öyküler üzerinden ortak bir değerlendirme yapmaktan imtina etmişsiniz. Bunu metinleri okuyucuyla baş başa bırakmak için mi yaptınız?

Arşive daldığın zaman çok net gelişim çizgileri, net bir dönüşüm gözlemleyemiyorsun. Her yazarda farklı bir dönüşüm, farklı bir gelişim var. Her dönemin kendi içinde farklı kırılma  noktaları olabiliyor. Bana göre “Tanzimat döneminde son derece homofobik, transfobik metinler varken II. Meşrutiyet döneminde bu transfobi birden ortadan kalkmış ve metinler kapılarını git gide cinsel ötekiye açmıştır,” gibi bir cümle kurulamaz.

Örnek vermek gerekirse, Ah Bu Sevda!Cevri Çelebi ve Tayyarzade adlı anonim iki hikâyeyle başlıyor. Bunlar kökü 16. Yüzyıla kadar uzanan bir sözlü hikaye geleneğinin asırlar içinde başkalaşmış örnekleri. “Kitabi, Mensur, Realist İstanbul Hikayeleri” deniyor, hepsinde ortak bir karakter, IV. Murat’ın sohbet arkadaşlarından biri olan Tıfli Çelebi olduğu için “Tıfli Hikayeleri” deniliyor. Bu hikayeler önce yazma olarak, 19. Yüzyıl ortasından itibaren ve taşbaskı ve baskı olarak yayınlanıyor.

Bu metinlerde eşcinselliğin ele alınışına ya da daha sonra Peyami Safa’nın 1928’de yazdığı Havva’nın Üvey Kızları’ndaki eşcinselliğin kurgulanışına baktığımız zaman çok net bir gelişim çizgisi, net bir değişim gözlemlenmiyor. Bir diğer taraftan Memduh Şevket Esendal’ın Miras romanında çok ilginç, son derece özgür biseksüel bir çiftle karşılaşıyoruz. Ya da Recaizade Mahmut Ekrem’in Saime’sinde heterofobi var. Bu da çok ilginç bir şey, zira dünya edebiyatında da heterofobiye nadiren rastlanır. Gerçi o bölümü çok satır aralarında geçtiği için alıntılamadım ama burada kısaca bahsedeyim: Romanın ikinci bölümünde, daha sonra Saime’nin üvey annesi olacak Binnaz Hanım’ın geçmişi anlatılır. Binnaz’ın annesi Fettan Hanım. Fettan kocasının hastalığı sırasında Mahbube ile tanışır. İki kadın kısa sürede büyük bir aşka yelken açar. Fettan’ın kocasının ölümünden sonraysa evleri İstanbullu lezbiyenlerin toplanma yeri haline gelir. Saime ise bir gün tam da böyle bir ortamda heteroseksüel olduğunu açıklar. Saime’yi kınarlar ve sevdiği erkeğe kaçmasın diye bir odaya kilitlerler…

Fakat dediğim gibi, zamandizinsel baktığımızda elimizde süreklilik arz eden net bir çizgi yok. O yüzden bu kadar büyük, keskin cümleler kurmak bana hem riskli hem de zaten yanlış geliyor. Buradaki bütün metinlerin biricik birer varoluşu var. Tabii ki bunlar öncekilerle ve sonrakilerle zamansal ve mekânsal kardeşlik içerisindeler. Ama bu kardeşlik, doğrudan bir neden sonuç ilişkisine dayanmıyor. Bu metinlerden isteyen istediğini yan yana getirerek taraflı ve önyargılı cümleler de kurabilir. Arşivdeyken dediğim gibi elimden geldiğince önyargısız bir şekilde kalmaya, onun bana ne sunduğunu görmeye çalışıyorum. Çünkü bir metnin içine belirlenmiş bir cümleyle girdiğinde, o metin sana kaçınılmaz olarak sadece o cümleyi kurar. Ben ise okuduğum metnin beni oradan oraya savurmasını, götürmesini seviyorum. Bir de artık gerçekliğin altının defaatle oyulduğu bu postmodern dönemde bu kadar keskin yargılar ya da düz bir ilerleme çizgisi bence yok.


Bir hamam sahnesi

Önsözde “Fakat metinler yazarların yazdıklarından, yazmak istediklerinden çok daha fazlasıdır genellikle. Hatta inadına söylenmek istenmeyeni de fısıldayabilir bize,” demişsiniz. Yazılanın arkasına nasıl bakıyorsunuz?

