Min Nevâdiri’l-Kütüb – 11 / İlm-i Kıyâfet’in gerisin geriye Doğuya dönüşü

"Bir insanın kişiliğiyle fizikî özellikleri arasında bir ilişki olabileceğini inkâr etmek elbette mümkün değildir. Ancak tek tek her bir fizikî özelliğin doğuştan gelen belirli ve sabit bir kişilik özelliğine denk düştüğü iddiasının da elle tutulur bir yanı yok. Kaldı ki kitaplardaki yorumların özgül bir coğrafyada üretilmiş olduğu genellikle göz ardı ediliyor."

Her şeyden önce şunu belirteyim: İlm-i kıyâfet’in günümüzde kullanılan anlamıyla “kıyafet” ile, yani kılıkla, elbise ile hiçbir ilgisi yoktur. Konusu, insanların dış görünüşünden kişiliklerini çıkarsamak olup, Taşköpri-zâde Ahmed Efendi’nin (1495–1561) Mevzû‘âtü’l-‘ulûm’daki tanımıyla “bir ilmdür ki anınla insanın ahlâkı ma‘lûme olur ahvâl-i zâhiresinden, yani elvân ve âzâ ve eşkālden istidlâl ile. Ve bi’l-cümle hulk-ı zâhir ile hulk-ı bâtına istidlâldür.” (Arapça aslından Osmanlıcaya çeviren oğlu Kemâleddîn Mehmed Efendi [İstanbul: İkdam Matbaası, 1313], c. 1, s. 358.) Yani bugünkü dille ifade edecek olursak, “öyle bir ilimdir ki, onunla insanın yaradılışı görünen hallerinden anlaşılır, yani renginden ve uzuvlarından ve şeklinden çıkarsama yoluyla. Ve her türlü görünen ve görünmeyen nitelikleri böylece çıkarsanabilir.” Arapça kaynaklarda ise iz sürmek ve neseb tesbit etmek konularına işaret eden “kıyâfet” teriminden ziyade bu ilme “firâset” denir.

Öğretinin kökeni tartışmalıdır. Medineli Yahudi âlimlerden Abdullâh b. Selâm’ın (ö. 663–64) Peygamber için “vechi kezzâblar vechi değildir” (yüzü yalancılar yüzü değildir) deyip imâna gelmesi (Kıyafetname: Nümûne-i Enverî, haz. Bekir Direkci ve Hidayet Duyar [Konya: Palet Yayınları, 2017], s. 90), kıyâfet ilminin İslâm öncesinden itibaren Arabistan’da dolaşımda olduğuna kanıt olarak gösterilebilir. Ancak şu kadarı kesindir ki Yunancadan çevrilen bazı eserler Ortaçağdan itibaren son derece etkili olmuş, İslâm öncesi Araplardan tevarüs eden yaklaşım ve yöntemler önemli ölçüde değişime uğramıştır. Bu eserler arasında en tanınmışları, geçmişte Aristoteles’e (ö. M.Ö. 322) maledilmekle birlikte bugün artık ona ait olmadıkları bilinen iki eserdir: Yuhanna b. Batrîk’in (ö. 815) derleyip çevirdiği ‘İlmü’s-siyâse fî tedbîri’r-ri’âse yahut Sırrü’l-esrâr ve Huneyn b. İshâk’ın (ö. 873) derleyip çevirdiği Kitâbü Aristâtâlîs el-feylesûf fî’l-firâse. Keza Yunanca’dan çevrilen bir diğer çok önemli eser, Denizli yakınlarında Laodikeia’da doğmuş olan Markos Andonios Polemon’un (ö. 149), aslı günümüze erişmemekle birlikte elde birkaç Arapça tercümesi bulunan Physiognomonia adlı kitabıdır. Polemon İslâmî kaynaklarda genellikle “Eflîmûn” diye bilinir.

Aristoteles’in Eflâtun’un resmini “okuması”.
Ta‘lîkî-zâde Mehmed Subhî, Firâset-nâme.
(Bibliothèque nationale de France, supp. turc 1055, f. 28b).

Bu eserleri birçok Arapça kitap takip etmiştir, bunların bazıları da Osmanlı döneminde çevrilmiş yahut adapte edilmiştir. Akşemseddîn-zâde Hamdullâh Hamdî’den (ö. 1503) Erzurumlu İbrâhîm Hakkı’ya (ö. 1780) kadar birçok Osmanlıca eser, konunun yüzyıllar boyunca çektiği ilgiye tanıklık ediyor.

