"Ülkemizde bir zamanlar var olan anaakım medyada da bugünkü gibiydi haberler: Dünya değil, yurt haberleri ezici çoğunluktaydı. Dünyadan haberlerin ancak bizimle ilgili olanları bulunurdu sayfalarda. Bizde ezelden beri gazetelerin, dizilerin, hatta edebiyatın bize bizi anlatanı hep daha çok seviliyor."
02 Aralık 2020 20:10
Baştan belirtmekte fayda var: Bu yazı Bir Başkadır dizisi hakkında değil. Ulaştığı sayılarla hepimizi şaşırtan dizi üzerine yazılan yazılar hakkında.
Olayları geriye saralım da düşünelim: Bir Başkadır dizisi çekildi, tıpatıp aynısı, ama Netflix’te değil, yerli bir kanalda, örneğin Fox TV ya da puhutv’de yayınlandı. Yine sevenleri de oldu, eleştirenleri de. Sizce hakkında bu kadar konuşulur, üzerine bu kadar yazı yazılır mıydı? Tam saymadım ama çok yazı oldu, ben diyeyim kırk, siz deyin elli. Yazılmayan mecra, ilişkisi kurulmayan sosyal bilim dalı, siyaset alanı kalmadı. Yazmada gecikenler mazeret bile belirtti. Uzun süredir yazmayanlar sırf bu diziyle sahalara indi, gözlerimize inanamadık.
Herkesin merak ettiği soruyu sormakla başlayalım: Bir Başkadır dizisi üzerine neden bu kadar çok yazı yazıldı?
İkinci sorumuz da ilkiyle ilgili: Yazıların önemli bir kısmında vurgulanan ana temalardan biri dizinin bize bizi anlatma gayesi ya da becerisiydi. Nedir acaba şu bize bizi anlatanlara duyduğumuz ilginç ilginin sebebi?
İlk soruyu cevaplayabilmek için arşivlere danışalım: Ülke çapında böylesi bir hezeyana, böylesi bir tartışma âlemine daha önce düşülmüş müydü? Bu sorunun cevabı evet, hem de birkaç kez; en önemlilerinden biriyse bundan tam 45 yıl önceki. O zaman geçmişe, o günlere dönelim, sonra da ikinci sorunun cevabına.
1975 Türkiye’nin Eurovision şarkı yarışmasına ilk kez katıldığı yıldı.[1] O sıralar şöyle bir ülkeydik: Dünya Kupası’nda sadece iki kez oynamaya hak kazanmıştık, ilkine yani 1950’dekine mali sorunlar yüzünden katılamamıştık, ta Güney Amerika’ya yol çok uzaktı, ekonomiyse kötü. Ancak dört yıl sonrakine –kura eseri– katıldık ve sonra tam 48 yıl boyunca, 2002’ye dek bir daha Dünya Kupası’nda oynayamadık. Olimpiyat deseniz zaten malum, tek tek biliriz altın madalya almışları. 1975’te hele, spor, edebiyat fark etmez, birçok alanda uluslararası başarımız yok denecek kadar azdı; millî başarıları saymak ve ezberlemek çok daha kolaydı. O yıl katıldık katılmasına Eurovision’a, ama kısa bir araştırmayla o sıralar yaşanan hezimeti kavramak kolay: Sonuncu olduk ve ülkece gururumuz çok ama çok incindi. Eller giderken aya, biz hep kalıyorduk yaya.
Bugünün nostalji piyasasından nemalananlara[2] ve dönemin yerli filmlerine bakarak yetmişlerin güllük gülistanlık olduğunu söyleyenlere aldanmamak gerek. 1975’in Türkiye’sinde o kadar kırılgan bir ortam vardı ki şimdi gülüp geçtiğimiz bu şarkı yarışmasındaki sonunculuk moralleri yerle bir edebiliyordu. Âdeti olduğu üzere batık olan ekonomiye Amerikan ambargosu eklendi eklenecek, benzin zaten malum, tüpten tereyağına kuyruklar uzayacaktı. Haksızlığın ve ölümün kol gezdiği o zamanlar yerli filmlerdeki gibi şenlikli ve karikatürize değildi, acı ve acımasızdı. Haydi en çarpıcı bilgiyi de verelim: Her hanede televizyon yoktu! Olanlar da siyah-beyazdı. Ancak o dönemin de tıpkı bugünkü gibi en çok konuşulan konusu ne yokluk ne fakirlikti – ne de ölümler. Varsa yoksa Eurovision sonunculuğumuzdu. Tıpkı bugün de olduğu gibi, zihin kaçmak için tabii ki daha eğlenceli ve zararsız konuları arar.