Dürdane Hanım’a, Cevri Çelebi veya Tayyarzade metinlerine baktığımızda o karakterlerin deneyimlerinin bir ismi, bir tanımı yok. Eşcinsel, transseksüel, travesti tanımları henüz bulunmamış. Onlar için cinsellik daha yekpâre bir alan; bir erkeğin bir erkekle veya bir kadının bir kadınla birlikte olmasının bugün bizim anladığımız şekilde bir farklılığı yok. Bu modern konseptler çok netleşmediği için bu deneyimler bugünün tabiriyle çok daha “queer” akıyor. O karakterler bu deneyimleri çok filtresiz bir şekilde yaşıyorlar. Bu arada o dönemde, genellikle yazarların finallerde ortak bir yönelimi var: Karakterleri natrans ve heteroseksüel hale getirerek her şeyi “ahlaki” olarak temiz bir noktada bırakıyorlar. Bugün ise trans beden nedir, kadın ve erkek bedeni, dişi beden, eril beden nedir tartışmaları üzerinden bedenlerimizin sıfırdan tanımlanabileceğini konuşabiliyoruz. 1882’de yazılmış Dürdane Hanım’ın benim kitaba almadığım bir yerinde “Sen her memesi olanı kadın mı sanıyorsun,” gibi bir cümle geçiyor. Belki Ahmet Mithat Efendi bu özgürleştirici ifadeyi bilerek kullanmamış. Fakat modernleşmeye, Avrupalılaşmaya çalışırken bu kavramları tam da bilmediğinden gayet queer bir varoluş ortaya koymuş. Bu sayede Dürdane Hanım’daki Acem Ali Bey’le Ulviye Hanım ikiliğini ne mutlu ki bir gizemi çözmek için erkek kılığına giren bir kadın olarak okumuyoruz.

 “Refika: Evet, itiraf ediyorum: Ben Cavide’yi seviyorum. Onun yerine bir erkek de sevebilirdim. O zaman paşanın namusu ne olurdu? Bizim ne kabahatimiz var? Kabahat kocalarımızda… Taze, genç kızları ihtiyar kollarının arasına alıyorlar! [...] Onları sevmiyoruz, tabii o zaman arıyoruz… Bir genç erkek üzerinde duruyoruz. Fakat onunla görüşmek o kadar güç ki, bu kadar güçlüğe maruz kalmaktansa…”
[Çıkmaz Sokak’tan, sf.130 – Şahabettin Süleyman]

Bu hikâyeler üzerinden bir okuma yaptığımızda o dönemin tabiriyle “seviciliğin” çoğunlukla erkek nefreti veya bir çaresizlik, yoksunluk üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. Bu tespitime katılır mısınız?

Mehmet Salahaddin Asım’ın Osmanlı’da Kadınlığın Tereddisi, yani düşüşü, çöküşü diye çevirebileceğimiz bir eseri var, Latin harflerine Osmanlı’da Kadınlığın Durumu diye çevrildi. Kitapta izole yaşadıkları için kadınların erkeksiz, erkeklerin kadınsız kaldığı ve bu durumun da onları eşcinselliğe ittiği anlatılıyor. Heteroseksüellik ‘norm’, eşcinsellik ‘anormal’ olduğu için, onlar böyle gördüklerinden, böyle tanımladıklarından, hep bir kılıf bulmak zorunda kalıyorlar.  Ah Bu Sevda!’daki Çıkmaz Sokak’ın yazarı Şahabettin Süleyman da, bu hikâyesi yüzünden ahlaksız olanı yazmakla itham edilince “Ne yapsalardı? Kocalarını erkeklerle mi aldatsalardı?,” diyor. Kadınların kadınlarla birlikte olarak çok masum bir eylemde bulunduklarını söylüyor. Burada da kadın cinselliğinin aşağılanması ve eşcinsel kadınların ediminin yok sayılması söz konusu. Hüseyin Rahmi Gürpınar ise Şekavet-i Ebediyye adlı kitabında zamanında bir sürü bekâr kadının da eşcinsel olduğunu hatırlatıyor. Bunun niye bir sürü erkek veya kadında doğuştan gelen bir özellik olarak görülmediğini sorgulatıyor. Muhtemelen kadınlardan hoşlanan erkekler tarafından yazılan bu metinlerde, metnin gizli öznesi olan erkek yazarlar kadınların kendilerinden hoşlanmayıp da başka kadınlardan hoşlanmış olmalarını yaralayıcı bir şey olarak görüyorlar. Bunu da kadınları erkeklerden nefret ediyor olarak okuyor olabilirler. Halbuki bu erkeklerden nefret etme değil kadınların kadınlardan hoşlanma durumu…

Yine önsözde, Ömer Seyfettin’in gökkuşağın altından geçmek isteyen köylü kızını anlattığı “Eleğimsağma” öyküsünü zamanında bir okuma grubunda tartışmaya açtığınızda grubun ikiye ayrıldığından bahsetmişsiniz. Açıkçası ben sizin gibi düşünüyorum. Biraz üzerine konuşalım mı?

