“Dokunma”  

Gaye Boralıoğlu’nun yeni öyküleri Alâmetler Kitabı adıyla önümüzdeki günlerde İletişim Yayınları tarafından basılıyor. Kitaptaki “Alınyazısı” adlı öyküden bir bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz.

01 Mart 2021 06:57

 –o–

Kiram’ın saçları uzamış, önüne dökülen perçemleri DOKUNMA yazısını gizler olmuştu. En azından aynaya baktığında bu tombul yedi harfi okumuyor olmak onu rahatlatıyor, böylece bazı saatler hatta bazı günler bu felaketi unutmuş gibi yapabiliyordu.

Başlangıçta polis sorgusundan kurtulmuş olmak, uzun hapishane cehennemi ihtimalinin en azından şimdilik ortadan kalkmış olması, evinin güvenli ortamına sığınmak ona iyi gelmişti. Bol bol okuyor, basılma ihtimalinin hemen hemen olmadığını bilmesine rağmen arada sırada bir roman için notlar alıyordu. Kendine günlük bir rutin oluşturmuştu, sekizde kalkıyor, dokuzda kahvaltısını bitirmiş oluyor, bir saatlik okumanın ardından biraz egzersiz yapıyor, sonra pek yazamasa da romanın başına oturuyor, dörde doğru kalkıp yemek yapıyor –bu konuda tahmin edemeyeceği kadar çok ilerlemişti–, akşam bir ya da birkaç film izliyor, saat on ikiyi geçince de yatıyordu. Rutinin güvenli suları, onu endişe ataklarından koruyor, geleceğe dair derin kaygılarını bilincinin derinliklerine doğru itiyordu.

Ne var ki zaman geçtikçe içindeki boşluk büyümeye, ruhunu koruyan rutinin her aşamasından sıkılmaya, sokaklarda dolaşmayı, eş dost ziyaretini, bir kulübe gidip birkaç içki içip hoş bir kızla flört etmeyi özlemeye başladı.

Sonunda bir gece şansını denemeye karar verdi. Kimseye dokunmadan biraz dışarıda dolaşabilir hatta belki tenha bir barda bir tek bile atabilirdi.

Şehrin her zamanki akşam rüzgârı yüzüne çarptığında alnına bu yazı yazıldığından beri zamanın ne kadar yavaş ilerlemiş olduğunu idrak etti, oysa evdeyken günler birbiri ardına hızla geçiyor gibi geliyordu.

Paltosunun yakalarını kaldırıp uzun süre tenha bir kaldırımdan yürüdü. Her adım bir kasının gevşemesine yol açıyor, sanki uzun zamandır üzerinde biriken ağırlık yürüdükçe azalıyordu. Demek o kadar da korkulacak bir şey yoktu. Kimse ona bakmıyordu, zaten baksa da bu karanlıkta, perçemlerin altından alnındaki yazıyı okumaları çok zordu. Ayrıca insanlar pek sokağa çıkmadığından ortalık gayet tenhaydı, tek tük birileri de bir an önce evlerine varma telaşıyla sağa sola bakmadan hızlıca geçip gidiyorlardı yanından.

Yürüdükçe Kiram’ın kendine güveni arttı, tatlı bir boş vermişlik, eski günlerin rehavetine kendini bırakıverme cesareti gelip kuruldu yüreğine: İçkinin etkisiyle atılmış fazladan kahkahalar, ortaya söylenmiş bir espriye gülerken istemsizce birbirine değen omuzlar, bir kadının saçının rüzgârını yüzünde hissetmek, bir dostu sırtını sıvazlayarak teselli etmek... Sevişmekten çok bunları özlemişti.

Omuzlarına, oradan da bedenine ve bacaklarına bir yorgunluk çöktü. Artık eve dönmenin iyi olacağını düşündüğü sırada, köşedeki eski binanın girişinde bütün bu olaylardan önce arada sırada takıldığı bar dikkatini çekti. İçerisi loştu, sadece birkaç kişi vardı. Kimseye dokunmadan bir kadeh içki içip öyle gidebilirdi eve. Hem de biraz dinlenmiş olurdu. Kısa bir tereddütten sonra, aklındaki şeytanları kovalayıp barın kapısından içeri girdi.