1975’te, moraller bozuldu, şarkı güzel, oylama siyasiydi ve “onlar” zaten sittin senedir bizi sevmiyorlardı. Ortam sakinleşince ama, özeleştiriler yapıldı, muasır medeniyetlerin müzikal seviyesine çıkabilmek için neler yapılması gerektiği araştırıldı. Herkes tüm bilgi birikimini ortaya döktü, müzikaliteden giyilen kıyafete kadar yazılı, sözlü, enine boyuna tartışıldı bu konu. Ertesi yıllardaysa neler denendi neler! Her ilin kendine ait jürileriyle oluşturulan milli komiteler mi istersiniz, tüm yıl boyunca sırf milli yarışma için hazırlanan müzisyenleri mi? Eurovision maceramız uzunca bir süre yerli, milli, küresel akımları inceleyerek, en mükemmel sentezi yakalamaya çalışarak, gerekirse opera bile söyleyerek geçti. Bir gün kazanana, birinci olana kadar da devam etti bu hezeyan.
Tam 28 yıl sonra gelen o birincilik doksanların pek neşeli, pop müzik patlamalı zamanlarının yansımasıydı: Biz de yapmış, biz de becermiştik. En mükemmel Doğu-Batı sentezini yakalamış, aksanlı da olsa elâleme uyarak İngilizce söylemiş,[3] bunu da yaparken biraz göbek atmıştık, ama stilize, öyle Kumkapı tarzı değil canım. Koreografiden kıyafete her şey ince ince düşünülmüştü ve milli yarışmanın demirbaşı Halit Kıvanç bile orada, gözleri yaşlıydı. O altın formül bulunmuştu ve Eurovision’u kazanmıştık, biz de artık Batı’yla denktik. Ama 2000’lerin şen şakrak havalı ve AB’ye girme aşamaları fersah fersah katedilmiş, bugünlere yetmişler kadar uzak o günlerinde bu zafer 28 yıl öncesi kadar büyük bir şiddet yaratamazdı. Zaten milliyetçilik almış başını yürümüş, gündelik yaşama çoktan sirayet etmişti, ha bir doz fazla ha bir doz eksik. Bir önceki yıl Dünya Kupası’nda bile oynamış, üçüncü bile olmuştuk (aah, ah).
İki büyük Eurovision olayı: Solda Sertap Erener, "Every way that I Can", 2003, sağda Semiha Yankı, "Seninle Bir dakika", 1975.
Nostalji musibetini kovalayıp tekrar günümüze, dokuz yıl bir gecikmeyle 2016’da Türkiye’ye gelen Netflix’e dönelim: Çeşitlilik ilkesiyle tıpkı hanelerde devrim yaratan IKEA gibiydi; ortak abonelik imkânı, her eğitim seviyesine ve cinsel tercihe uygun dizisi ve filmi vardı. Reklamsız, eskisi gibi bir hafta beklemek yerine hızlı ve rahatça tüketilebilen, sabırsız çağa uygun görsel metalar üretiyordu. Siyasetin aksine, sadece sehpası değil, televizyonumuzda izlediklerimiz de demokratikleşecek, tüm dünyayla aynı şeyleri aynı anda izleyebilecektik. Tek kanallı, siyah-beyaz TRT’den doksanlı yılların renkli ve neşeli özel kanallarına, sonra da torrentinden, YouTube’una, yasal ya da değil, nice merhalelerden hızla geçmiştik. Netflix’e artık hazırdık, bizim de standartlarımız yükselecekti. Gerçi HBO Türkiye’ye abonelik vermese de, The Game of Thrones’u çıktığı anda izlemiş, Jon Snow ölünce helva bile dağıtmıştık. Ama bunlar artık eskide kalmıştı: Biz de tüm dünyayla aynı seviyeye çıkacak, rahatça onlar ne izliyorsa izleyebilecektik.
