Reşad Ekrem Koçu hem sırtına romancı kanatları takmak istiyordu, hem de ayaklarına tarihçinin taşlarını bağlamak...
08 Mayıs 2015 16:00
“Hadiseler,” der Reşad Ekrem Koçu yirmili yaşlarında yayımladığı incecik bir kitabının kısacık önsözünde, “yazdığım gibi cereyan etmiştir.” Hayatının, benzeri onlarca “hikâyeleştirilmiş tarih” kitabı yazmak ve uçsuz bucaksız bir İstanbul şehri ansiklopedisi hazırlamaya çalışmakla geçireceği sonraki kırk küsur senesi boyunca, ara ara, dönüp yaptığı işe bakma, yazdıklarının doğruluğuyla ilgili şüpheleri bertaraf etme, tarihçilik “üslubunu” gerekçelendirme ya da savunma ihtiyacı hissedecek ve her seferinde, başka kelimelerle de olsa, yirmili yaşlarında ilan ve iddia ettiği şeyi tekrarlayacaktır: Hadiseler, yazdığı gibi cereyan etmiştir.
Tarihi hikâyeleştirirken belgelere dayalı “hakikate” ihanet etmediği, hiçbir şeyi uydurmadığı, kendi yazdıklarının da en az üniversitelerde ders veren tarih hocalarının yazdıkları kadar güvenilir olduğu konusunda biz okuyucularını temin etmek için söyler bunu. Onun üslubu, meşrebi, “tekniği” farklıdır, o kadar: “[Anlattığım tarihi hadiseler] bir fotoğrafla çekilmiş değil, fırça ve boya veyahut kalemle yapılmış resimlerdir,” diye ekler, hadiselerin yazdığı gibi cereyan ettiğini söyledikten hemen sonra. Gerçekleri süslemek ya da “şenlendirmek” başkadır, tahrif etmek başka –tarihi suiistimal eden romancıların ve gerçeklere sadık kalmayan tarihçilerin günahıdır o. Hadiselerin onun yazdığı gibi cereyan ettiğinden kuşkulanmaksa, dürüst esnafın tartısından kuşkulanmak gibidir: Vesikalara sadakat, Koçu için her şeyden önce bir şeref meselesidir.Ama bir yandan da yaptığının hadiselere basitçe sadık kalmaktan ibaret olmadığını vurgulamak ister Koçu (bu pekâlâ tarih tahsil etmiş diğer dürüst adamların da yapabileceği bir şeydir çünkü); başka, sadece, hatta en iyi kendisinin yaptığı bir iş vardır, ki yetmişli yaşlarında yayımladığı bir başka kitabının (Aşk Yolunda İstanbul’da Neler Olmuş) önsözünde, biraz gurur, biraz da öfkeyle okuyucularına onu hatırlatma ihtiyacı hisseder: “Hakikatleri zedelemeden, hakikatlere tecavüz etmeden tarih olaylarını, tarihin büyük şöhretlerinin hayatlarını romanlaştırmak çok zor işlerdendir. (...) Kalemlerini o yollarda kullanan yazarların çok sağlam tarih bilgisine dayanması şarttır. Fransız romancısı Alexandre Dumas’nın ve İngiliz romancısı Walter Scott’un üniversite kürsülerinde tarih dersleri verme yetkileri vardır, ama o kürsülerin profesörlerinin tarihi romanlaştırma kudretleri olmamıştır, tecrübe etmeye de cesaret edememişlerdir.” Arşivdeki donuk bilgiyi hikâye ederek canlandırmak, Koçu’ya göre akademik tarihçilerin değil, tarihi onlar kadar bilen ama tek marifetleri de bu olmayan başka cins adamların harcıdır –kendisi gibi adamların...