–o–

Mesir Hanım önce hikâyelerin içindeki şiirleri, sonra hikâyeleri unuttu, ardından da büyük bir hızla kelimeler yok oldu. Replikler ağır aksak yerlerine kaçıştı, önce alacakaranlık sonra da koyu karanlık hâkim oldu Mesir Hanım’ın zihnine, tek tük birkaç sözcük asılı kaldı orada burada. Bir de gülümsemesi, o hiç kaybolmadı.

Bahar Evi’nde herkes üzgündü, Mesir Hanım’ın eskiye dönme umudunun olmadığını, o güzel hikâyeleri bir daha dinleyemeyeceklerini biliyorlardı, sadece en yaşlılar, artık ölüme yakın duranlar her zaman bir umut olduğunu söylüyordu.

Hikâyeleri en çok sevenler, en çok isyan edenler oldu. Aklı başında olanlar Mesir Hanım’dan, aklı başında olmayanlar birbirlerinden hikâyeler istediler. Mesir Hanım cevap veremedi, diğerleri soruyu bile anlamadı. Bazıları idareye şikâyet etti durumu, yeni bir Mesir Hanım istediler, bazıları küsüp ağladı. Mesir Hanım’a yüklenenler, hatta işi onu tartaklamaya kadar vardıranlar bile oldu.

Yalnız Bahar Evi’nin misafirleri değil, çalışanları da üzülmüştü bu duruma. Mesir Hanım sayesinde hayatları renklenmiş, neşelenmiş sonra bütün renkler uçup yok olmuş, gölgelerden ibaret bir dünyaya dönülmüştü. Yine! Eskisi gibi... Yine!

Hafızayı yiyip bitiren bu melun hastalık Mesir Hanım’ın kişiliğini de değiştirmişti. Önceleri suskun, hareketsizdi. Kendisine sorulan sorulara birkaç kelimeyle cevap veriyor, suratında meçhul bir gülümsemeyle öylece duruyordu. Yemeğini kendi yiyebiliyor, yürüyüş egzersizleri, banyo seansları sırasında görevlilere itiraz etmiyordu. Sanki kişiliğini oluşturan bütün ayrıntılar ortadan kaybolmuş geride sadece büyük beyaz zeminde “uysallık” kalmıştı.

Bir tek oğlu geldiğinde canlanıyor, gözbebekleri telaşla kıpırdanıyor, sanki bir şeyleri gizlemek ister gibi ya da bir şeyleri açıklamaya niyetlenir gibi heyecana kapılıyor sonra bu amaçsız hareketlerden yorulup kendini onun kollarına bırakıyordu.

Mesir Hanım’ı her hafta aynı saatte ziyaret eden oğlu bir gün gelmedi. Sonraki hafta da, daha sonraki hafta da görünmedi. Böylece yaşlı kadın bir adım daha karanlığa gömüldü. Yüzündeki gülümseme kayboldu, uysallığı da eriyip bitti. Artık, sinirli, gergin, tekinsizdi. Yemeğini yemiyor, yürüyüşe gitmek istemiyor, banyo yapılırken ya da birisi ona el sürmeye kalktığında kıyameti koparıyordu. Bağırıyor, çağırıyor, etrafını ve kendini hırpalıyordu. İnsanları tanımıyor, tek bir kelime bile etmiyordu. Bahar Evi’ndeki bütün arkadaşları, hastabakıcılar, hemşireler, görevliler tanımsız birer hayalete dönüşmüştü onun için.

–o–

Kiram’ın bar macerası çok güzel başlamıştı. Barmen kırklı yaşlarında tatlı bir adamdı. Alışılmış barmenlerin aksine hiçbir şeyden anlamıyordu, ne futboldan ne politikadan ne de kadınlardan. Kiram’ı yalnız ve konuşmaya istekli görünce daha baştan uyarmıştı. “Bu konularda benle muhabbet edemezsin çünkü hiç anlamam,” demişti. “İlk topa vurduğum gün ayağımı kırdım, lisede tanıştığım ve seviştiğim ilk kızla evlendim, hâlâ da onunla evliyim, şu anda başkanın kim olduğunu bilemeyecek kadar politikaya ilgisizim, bilesin.” Sonra Kiram’ın alnındaki yazıyı fark edip, “Zaten senin de politika konuşacak halin yok,” demişti.