Netflix dijital platform denen oldukça bakir bir alanda küreselleştikçe, yerli kültür piyasalarıyla da iş yapmaya başladı. Ama biz bu filmi zaten otuz küsur yıldır izliyoruz; şirketler, markalar nasıl küreselleşir, ezberimizde; marka danışmanından bol bir şey yok bu ülkede. O arada İspanyol La Casa del Papelprodüksiyonunun kazandığı başarı tüm yerli yapımları hızlandırdı. Bizdeki Tarkovski filmi sevenlerin oranında, farklı tatlar almak isteyen Amerikalı Netflix aboneleri de vardı. Ayrıca New York Times bile izlenebilecek bir yapım olarak söz etmişti La Casa del Papel’den; o zaman Netflix her kültüre dizi ya da film yapabilirdi. Hele Türkiye… Malum, filmlerimiz uluslararası başarılar kazanıyordu. Senaristlerinden oyuncularına, dizi piyasamız oldukça büyüktü ve medarı iftiharımızdı; hazırdı ve gelişmişti. Uzunca bir süredir Kıvanç Tatlıtuğ’a ya da Beren Saat’e âşık oldukça Körfez ülkelerinin izleyicileri, sanki yakın bir akrabamıza ya da arkadaşımıza âşık olmuşlar gibi hissediyor, gurur duyuyorduk. Dizi piyasamız gerçekten büyüktü, 1950’de parasızlıktan katılamadığımız Dünya Kupası’nın düzenlendiği Brezilya’ya sadece turist olarak gitmiyor, mucitleri oldukları alanda bile onları büyüleyecek dizilerimizi gönderiyorduk: Bu işler zaten böyle tuğla üstüne eklenen tuğlalarla örülür, tıpkı Eurovision’daki gibi: Kültürel ve sanatsal bir birikim olmadan, özetle piyasaları gelişmeden uluslararası arenada top koşturamazsınız. Neticede Netflix Türkiye’de de dizi yapabilirdi; hatta yaygınlaşabilmek, abone sayısını artırabilmek için bunu yapmak zorundaydı. “Pazar potansiyel”di.
İlk yerli Netflix yapımı, Hakan Muhafız, neydi o canım, kırk yılda bir Netflix’e dizi çekiliyordu, yok muydu koca piyasada daha iyi bir senarist, güzel bir hikâye yazacak? Atiye’de de azaltılmış dozuyla “gezelim görelim Türkiye”den gayrı bir kurgu tasası yoktu; iyi, hoştu ama entelektüel camiayı sarsabilecek bir bağlama yine sahip değildi; olanca sevimliliğine rağmen Aşk101 de. Ama en önemlisi, hiçbiri Netflix’te uluslararası sıralamada bir numaraya çıkacak kadar güçlü yapımlar değillerdi. Fakat Bir Başkadır, adı üstünde bambaşkaydı. Gerçek bir ürün geliştirme, bir pazarlama harikasıydı. Öncelikle, diğerlerinde ne ele ne de bize yaranabilen senaryoların aksine, birçok toplumsal sorun dizide konu edilmeye, Türkiye’nin en çelişkili yüzleri yansıtılmaya çalışılmış, ‘bakın biz böyleyiz’ denmişti, tabii elden geldiğince. Yerel kültüre ulaşmaya çalışan yabancı şirket reklamlarını anımsayalım, ya da siyasi parti tanıtım filmlerini: Ondan biraz, şundan biraz, kapalı da olsun açık da, sosyo-kültürel çeşitlilik yansısın ki oy toplayalım...
Neticede, en sonunda sinemamızın uluslararası yüz akı Nuri Bilge Ceylanımsı sinematografisi, ince düşünülmüş detayları, damardan giren müzikleri ve toplumu tartışan senaryosuyla, entelektüel seviyemizi yansıtabilecek ya da bu misyonun atfedildiği bir dizi çekilmişti. Yalnız sanırsınız ki, şu ülkede Bir Başkadır’ın parmak basmaya çalıştığı yaralar otuz-kırk yıldır unutulmuş, hiç Bu Kalp Seni Unutur mu[4] olayı yaşanmamış, bu konular üzerine hiç yazılmamış, çizilmemiş, tartışılmamış ve onca acı çekilmemiş; sanırsınız ki hâlâ doksanlardayız.