Bu arada Aristoteles’e maledilen kitapların, özellikle de Sırrü’l-esrâr’ın 12. yüzyılda Arapçadan Latinceye, oradan da muhtelif Avrupa dillerine çevrilmesi, konunun Batıda da tutulmasına yol açmış, Thomas Browne (1605–1682), Giambattista della Porta (1535–1615) ve özellikle Johann Kaspar Lavater (1741–1801) gibi yazarların eserleri defalarca basılmış, çevrilmiş, irdelenmiştir. Bunlardan Lavater, o güne kadar fal ve astrolojiyle eşdeğer sayılan kıyâfet ilmini (güya) bilimsel bir temele oturtan kişi olarak bilinir. 1775’ten itibaren Almanca yayınladığı eserleri birçok dillere çevrilmiş, 19. yüzyıl boyunca okunmuş ve yaygınca kullanılmış, giderek başka öğretileri etkilemiştir. Örneğin Cesare Lombroso (1835–1909) ile kriminoloji, Francis Galton (1822–1911) ile soy ıslahı/arıtımı (öjenik) kuramları hep insanların bedenleriyle karakterleri arasında varolduğu farz edilen yakın ilişki üzerine temellendirilegelmiştir.

İlginçtir ki, Eski Yunan’dan Arapça yoluyla Avrupa’ya girmiş olan kıyâfet ilminin, 18. yüzyıl sonlarından itibaren gerisin geriye Orta Doğu’ya dönmüş olduğu anlaşılıyor. Halit Ziya Uşaklıgil’in (1866–1945), Avan-zâde Mehmed Süreyya’nın (1871–1922), İskender Fahreddin Sertelli’nin (1892–1943) konuya ilişkin eserleri Osmanlı geleneğine değil, kıyâfet ilminin Batı’da aldığı şekle dayanmaktadır. Tesbit edebildiğim kadarıyla Osmanlıca ilk matbu ilm-i kıyâfet kitabı, Lavater’den yapılan bir çeviri olup bu ayın konusudur: Tâhir Ömer-zâde Yûsuf Hâlis’in (1805–1883) Kıyâfet-nâme-i cedîd adlı eseri. Uzunluğu 71 + 10 sayfa, ebadı 15 x 10 cm (sextodecimo) olan bu kitabın basım tarihi verilmemekle birlikte, önsözde Sultan Abdülmecîd’in cülûsu münasebetiyle yayınlandığı belirtildiğine göre 1839 civarında çıkmış olmalı. Keza önsözde, eserin “bu fenni mü’essis olan Lavate nâm meşhûr ve mu‘teber musannif”ten çevrildiği belirtiliyor.

 Kıyâfet-nâme-i cedîd’in ilk iki sayfası. 

Mehmet Kırbıyık (“Kıyâfet-nâme-i Cedîde [aynen] Hakkında”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi 39 [2009], s. 793–813), eserin Lavater’in Physiognomische Fragmente zur Beförderung der Menschenkenntniss und Menschenliebe (1775–1778) adlı kitabının Fransızca çevirisinin özeti olduğunu öne sürmüş.  Bu akla yakın bir tahmin olmakla birlikte doğru değil: Osmanlıca kitap, Lavater’in Fransızca yayınlanmış olan Le Lavater portatif, ou Précis de l’art de connaitre les hommes par les traits du visage (1808) adlı özlü eserinin (önsözü hariç) çevirisidir. Tâhir Ömer-zâde Yûsuf Hâlis, Fransızca kitabın önsözünü çevirmeyip başına kendi yazdığı önsözü koymuş; onun dışında metin aslına hayli uygun. Ancak çok ilginç bir ayrıntı var: Aşağıda görüldüğü gibi resimler “Osmanlılaştırılmış”.

 

Le Lavater portatif, ou Précis de l’art de connaitre les hommes par les traits du visage (Paris: Saintin, 1815 [6. baskı]).   Kıyâfet-nâme-i cedîd (İstanbul?: y.y., 1839?). 

Kıyâfet-nâme-i cedîd
(İstanbul?: y.y., 1839?)