Bunlardan Reşad Ekrem Koçu’nun tarih kavrayışında bir derinlik bulduğum için de söz etmiyorum, “hakikat”, “vesika” ya da “hadise” derkenki naifliğini küçümsemek için de. Koçu işin teorisine kafa yoramayacak, metodolojisine titizlenemeyecek kadar başı kalabalık ve sabırsız biriydi. (Julian Barnes’ın bir yazısında Koçu’nun uzaktan ruh akrabası İngiliz tarihçi Richard Cobb için söylediği gibi, “tarih onun için hiçbir zaman bir entelektüel tartışma konusu olmamıştı.”) Tarihle ilişkisi çok sevdiği halk şairlerinin şiirle ilişkilerine benziyordu daha çok: Coşku, heyecan, biraz da hamaset. Koçu bir ucuna Turhan Tan gibi bir popüler tarihi roman yazarını, diğer ucuna da İsmail Hakkı Uzunçarşılı gibi bir akademik tarihçiyi koyabileceğimiz çok da geniş olmayan “Osmanlı tarihi yazarlığı” yelpazesinin (her iki uca da zaman zaman hafif yaklaştığı olsa da) tam ortasına yerleşmiş, gevşek ve suiistimal edilmeye fazla açık bir popüler janrın (hikâyeleştirilmiş tarih) Türkçedeki en eli yüzü düzgün örneklerini vermişti. Ama ne tam tarihe ne tam hikâyeye benzeyen, hikâye için fazla gerçek, tarih için fazla hayali kitaplardı yazdıkları. Hem sırtına romancı kanatları takmak istiyordu, hem de ayaklarına tarihçinin taşlarını bağlamak. Öte yandan, birbirini ketleyerek Koçu’yu hem ilginç bir tarihçiye dönüşmekten hem de güçlü tarihi romanlar yazmaktan alıkoyan bu iki arzu, İstanbul Ansiklopedisi’nde bambaşka, beklenmedik sonuçlar doğurmuştu: Koçu’nun yukarıda iskeletini çıkarmaya çalıştığım ve bugünden baktığımızda kolayca ilkel ya da çocuksu bulabileceğimiz fikirleri, ansiklopediye o benzersiz canlılığını veren kaynaktı aslında.
Koçu’nun “o kürsülerin profesörleri”nin tarihi romanlaştırma kudret ve cesaretinden mahrum olduklarını söylerkenki öfkeli tonunun sebebini tahmin etmek zor değildir aslında: Asistanlığını yaptığı hocası Ahmet Refik 1933 Üniversite Reformu’yla Darülfünun Tarih Bölümü’nden uzaklaştırılınca Koçu da üniversiteden ayrılmıştır. Akademinin, yani entelektüel faaliyetine meşruiyet, ciddiyet ve saygınlık kazandıracak merkezin uzağına düşmek Koçu’yu üzmüş, kızdırmış, bilemiş olsa gerektir, ama onu (muhtemelen okuyucularının kendisinden daha fazla farkında olduğu) hayal gücünü ve meraklarını daha özgürce takip edebilen başka türlü bir yazar haline getiren de aslında biraz bu kopuştur. Darülfünun’dayken yaptığı akademik çalışmalarla daha sonra yazdıkları arasındaki, daha kitapların isimlerinden başlayan derin farklılık, Koçu’nun heves ve meraklarıyla akademinin usul ve talepleri arasındaki komik çelişkiyi açıkça gösterir: Peş peşe yayımlanmış Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülasyonlar 1300-1920 ve Lozan Muahedesi ile Kızlarağasının Piçi’nin (başta söz ettiğim kısa önsözlü, ince kitap) aynı yazarın kitapları olduğuna inanmak zordur.
Üniversiteden kopmak Koçu’yu entelektüel açıdan özgürleştirmiştir özgürleştirmesine ama büyük bir geçim sıkıntısına da sokmuştur: 1930’lar İstanbul’unda üniversite dışında kalmış bir tarihçinin, aileden zengin değilse, hem tarihçilik yapıp hem de hayatını idame ettirebilmesinin tek yolu vaktinin tamamını yazmaya ayırmaktır (Koçu bir taraftan da liselerde tarih öğretmenliği yapmıştır). Ama bütün vaktini yazmaya ayırmak da yetmez; yazdıklarının bereketini artıracak yaratıcı (ve masum) yazarlık hileleri keşfetmesi lazımdır. Koçu da, tıpkı haklarında birer anma kitabı hazırladığı sevgili ustaları Ahmet Rasim ve Ahmet Refik ve aslında Türkiye’de hayatını kalemiyle kazanan hemen herkes gibi bir tek yazıyı tepe tepe kullanma işinde çabucak ustalık kazanır: “R. E. Koçu” imzalı pek çok yazı, başlığı ve uzunluğu değişip durarak başka başka gazete, dergi ve kitaplarda defalarca yayımlanmış, bu yazıların talihi yaver gidenleriyse, seneler süren gezintilerinin sonunda, Koçu tarafından son bir dikkatle gözden geçirilip İstanbul’la ilgili bir maddeye dönüştürülmüş ve nihai istirahatgâhları olan İstanbul Ansiklopedisi’nde yerlerini alarak ömürlerini tamamlamışlardır.