Tartışmada bir grup, Ayşe’nin bu arzusunu “peçe altına girmemek için erkek olmak istiyor” olarak yorumluyordu. Erkeklerin 12-13 yaşından sonra da kamusal alanlarla var olabildiklerini, kadınların ise dört duvar arasına hapsedilebildiklerini göz önünde bulundurduğumuzda bunun bir kaçış olarak görülmesi mümkün. Ama ortada arzu nesnesi olarak köylü bir kadın var, adı Zeynep; Ayşe gökkuşağının altından geçip de pazıları çıktıktan, erkekliği bir gerçeklik haline geldikten sonra köye dönüp Zeynep’in düğününü basmak ve onu kaçırmak istiyor. Düğünü bastığında imamdan Zeynep’i boşayıp kendisiyle evlendirmesini istiyor. Bir kadınla eşleşerek erkekliğini performe etmek ve insanlara dönüp bu yüzünü göstermek istiyor. Tek derdi dört duvar arasına girmemek olsaydı erkeğe dönüştüğü anda düğün basmak yerine sokaklara salına salına gezmeye giderdi. Bu yüzden orada tamamen bir trans varoluşun söz konusu olduğunu düşünüyorum.

Hikâyenin sonunda ise babasının kızını uyuyakaldığı yerde tekmeleyerek uyandırmasını yine bir hayalin, bir arzunun yine egemen zihniyet tarafından cezalandırılması olarak, trajik bir son olarak okudum, siz?

Bugünün cinsiyet politikası üzerinden baktığımızda trans bir erkeğin, erkekliğini kanıtlamak için bir penise ya da pazılara ihtiyacı yok. Erkek tanımı ya da kadın tanımı tamamen bir kurgudan ibaret. Bir kişi kendisi nasıl mutlu hissediyorsa, nasıl bir tanımda olmak istiyorsa o tanımdadır. Bu hikâyede de Ayşe trans bir erkek. Bu arada gökkuşağının altından geçme motifi masallarda bir nevi ortak bir insanlık mirası. Balkanlar’da ve Hindistan’da aynı motif var. Mesela Rus masallarında da Viladimir Propp bunu inceliyor. Bizde Billur Köşk masallarında var. Ya da “öküzün kulağından bir şey sokmak” gibi farklı motifler var. Masallarda bir şekilde cinsiyet değişimine yol açan, karakterin örüntüsünü değiştiren hep sihirli bir an var. Ömer Seyfettin ise bunu ancak rüyasında görebileceği bir şey, bir çocuk fantezisi olarak betimlenmiş, ki bunu küçümseyerek anlatıyor halbuki orada bayağı acıklı bir deneyim var.

Pandemiyle birlikte sizin hayat akışınızda temel farklılıklar oldu mu? Sizin yaşam alanınızı ya da planlarınızı değiştirmeye iten bir durum var mı?

En başta sığınağımdan, kütüphanelerden uzak kaldım. Yaklaşık iki ay önce açtılar fakat kapalı alanda maskeli olmak epey konforsuz. Ama şimdi ne mutlu ki bir sürü arşiv online ortama taşındı. İstanbul Üniversitesi çok güzel bir gazete arşivi çıkardı. Atatürk Kitaplığının internette çok güzel materyalleri var. Geçen gün İzmir’de hastaneden bebek kaçıran bir kadının haberine rastladım. Olayın iç yüzü bebeği kaçıran kadının kız arkadaşını kıskanıp polise şikayet etmesiyle ortaya çıkıyor. Bununla ilgili 1931 yılının 11 Mayıs’ında Hizmet Gazetesinde “Sevicilik” başlıklı dört günlük bir yazı dizisi yayımlanmış; teferruatlı bir şekilde sevicilerin nasıl insanlar oldukları, erkeklerden nasıl nefret ettikleri, nasıl dans ettikleri, nasıl görünmek istedikleri, nasıl konuştukları gibi bir sürü önyargıyla dolu bir metin sunulmuş... Bunu evden çıkmadan bulabildiğim için mutluyum. Ama çok belirsiz zamanlardayız. Mesela bizim dizi sektörü çok büyük bir darbe aldı. Yayıncılar da düşen kitap satışlarından dolayı kara kara düşünüyor. Pek çoğu da bu yüzden klasiklere yönelmiş durumda. Ben ise ailemden bana bir şeyler kaldığı için ekonomik olarak iyi durumdayım. İstanbul’un ortasında içinde incir ağacı, fındık olan bahçeli bir evde oturuyorum. Pandemide de karantina sürecini huzurlu geçirdim. Ne kadar böyle süreceğini ben de bilmiyorum. Hem etrafımdaki bir sürü insanın hayatında ekonomik ve sosyal açıdan çok majör değişiklikler oldu. Dolayısıyla sevdikleriniz zarar gördüğü için siz de üzülüyorsunuz. Ama yapacak bir şey yok. Şu an dünyada, vurdumduymazları saymazsak aynı duyarlılıktaki her birey üç aşağı beş yukarı aynı psikolojide.