Ne var ki kendisiyle dalga geçmeyi iyi biliyordu barmen, içki koyarken yaptığı sakarlıkları, okulda kopya çekerken hocalarına nasıl yakalandığını, kaç okuldan atıldığını anlatırken Kiram bayağı eğlendi. Barmen daha ilk andan Kiram’ın alnındaki yazıyı fark ettiği için dikkatli davranıyor, içki verirken ya da boş bardağı önünden alırken ona değmemeye çalışıyordu. Üstelik bunu herhangi bir tedirginlik, özel bir dikkat göstermeden doğal bir biçimde yapıyordu. Böylece Kiram uzun zamandır unuttuğu bir huzur dalgasını yakaladı, arka arkaya içkileri yuvarladı.

Sonra bir anda her şey değişti. Ayakta duramayacak kadar sarhoş halde kızıl saçlı bir kız içeri girdi, sallanarak bara doğru geldi, bir içki istedi. Barmen olacakları öngörüp, kızı Kiram’dan uzaklaştırmaya çalıştı ama kız daha içeri ilk girdiği anda bu yalnız adamı gözüne kestirmişti ve Kiram’ın alnındaki yazıyı okuyamayacak kadar sarhoştu. Barmen istediği içkiyi barın öbür ucuna koydu, kız anlaşılmaz birtakım küfürler ederek oraya doğru yönlenirken sendeledi ve boş bir çuval gibi yere devrilmeden önce Kiram insiyaki olarak onu kollarından yakaladı.

Kıza dokunmasıyla birlikte başında dayanılmaz bir ağrı hissetti. Kaçmanın bir faydası olmayacağını biliyordu, elektronik çip çoktan sinyal vermişti. Nitekim birkaç dakika içinde güvenlik timi içeri girdi, herkesin şaşkın ve biraz da mahcup bakışları arasında Kiram, Emniyet Müdürlüğü İhlâl Dairesi’ne götürüldü.

–o–

Bahar Evi’nde bir banyo günü... Hemşirelerin en kıdemlisi Mesir Hanım’ı banyo yapmak için yatağından kalkmaya ikna etmeye çalışıyor. Mesir Hanım kesinlikle reddediyor. Sadece, “İstemiyorum,” diyor. “İs-te-mi-yo-rum!” Bunu söyleyebiliyor. Ama sadece bir şey yapması gerektiğinde. Onun dışında Mesir Hanım kayıp kelimeler ülkesinde yaşıyor.

Hemşire sabırla ve tane tane açıklıyor: “Sadece koluma yaslanacaksın, ben sana dokunmayacağım. Sen bana tutunacaksın. Bak banyo sadece birkaç metre ötede, kapısı görünüyor, hemen şurası. On adımda oradasın. Güzel bir koltuk koyacağız sana orada oturup yıkanacaksın. Soyunmak istemezsen üstündekilerle yıkanabilirsin, sonra çıkarır kuruturuz.” Mesir Hanım, “İstemiyorum,” diyor, yatağında arkasını dönüyor.

Hemşire pes etmiyor, anlatmaya devam ediyor, olabildiğince sevecen, “Canım, kuzum, bak on beş gün oldu temizliğini yapmadık, yaralar olacak vücudunda o zaman canın acıyacak. Gel güzel güzel gidelim şu banyoya, ılık su, mis gibi sabun, bak ne güzel kokuyor, bak kokla...” Hemşire çocuk kandırır gibi Mesir Hanım’ın burnuna sabunu uzatıyor.

Mesir Hanım eliyle başımdan git işareti yapıyor arkasını dönmeden: “İs-te-mi-yo-rum!”

Hemşire pes ediyor, banyo fikrinden vazgeçiyor, başka bir yol deniyor: Bir leğenin içinde sabunlu bez yapıyor, yine sabırla sesleniyor Mesir Hanım’a... “Peki kalkma yerinden, gel hiç olmazsa şöyle boynunu, koltuk altını falan sileyim... Hiç elimi değdirmeyeceğim, sadece bez değecek sana...”

Mesir Hanım yine kabul etmiyor. Hep aynı kelime dökülüyor ağzından: “İstemiyorum!”

Sonunda hemşire çileden çıkıyor, sabunlu bezi Mesir Hanım’ın ensesine değdiriyor ve o anda bütün Bahar Evi’ni inleten bir feryat duyuluyor: Aaaaaaaaaaaaaahhhhhh!!!

–o–

(s. 25-32)

Gaye Boralıoğlu
Alâmetler Kitabı
İletişim Yayınları
2021
141 s.

 

GİRİŞ RESMİ:
fotoğraf: Ümit Kıvanç