Zaten Koçu’nun gözüne yavaş yavaş aslında her şey doğrudan ya da dolaylı olarak İstanbul’la ilgiliymiş, İstanbul’la ilgili her şey de sonunda dönüp dolaşıp bir ansiklopediye girmek için varmış gibi görünmeye başlamıştır. Koçu için en büyük, en önemli, en güzel konu, pek çok şeyin mecazı haline gelmiş olan İstanbul’dur ya da Borges’in “Babil Kitaplığı”nda söylediği gibi söyleyeyim: Evrendir (ki Koçu ona İstanbul der). 1930’ların sonlarında hayal etmeye başladığı, 1940’ların başındaki çabucak başarısızlığa uğrayan ilk teşebbüsün ardından, 1950’lerde hayaline ortak ettiği (ve on beş ciltte tamamlama sözünü verdiği) bir sermayedarın desteğiyle bir daha teşebbüs ettiği ve sonunda, 1958’de ilk cildini yayımladığı İstanbul Ansiklopedisi, tarihle edebiyatın, gerçeklerle hayallerin birbirlerini hiç zedelemeden iç içe geçtiği, Koçu’nun istediği her şeyden istediği gibi söz edebildiği ansiklopedik bir roman, yaratıcı bir tarih kitabı, 17. ve 18. yüzyılların şaşkınlık verici nadire kabinelerini ve 19. yüzyılın bilgi ve oyun dolu otomatlarını hatırlatan bitmek bilmez bir “meraklı şeyler” listesidir.
Semavi Eyice’nin defalarca anlattığı, Orhan Pamuk’un İstanbul, Hatıralar ve Şehir’in Koçu ve ansiklopedisi hakkındaki bölümünde sevgiyle naklettiği, 1945- 1960 arası İstanbul’unun entelektüel (ve fiziksel) dokusuna meraklı kitapseverlerin de hemen zevkle gözlerinin önünde canlandıracakları şu ayrıntılar, Koçu’nun ve İstanbul Ansiklopedisi’nin altın yılları hakkında çok şey söyler: Akşamüstü saatleri. Sirkeci’de bir han (Mühürdarzâde Hanı). Ansiklopedi bürosuna ait iki han odasının caddeye değil de koridora bakanı (Koçu’nun odası). Üstüne sigara dumanı çökmüş darmadağınık bir masa, kâğıtlar, kâğıtlar, kâğıtlar. Tık tık Koçu’nun kapısı, kapıda Kevork Pamukciyan, Niyazi Ahmet Banoğlu, Nahid Sırrı Örik ya da başka bir dost ansiklopedi yazarı. Kapanmak üzere olan handa başlayıp Eminönü Balıkpazarı’ndaki lokantalardan birinde, Koçu’nun bineceği Haydarpaşa vapurunun saatine kadar devam eden içkili sohbet...