Yazılan onca yazıda dizideki artılar, eksiler en ince detaylarına kadar çözümlendi, ‘bize bizi anlatmış ama eksikleri şuymuş’ dendi. Doğru, orada biri bize bizi anlatmış ama ülkedeki Meryemlere neyi anlatmış? “Total”deki[5] Meryemler bunu izlemeyecekse, Bir Başkadır kime kimi anlatmış?[6] İşte bu: Dizi sadece Eurovision’a katılmış. Hem de tüm dünya çapında düzenlenen bir haline. Hakkımızda topladığı onlarca veriye, kurnaz algoritmalarına takılmayalım, Netflix’in sunduğu hizmetler bol: Kim artık Fox TV’deki reklamları çekecek ya da kim tüm sezon bitene kadar bekleyecek! Hepsi orada, elimizin altında.
Peki, sorumuza geri dönelim: Yerli bir dijital platform olan puhutv’de yayınlansaydı bu dizi, üzerinde bu denli muhabbet dönecek, bu kadar yazı yazılacak mıydı? Çok kısa bir süre önce yayınlanan, yine toplumsal yaraları konu eden Şahsiyet dizisinin örneğine bakarak buna cevap vermek artık kolay sanki: puhutv Eurovision’a katılmadıkça, yani küreselleşmedikçe hayır. Peki, ne zamana kadar sürebilir bu tartışma? Netflix’te küresel birinciliğe oynayan dizinin çekileceği âna kadar.
Gelelim ikinci konuya, yani bize bizi anlatanlara duyduğumuz ilginin nedenine. Bunu yanıtlamak, Şahsiyet’ten daha yakın bir zamandan örnek verebileceğimiz için biraz daha kolay. Bunun için yine Netflix’te, Bir Başkadır’la benzer zamanlarda yayınlanan, bir edebiyat uyarlaması olan The Queen’s Gambit dizisiyle ilgili yazılıp çizilenlere bakalım. Bu öyle bir dizi ki, gösterildiği neredeyse her ülkede bir numaraya yükselmiş, Google’da satrançla ilgili yapılan aramaları on misli artırmış, dünyanın neredeyse bütün önemli gazete ve dergilerinde hakkında onlarca yazı yazılmış, 1983’te yayımlanan romanı tekrar çok satanlar kategorisine yerleşmiş, tüm dünyada ilk bir ayda 62 milyon kişi tarafından izlenmiş, eBay’de satranç tahtalarının satışı artmış, neler neler olmuş.[7] Dizinin çekilme hikâyesinde dünyanın gelmiş geçmiş en önemli satranç oyuncularından Gary Kasparov’un katkısı bile var. Satrancın magazinine uzaktan bile bulaşanların aşina olduğu bir başarı hikâyesini anlatıyor. Minik bir nüansla: Başrolde bir kadın satranççı var. Bir kadından beklenmez ya böylesi bir performans, oysa dünya çapında, erkek rakiplerini darmaduman etmiş kadın satranççılar var. Evet, uzunca bir süre yenilmemiş, namağlup satranççılar da… Hani bizde yok ama, dünyada var.
Bu arada bu dizi sadece dünyayı etkilememiş. Kadıköy’deki herhangi bir kırtasiyeye ya da oyuncakçıya girin, sorun. Dizi yayınlanmaya başladığından bu yana satranç takımlarının satışı artmış. Satranç, malum, önemli bir oyundur, bir spordur. Bu ülkemiz adına sevindirici bir gelişmedir. Kaldı ki Beth karakteri, artık erkek kahramanların hegemonyasından sıyrılan şu dizi ve film endüstrisinde peyderpey yaşanmaya başlanan o küçük devrimlerden biridir: Dünyada olan biteni düşünecek olursak, bu diziden daha çok söz edilmesi, üzerine akıl yürütülmesi ve konumuza dönelim, yazı yazılması beklenebilir.
