"Bugünün dertleriyle yüz yıl öncesinin dertleri bir değildir, ama dert hep vardı, hep olacak. Bugün köprü trafiğinde takılıp kalanlar, örneğin bir zamanlar iki üç senede bir İstanbul’u kasıp kavuran veba salgınlarını hatırlayıp avutabilirler kendilerini."
02 Mart 2021 00:24
Birkaç sene önce rahmetli Prof. Semavi Eyice’yi İstanbul Şehir Üniversitesi’nde misafir etmiştik. Kaçınılmaz olarak İstanbul merkezli geçen sohbet esnasında biri Orhan Pamuk’un İstanbul: Hatıralar ve Şehir kitabı hakkında ne düşündüğünü sordu. Eyice’nin verdiği cevap beni o kadar şaşırttı ki, hâlâ dünmüş gibi hatırlıyorum:
“Orhan Pamuk zannedersem 1952’de doğmuştur. İstanbul’u nereden bilsin? O doğduğunda İstanbul artık yoktu ki!”
Böyle bir sözü bir tarihçinin, hem de bir Bizans tarihçisinin sarf etmiş olmasına hâlâ inanamıyorum. Sanki İstanbul onun çocukluğunda vardı, sonra aniden yok oldu. Sanki onun yarım yüzyılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığı Bizans İstanbul’u ile kendi çocukluğundaki İstanbul hep birdi de, sonradan değişmiş, yok olmuştu. Bunu söyleyenin elinde rakı kadehi, “nostalji edebiyatı” paralayan biri değil de bir şehir tarihçisi olması, tutucu zihniyetin günümüz insanını nasıl esir aldığını gösteriyor her şeyden önce. Oysa Eflâtun’un Efes’li filozof Heraklitos’a (M.Ö. 500 civarı) atfettiği meşhur bir söz vardır: “δὶς ἐς τὸν αὐτὸν ποταμὸν οὐκ ἂν ἐμβαίης” (aynı nehre iki defa giremezsin). Çünki nehir sürekli akar, insan sürekli değişir, ikinci girişte ne nehir aynı nehirdir, ne insan aynı insan. O halde “πάντα χωρεῖ καὶ οὐδὲν μένει” (herşey değişir, hiçbir şey sabit kalmaz).
Bugünki İstanbul dünki İstanbul değildir, dünki de evvelki günki. Kurulduğu günden beri hep değişmiştir İstanbul. Bu değişimin bir kısmı kötüye doğru olmuştur, bir kısmı iyiye doğru. Nostalji elbette anlaşılabilir bir duygudur, çünki insan alışmış olduğunu arar; ama bu öznel bir duygudur, nesnel bir gerçekliğin ifadesi değildir. Daha doğrusu ifade ettiği tek bir nesnel gerçeklik vardır, o da değişimin varlığı ve sürekliliğidir. İstanbul’un bugün bir sürü derdi var. Eskiden de vardı. Bugünün dertleriyle yüz yıl öncesinin dertleri bir değildir, ama dert hep vardı, hep olacak. Bugün köprü trafiğinde takılıp kalanlar, örneğin bir zamanlar iki üç senede bir İstanbul’u kasıp kavuran veba salgınlarını hatırlayıp avutabilirler kendilerini.
Bu ayın kitabı, Henry Otis Dwight’ın Constantinople and its Problems: its Peoples, Customs, Religions and Progress (İstanbul ve Sorunları: İnsanları, Âdetleri, Dinleri ve Gelişmesi) adlı, Londra’da 1901’de yayınlanan eseri. Ebadı 13 x 20 cm (octavo), 298 sayfa, resimli. Piyasada gerek aslı, gerekse tıpkıbasımları bulunuyor, ayrıca google books’tan bedavaya indirilebiliyor.
Henry Otis Dwight 1843’te İstanbul’da Amerikalı bir misyoner ailesine doğmuş. Üniversite tahsili için Amerika’ya gitmiş, ama İç Savaş’ın patlaması üzerine okulu terk ederek 1861’de kölelik karşıtı kuzeyli eyaletlerin ordusuna katılmış ve savaşın bitimine kadar cephede çarpışmış. İstanbul’a 1867’de döndükten sonra misyonerlik, yayıncılık ve gazetecilik yapmış, 1901’de istifa ederek Amerika’ya dönmüş, yayıncılığa ve yazarlığa orada devam etmiş, 1917’de vefat etmiştir. Keza İstanbul’da doğan (ve misyoner olmamayı seçen) oğlu Harry (Harrison) Griswold Dwight’ın (1875–1959) da Stamboul Nights (İstanbul Geceleri, 1916) ile önce Constantinople: Old and New (Eski ve Yeni İstanbul, 1915), sonra da Constantinople: Settings and Traits (İstanbul’un Mekânları ve Özellikleri, 1926) adlarıyla yayınlanan kitapları vardır. Onlara da sıra gelir belki bir gün.