Ama ansiklopedi fasiküllerinin düzenli olarak çıktığı, “dünyanın bir şehir hakkındaki ilk ve tek ansiklopedisi”ni çıkarma heyecanıyla biraraya gelmiş otuz- kırk erkek yazarın hepsinin hayatta olduğu, her şeyin gayet yolunda gittiği ilk üç- dört senenin ardından iş değişmeye, bu huzur ve başarı duygusunun da etkisiyle Koçu kantarın topuzunu biraz kaçırmaya, maddelerin sayısını ve uzunluklarını usul usul artırmaya başlar. Dikkatli bir okuyucu, özellikle beşinci ciltten (Bayrampaşa- Boğaziçi) itibaren Koçu’nun kişisel ilgilerinin gitgide daha fazla öne çıktığını, dönem dönem dizginlemeye çalışsa da hep yoğun bir ilgi ve merak duyduğu konu (Topkapı Sarayı’nın “iç” tarihi), tema (tulumbacılar, fahişeler, cellatlar) ve imgelerin (temiz yüzlü, yarı çıplak Osmanlı delikanlıları) ansiklopedide hissedilir bir ağırlık kazanmaya başladığını, “her şeyi içerme” arzusunun abartılı denebilecek boyutlara vardığını (“çizme çeşitleri bu ansiklopedinin konusu dışında kalır”), gazete arşivlerinden, hatıratlardan, sözlü tanıklıklardan ve unutulmuş romanlardan aktarılan “garip vaka”ların sayısı arttıkça ansiklopedinin de iyice tanımsız, yadırgatıcı, orta sınıf Türk ailesi nazarındaki makbullüğünü zedeleyecek ölçüde kişisel, Koçu’nun kendisinin okumayı sevdiği ama okuyucunun beklentilerine ters düşecek cinsten bir “tuhaf kitap”a dönüştüğünü fark edecektir. Ansiklopedi, 1960’ların ikinci yarısında, maddi destek sağlayan sermayedarların hükmünün yavaş yavaş ortadan kalkması, Koçu’nun konu dışına çıkma, dağılma eğilimini az da olsa frenleyen, kendiliğinden bir baskı oluşturarak ansiklopediye az çok bir “insicam” kazandıran diğer güçlü yazarların (yaşlanarak ve ölerek) sahneden çekilmeleri ve Koçu’nun yalnızlaşıp ümitsizleşmesiyle beraber kolektif çaba eseri bir kitap olmaktan çıkıp, hızla, pekâlâ bir tür “dolaylı otobiyografi” olarak da okunabilecek kişisel bir kolaj haline gelir.
Koçu “tarih”in ne anlama geldiği, geçmişin bilgisiyle hikâyesi arasındaki mesafe, tarihin toplumlar ve süreçlerle mi yoksa büyük adamların kahramanlıklarıyla mı ilgili olduğu gibi meseleleri fazla önemsemediği gibi, “ansiklopedi”nin ne olduğu, kapsadığı şeyler arasında nasıl bir önem hiyerarşisi kurulacağı, neyin “dışarıda” bırakılacağı, neyin muhakkak “içeri” alınması gerektiği gibi sorunlara da pek kafa yormaz. Bir şeyin bir zamanlar olmuş olması, kayda geçirilmesi için yeterli bir sebeptir Koçu için; her “kayıt”, unutulup yok olmaktan kurtarılmış bir geçmiş parçasıdır. “Olayları önemlerine göre ayırt etmeden sayıp döken vakanüvis şu doğrudan yola çıkar,” der Walter Benjamin Tarih Felsefesi Üzerine Tezler’de, “Hiçbir olay tarih için kaybolmuş sayılamaz.” Kaybolmuş zannedilebilir sadece: Eğer uğraşılır, emek verilir, sabırla çalışılırsa, olup bitmiş her şeyle, herkesle, unutulmuş her isimle ve sözle, arşivde karşılaşılabilir. Geçmiş, içi kimyasal sıvılarla dolu fanuslara benzeyen “vesikalar”da aranmayı, bulunmayı, bulunduktan sonra da canlandırılarak tekrar yaşanmayı beklemektedir. Kayıp zaman yakalanabilir. Böyle düşünür Koçu ve kütüphanelerde ve eski gazete koleksiyonlarında karşılaştığı her İstanbul ayrıntısını, epey uzun zaman sonra ilk karşılaşanın kendisi olmasının coşkusuyla tozunu üfleyip kayda geçirir.