Peki o zaman, Bir Başkadır üzerine yazılmış onlarca yazı aklımızda, The Queen’s Gambit ile ilgili yazılanlara bakalım: İlkinin onda biri bile değil. Neden? Öncelikle bize bizi anlatmaya çalışmıyor, hatta bizimle hiçbir ilgisi yok. Dahası, tıpkı Şahsiyet’te olduğu gibi milli komitelerle Eurovision’a katılma şansı vermiyor. Sadece evrenselliği hatırlatıyor. Hem yazdık The Queen’s Gambit üzerine diyelim, akıl da öğrettik; yönetmenleri, senaristi bizi mi dinleyecek? Ahkâm kesmenin de bir raconu, bir rasyonalitesi olmalı.
Konuyu toparlayacak olursak, ülkemizde bir zamanlar var olan anaakım medyada da bugünkü gibiydi haberler: Dünya değil, yurt haberleri ezici çoğunluktaydı. Dünyadan haberlerin ancak bizimle ilgili olanları bulunurdu sayfalarda. Bunun gelişmiş ülkelerde çok farklı oranlarda olduğunu söyleyip aşikârı tespit etmeye gerek yok. Artık herkes biliyor nerede ne oluyor, ne okunuyor. Bizde ezelden beri gazetelerin, dizilerin, hatta edebiyatın bize bizi anlatanı hep daha çok seviliyor. Dünyadan aksetmeye çalışan kültürel birikim yerlisinin gerisinde kalıyor. Sonra bunlar, toplumun her katmanına bir şekilde yansımış, bir türlü iyileşmeyen milli yaralarımız, düzeltemediğimiz milli gururumuz, sürekli kendi aramızdan yarattığımız birinciler haline geliyor.
Bir Başkadır tüm dünyaya yayın yapan Netflix’te gösterilmeseydi, tabii ki malum ilgiyi çekmeyecekti. Bunu sanırım herkes biliyor. Biliyor ama söylemiyor. Sahi, bize bizi mi anlatıyor bu dizi; total’e koyalım bakalım ne olacak, kimin ilgisini çekecek? Esas kime kimi anlattırmaya çalışıyor Bir Başkadır? Kimler bu sefer Eurovision’u kazanalım diye uğraşıyor?
Anlaşılan biz, bize bizi anlatanla pek de o kadar ilgilenmiyoruz. Sadece yabancı bir filtreden geçtiğinde, yabancıların gördüğü gözle, onların aynasından yansıdığımız yüzümüzle önemsiyoruz o bizi; o “öteki biz”le ilgileniyoruz ancak.
•
GİRİŞ RESMİ:
1975 Eurovision şarkı yarışması ulusal finali. Sunucu Bülent Özveren, sanatçılar arasında Uğur Akdora, Gökhan Abur, Nejat Yavaşoğulları, Cici Kızlar, Füsun Önal, İskender Doğan, Atilla Atasoy, Zerrin Yaşar, Serter Bağcan, Füsun Önal, Semiha Yankı, Ali Rıza Binboğa, Selmi Andak var...
[1] O gün Timur Selçuk’un orkestrayı yönettiği an, bugün videonun altındaki iade-i itibar isteyen yorumlar...
[2] Taçlı Yazıcıoğlu, “Neşeli Günler (1978-2018)”, Birikim Güncel.
[3] “Tarih kendini tekrar eder” diyen ve o da İngilizce söylenen 1974’teki ABBA şarkısı bu yazı için manidar bir dipnot olsa gerek.
[5] Bir Başkadır’ın bilmeyenlere armağan ettiği bir pazar araştırması jargonu: Özetle, her demografiye, tüm izleyici katmanlarına yönelik yapılan yapımlar.
[6] Burada Netflix Türkiye’nin pazarlama stratejileri anlatılıyor...
[7] Netflix’in kasım ayı istatistikleri, diziler kaç ülkede birinci olmuş ve nasıl puanlanmış, şurada var. Bir Başkadır ilk çıktığında en çok izlenen 14. yapım olmuş...