Henry Otis Dwight (1843–1917)
Henry Otis Dwight’ın Constantinople and its Problems adlı kitabının ilk bölümü, “Bir Dünyanın Merkezi Olarak Şehir” başlığını taşıyor. Deniz yoluyla İstanbul’a yaklaşmanın heyecanını ve güzelliğini anlatmakla sözlerine başlayan Dwight, camiye çevrilmiş olan Ayasofya’nın “bütün dünyada siyasî Hıristiyanlığı bekleyen elim akıbetin habercisi” olduğunu belirtiyor. Eh, tabii kitap misyoner bakış açısından yazılmış, yazar doğduğu şehri ne kadar sevse de, İslâm’ın zaferini simgelediği duygusunu üzerinden atamamış.
Başlığı “İslâm Sorunu” (The Mohammedan Question) olan ikinci bölüm hayli ilginç. Şöyle ki, Dwight İslâm dini hakkında bir misyonerden beklenmeyecek kadar çok muhabbet ve hayranlık ifade ediyor, ama buna mukabil Müslümanları ne kadar hor gördüğünü de hiçbir şekilde saklamıyor. Bunu ise İslâm’ın ibadete verdiği öneme karşın gündelik hayat konusundaki esnekliğine, Allah’ın affediciliğine olan inançları nedeniyle Müslümanların günah işlemekten geri durmamasına bağlıyor. Elçiye zeval olmaz, ben sadece söylediklerini aktarıyorum.
Üçüncü bölüm, “Kadın Sorunu” hakkında. Şarkiyatçılıkla cinsiyetçiliğin çok talihsiz bir alaşımını yansıtan bu bölümde Fatma Aliye Hanım’dan, çok eşlilikten, Müslüman ve gayr-i Müslim kadınlar arasındaki benzerliklerden ve farklardan, harem kurumundan ve alışılmış daha birçok konudan uzun uzun söz edildikten sonra şu sözlerle konu bağlanıyor:
“Asya kadınlarını, onları Yaratmış Olan’ın kendilerini lâyık gördüğü yere ulaştırmak, Hıristiyan dünyasının kadınlarının üstesinden gelebileceği bir iştir. Şark kadınlarının bu acınası durumuyla onlara ulaşmanın zorluğu, sağlanması muhtemel olan başarının yüceliği ile bir araya gelsin de Hıristiyan dünyasının kadınlarını bu işi başarmaya sevk etsin.” (s. 125)
Lila Abu-Lughod’un Do Muslim Women Need Saving? (Müslüman Kadınların Kurtarılmaya İhtiyacı Var Mıdır?, 2013) diye meşhur bir kitabı vardır. Ama misyonerler kendilerine böyle sorular sormazlar, çünki cevapları hakkında en ufak bir şüpheleri yoktur.
Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Amerikalı Protestan misyonerlerin amacı genellikle Müslümanları değil, mezheplerinden olmayan “geri kalmış” Doğu Hıristiyanlarını kazanmaktı. Nitekim kitabın dördüncü bölümü “Doğu Kilisesi” başlığını taşıyor.
Lâfı uzattım iyice. “Doğu ile Batı’nın Buluşması” başlıklı beşinci bölümde Doğu ve Batıya dair en köhne kalıp yargılar karşı karşıya getirilmiş. Ondan sonraki “Okullar ve Öğretmenler” başlıklı bölümde Doğunun “kalkınması” için eğitim merkezli bir program önerilmiş, Robert College ve American College for Girls’den söz edilmiş. Son bölümde ise Sahaflar Çarşısı, İstanbul’da basın yayın faaliyetleri, Kitab-ı Mukaddes’in tercümesi ve yayınlanması ve misyoner örgütlerinin bu alandaki çabaları gibi konular anlatılmış.
O halde kitabın konu edindiği “İstanbul’un sorunları,” bugün ilk anda aklımıza gelecek olan fakirlik, kamu sağlığı, aşırı trafik, susuzluk, kontrolsuz şehirleşme, ulaştırma, kalabalık, yeşillik katliamı, hayvanlara eziyet, altyapı yetersizliği, ilk depremde hâk ile yeksan olacak binalar filân gibi dünyevî sıkıntılar değil; dinî inançları hakkında hiçbir şüphe duymayan birinin, bu inançlar çerçevesinde daha iyi bir toplum kurmak için oluşturduğu reçete ve bu reçetenin hayata geçirilmesinin önünde duran engeller.
Bir dakika yahu... Bugünki durumdan farklı dedim ama... Öyle mi gerçekten?
•