İstanbul Ansiklopedisi’nin popüler bir bilgilenme kaynağından çok kişisel bir koleksiyona benzemesinin Koçu’nun kişisel tarihindeki bir kayıp ya da acıyla ilişkili olup olmadığını bilmiyoruz. Ama İstanbul’un özellikle 1950’lerin ikinci yarısındaki Menderes imarıyla uğradığı hızlı ve acımasız yıkımın Koçu’nun içine doldurduğu öfke ve hüznün izlerine İstanbul Ansiklopedisi’nin her yerinde rastlanır. (Menderes imarından önce kaleme alınmış ANKARA CADDESİ maddesi ile, imar sırasında bu maddede sıralanan pek çok binanın yerindeki boşluğa bakılarak yazılmış BABIALİ CADDESİ maddesini karşılaştırmak bu izleri takip etmek için yeterlidir.) Koçu, ansiklopedisinin yazarlarından biri de olan Osman Nuri Ergin tarafından hazırlanmış ve İstanbul gezileri sırasında elinden düşürmediği 1934 İstanbul Şehri Rehberi’nde tarif edilen şehrin yerini, sokak isimleri ve bina numaraları değişmiş, kepçelerle tanınmaz hale getirilmiş, rehberi olmayan başka bir şehrin alışına; tanıyıp sevdiği İstanbul’un tanımadığı bir hayalete dönüşmesine günbegün şahit olmuştur. Bu yıkımın yarattığı öfke ve geçip gideni tamamen yok olmadan kayda geçirip kurtarma acelesi, İstanbul Ansiklopedisi’ni İstanbul hakkındaki bilginin belli bir mantık ve düzen içinde biraraya getirildiği bir “ansiklopedi”den çok Reşad Ekrem Koçu’nun çok sevdiği şehriyle kurduğu ilişkinin darmadağınık hikâyesi haline getirir. İstanbul hakkındaki bilgiyi bize Koçu’nun bildiği, toplayabildiği, görebildiği, hatırında kaldığı, canının istediği ve önemsediği kadarıyla verir İstanbul Ansiklopedisi. Üsküdar’daki bir sokak, Koçu’nun elinde not defteriyle oraya gittiği günkü haliyle kayda geçirilmiştir. Şehzadebaşı’ndaki başka bir sokaksa maalesef Koçu oraya bir türlü fırsat bulup gidemediği (ya da “bu ansiklopedi için mahalleleri tesbit eden değerli muhabirimiz bu satırların matbaaya tevdi edileceği son ana kadar bu mahallenin durumunu beyan eden notlarını getirmemiş bulunduğu”) için sadece adıyla vardır. Bu keyfilik, ansiklopediye hem gülümseten bir güvenilmezlik hem de niyetlenilmemiş bir güzellik verir. İsimleri bir muziplik anında bizzat Koçu tarafından uyduruluvermiş gibi duran “ecnebi seyyahların” anlattıklarından, gazete arşivlerinde rastlandıkça fişlere kaydedilmiş hurda bilgilerden (devrin gazeteleri), romantik, hatta yer yer izlenimci denebilecek kişisel notlardan (REK Gezi Notu), vakanüvis tarihlerinden, hatıratlardan, tefrika romanlardan yapılmış upuzun alıntılardan ve sözlü tanıklıklardan (Üsküdarlı Vasıf Hiç) oluşan benzersiz bir dokusu vardır ansiklopedinin. Reşad Ekrem’in olur olmaz yerlerde devraldığı anlatıcı ses okuyuculara seslenir, yıkılmış binaları ve ölüp gitmiş iyi insanları yadeder, şehre yakışmayan tavır ve manzaraları kınar, belediyeden şikayet eder, okumakta olduğumuz ansiklopediyle övünür ve sunduğu bilgiyi toplamak için ömrünü verdiği konusunda biz okuyucularını “temin eder”. Başka hiçkimsenin bilmediği, hatırlamadığı, başka hiçbir kitapta kaydı tutulmamış ayrıntılarla doludur İstanbul Ansiklopedisi.