Yukarıdaki resmin metni şöyle:

birinci şekil kıyâfet-nâmesi beyân olunur 

bu çehre kıyâfetinde toğruluk ve sâf-derûnluk me’mul olamaz çene bu tavırda az çok sivri ve küçük olması ol kimsede sadâkat olmadığına ve ağız yarığının iğriliği ahlâk-ı hamîde ya‘nî güzel huyların bulunmamasına ve bu misillü pek kapalu olan tudaklar hırs ve tama‘kârlığa ve’l-hâsıl bu sûretde tecemmu‘ iden alâmetlerin kıyâfet-nâmesi hîlebâz ve yalancı ve hırsa mâ’il bir ihtiyâr âdem sûretine ve tabi‘atda olan kemâl derece metânet ve sebât bayağı inâd derecesine vâsıl olduğını delâlet ider ve bu tarz âdemin reviş ve mesleği mutabassırâne ve lâkırdıyı ihtiyât üzre ağır ağır söyler zîrâ bu kimsede olan emniyyetsizlik derece-i nihâyetdedir.

Fransızca metin yer yer biraz farklı olmakla birlikte çevirinin genel havası aslına uygundur:

Bu kıyâfette içtenliğin ifadesini aramak boşunadır; bu sivrice çene, küçük ve kurnaz gözlerle bir araya geldiğinde dürüstlük kıtlığına işaret eder. Bu eğri ağız iyi karakter eksikliğinin göstergesidir, sıkı dudaklar ise cimriliğe alâmettir. Bu özelliklerin bütünü kurnaz, yalancı, cimriliğe yatkın, kişiliği dikkafalılığa varacak derecede katı bir ihtiyarın kıyâfetini teşkil eder. Böyle bir adamın yürüyüşü kıvrak olmalıdır. Yavaş ve düşünerek konuşur, çünki meydan okuma onun karakterinin temelidir. 

Kitabın Osmanlıcaya çevrilmemiş olan bir de eşi var: Le Lavater des dames, ou l’art de connoitre les femmes sur leur physionomie. Kadınların yüz hatlarından kişiliklerini çıkarsamayı konu edinen bu ikinci cildi yayıncı Édouard Hocquart genişleterek baskıya hazırlamış. Kıyâfet ilminin cariye ve zevce seçmede kullanıldığı bilinen Osmanlı ortamında bu kitabın da ilgi çekeceği tahmin edilebilirdi ama her nedense çevrilmeye değer bulunmamış.

Kitabı çeviren, adını “tâhir ömer-zâde yûsuf hâlisu’l-fu’âd” diye vermiş. “Hâlisu’l-fu’âd”ın anlamı “kalbi saf” olduğundan ilk bakışta “hâlis”in isminin bir parçası değil de kendine yakıştırdığı bir sıfat olduğunu sanmıştım, ama yanılmışım. İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’ın Son Asır Türk Şairleri’nde (s. 524–527) verdiği bilgilerden Tâhir Ömer-zâde Yûsuf Hâlis Efendi’nin H. 1220’de (M. 1805) İstanbul’da doğduğu, H. 1230’da Divan Kalemi’ne, üç yıl sonra da Tercüme Odası’na girdiğini öğreniyoruz. Divan Kalemi’ne sadece 10 yaşında iken girmiş olduğu ilk anda inanılmaz gibi gelirse de, Kıyâfet-nâme-i Cedîd’in önsözünde “hâl-i sabâvetden [yani çocukluktan] berû Bâb‑ı Âlî’de iktisâb-ı ilm ü hünere say’ ü ikdâm ve Fransızca tahsiliyle destmâye-i ma’lûmâta gûşiş-i ihtimâm ve mehmâ-emken kesb-i liyâkat” olduğunu söylediğine göre bu doğru olabilir. H. 1249’da Londra elçisi tayin edilen Nâmık Paşa’nın yanına baş kâtip atandığı, H. 1252’de hâcegân rütbesine getirildiği, H. 1260’ta İkinci Mabeynci Selim Bey ile Tunus’a, H. 1261’de ise yine kitabet hizmetiyle Trablus Şam’a gittiği, dönüşünden sonra tercümanlık ve Telgraf Komisyonu azalığı yaptığı, H. 1300 (M. 1883) yılında vefat ettiği de İbnülemin’in verdiği bilgiler arasında. Kıyâfet-nâme’nin yanı sıra Miftâh-ı Lisân(H. 1266), Şeh-nâme-i Osmânî (H. 1270) ve Sulh-nâme-i Hâlis (h. 1272) adlı basılmış eserleri var. Üçü de manzum olan bu eserlerden ilki bir Fransızca-Türkçe lûgat, ikincisi Osmanlı-Rus savaşı münasebetiyle vatansever duygularla yazılmış destansı şiirler, üçüncüsü ise bir muhammes derlemesidir. İbnülemin, bir Mısır valisinden yüklüce bir atıyye beklerken sadece üç lira verilen Mütercim-i Sânî (ikinci tercüman) rütbeli Yûsuf Hâlis Efendi’nin kızgınlığını şu satırlarla ifade ettiğini belirtiyor:

Rütbeye göre atıyye olunurken itâ
Verdiler üç aded altun bana ihsân gûyâ

Rütbe-i sâniyeme nisbet iki olmalıdır
Alın üçün birini kalsun iki bâri bana
 

Anlayana sivrisinek saz!

Kıyâfet ilmi bugün medeni dünyada artık bilimsel tarafı olmayan hurafeler sınıfından addedilmekle birlikte, Türkiye’de hâlâ azımsanamayacak sayıda meraklısı olduğu gerek çıkan yayınlardan, gerekse internet ortamındaki yaygınlığından anlaşılıyor. Örneğin yazarın biri 2018 yılında (!) yayınlanan makalesinde şöyle demiş:

Aslında ilm-i kıyâfet, modern dünyada bize bir “öcü” olarak sunulan önyargının tekâmüle ulaşmış biçimidir. Fıtrat itibariyle insan, hakkında fikir sahibi olmadığı bir diğer insanla karşılaştığında onun kılık-kıyafetinden ve bedensel özelliklerinden yola çıkarak doğru veya yanlış çıkarımlarda bulunur. Bu çıkarımlar doğrultusunda karşılaşılan kişinin uzak durulması, çekinilmesi ya da arkadaş olunması gereken bir kişi olduğuna karar verilir. Bu açıdan ön yargı insan için bir nimettir. Zira ön yargısız bir dünyada herkesin ya çok iyi (zararsız, günahsız) ya da çok kötü (yararsız, günahkâr) olması gerekecektir ki bu da insan fıtratına aykırıdır.

Aman ya Rabbi! Böyle düşünen insanlarla bırakın aynı ülkeyi, aynı gezegeni paylaşıyor olmak beni dehşete düşürüyor.

Bir insanın kişiliğiyle fizikî özellikleri arasında bir ilişki olabileceğini inkâr etmek elbette mümkün değildir. Örneğin topluma hakim olan kıstaslara göre aşırı güzellik yahut çirkinlik, aşırı uzun yahut kısa boy, aşırı zayıflık yahut şişmanlık, şu veya bu kusur yahut sakatlık, bir insanın toplumla ilişkilerini hayatı boyunca etkileyecek, kişiliğini şekillendirecektir büyük ihtimalle. Ancak tek tek her bir fizikî özelliğin doğuştan gelen belirli ve sabit bir kişilik özelliğine denk düştüğü iddiasının da elle tutulur bir yanı yok. Kaldı ki kitaplardaki yorumların özgül bir coğrafyada üretilmiş olduğu genellikle göz ardı ediliyor. Örneğin kızıl saça atfedilen olumsuz niteliklere inanacak olsak, İskoçya yahut İrlanda’da güvenilir tek bir Allah’ın kulu olmadığına kanaat getirmemiz icab eder. Bu makaleye konu olan kitabı ilginç kılan bence içeriğinin inanılırlığından ziyade Batıda hazırlanmış olan böyle bir eserin Osmanlı ortamına nasıl uyarlandığını, ayrıca nisbeten erken bir tarihte taş baskıcılığının Osmanlılar tarafından nasıl başarıyla kullanıldığını göstermesidir.

• 

 

GİRİŞ RESMİ: 

Alman heykeltraş Franz Xaver Messerschmidt’in (1736–1783) farklı duygularını yansıtan otoportrelerinden dördü. Yaptığına inanılan 69 farklı otoportreden 49 tanesi günümüze ulaşabilmiştir. Hakan Topal’ın konuya ilişkin nefis belgeseline şuradan ulaşılabilir.