Ama İstanbul Ansiklopedisi’ni bayıla bayıla karıştıran okuyucu bile bir noktada o kaçınılmaz soruyu sormaktan kendini alamaz: “Tamam, çok güzel de, böyle ansiklopedi mi olur?” Koçu’nun ansiklopedisini kurmaya çalıştığı yıllarda (1944- 1973) Batı’da onun idealize ettiği ansiklopedi anlayışı çoktan eskimiş, “nesnellik” kaygısını rafa kaldıran, mezhebi geniş, eleştirel bir “ansiklopedizm” başını alıp gitmişti. Koçu’nun İbnülemin Mahmud Kemal İnal’a kadar gelen tezkirecilik geleneğiyle Aydınlanma ansiklopediciliğinin hoş bir karışımı olan ansiklopedisine bu açıdan bakılırsa, “Elbette, böyle ansiklopedi de olur,” denebilir. Ama Koçu büyük ihtimalle buna itiraz eder, ansiklopedisinin gayet “nesnel”, “tarafsız” ve “vesikalara dayalı” olduğunda diretirdi. Bugünün meraklı kitapseverleriyse İstanbul Ansiklopedisi’ni Koçu’nun hiç memnun olmayacağı bir şekilde okuyorlar: Takıntılı ve hayalperest bir gözlemcinin, içinde tutkuyla dolaştığı bir şehir hakkındaki izlenimleri olarak. Bu izlenimleri okurken bir sürü şey öğreniyor, öğrendikleri hiçbir şeyin doğruluğundan tam emin olamıyor ve bunu pek de umursamıyorlar. (Emin olmak istediklerinde kalkıp Tarih Vakfı’nın 1990’larda yayımladığı dört başı mamur, sekiz ciltlik Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’ne uzanıyorlar.)
Koçu yaşlanıp yalnızlaştıkça (ve ansiklopedinin birinci cildindeki Tan Matbaası’nın baş mürettibi AHMED RAHMİ USTA maddesinde bulunduğu temenninin gerçekleşmeyeceğini anladıkça: “İstanbul Ansiklopedisi, ‘Z’ harfinin son kelimesini ihtiva edecek son sayfasının da onun eli ile bağlanmasını diler”) ansiklopedinin anlattığı İstanbul’un da karanlıklaştığını, çürüdüğünü, solduğunu fark ederiz. Bu çürüyen ve hayalileşen, G harfine yaklaştıkça Koçu’nun içinde yaşadığı dünyadan çok kendi iç dünyasına benzeyen yeni İstanbul “imgesi”nin tarifsiz bir güzelliği vardır. Yarım kalmışlığı, matbaaya alelacele yetiştirildiğini fazla belli eden hali, 7076 sayfasının hepsinde küçük gedikler gibi göze çarpan mürettip hatalarıyla Koçu’nun senelerce hayalini kurduğu (ve bir yerde İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne yetiştirmek istediğini söylediği) abidevi kitaptan çok, o abidenin yıkıntısına benzer İstanbul Ansiklopedisi.
İstanbul hakkında olduğu kadar, kendi kendisi hakkındadır da. Ansiklopedisi olduğu şehrin içine karışmayı, ileride başka bir ansiklopedide şehrin bir parçası olarak kayda geçirilmeyi ister. Nitekim Koçu’nunki dahil olmak üzere 20. yüzyılda İstanbul hakkında hazırlanmış bütün ansiklopedik yayınlara usanmadan madde yetiştirmiş olan Semavi Eyice, Tarih Vakfı’nın Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’ne olabildiğince “nesnel” birer “Reşad Ekrem Koçu” ve “İstanbul Ansiklopedileri” maddesi yazmıştır. Eyice, İstanbul hakkında tarih boyunca pek çok “ansiklopedik” çalışma yapılmış olduğunu söyler ve birkaçının ismini verir. Ancak İstanbul hakkında bugüne kadar yazılmış “ansiklopedik” kitapların tam bir bibliyografyasına, epey bakındıysam da, ulaşamadım. Koçu’nun ansiklopedisi İ harfine ulaşabilmiş olsaydı, önce bu kitapların “İstanbul Hakkındaki Ansiklopediler” maddesindeki eksiksiz listesine bir göz atacak, sonra da hemen sayfalarca süren “İstanbul Ansiklopedisi” maddesini okumaya başlayacaktım.