“Her yazdığım kelimeden şüphe ediyorum”

Markus Zusak: Yazar olmak için çok büyük özgüvene sahip olmanız lazım. Ben her gün kendimden şüphe ediyorum. Her yazdığım kelimeden şüphe ediyorum...

08 Mayıs 2015 15:00

Kitap Hırsızı romanıyla tüm dünyada geniş bir okur kitlesi edinen Markus Zusak, bu yıl yedincisi düzenlenen İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Zusak ile Kitap Hırsızı romanı, yazma süreci ve hayatta kendine çizdiği sınırlar üzerine konuştuk.

Kitap Hırsızı adlı romanınızla dünyaca ünlü bir yazar olmanıza katkısı çok büyük. Bu romanda farklı olan nedir sizce? Çok satan bir yazar olduktan sonra kendinizi daha sorumlu hissediyor musunuz?

Kitap Hırsızı romanım benim için diğerlerinden farklı. Şöyle ki yazdığım beş kitaptan dördünün benim için bir anlamı var ancak bir tanesi benim için her şey demek. O da tabii ki Kitap Hırsızı... Aslında en başarısız kitabım olacağını düşündüğüm için onu içimden nasıl geldiyse, nasıl istediysem yazdım. “Nasıl olsa hiç kimse onu okumayacaktır, öyleyse hayal gücümü sonuna kadar kullanabilirim” diye düşündüm. Büyük ihtimalle Kitap Hırsızı, içten ve samimi bir yazım sürecinin ürünü olduğu için bu başarıya ulaştı.

Daha sorumlu hissedip hissetmeme gelince, belki bazen böyle hissediyorum. Ama sonunda şunu düşünüyorum: Herhangi bir kitap yazdığınızda okurları unuttuğunuz anlar vardır. Onları mutlu etmek, ilgilerini devam ettirmek, onlara yardım etmek için elinizden geleni yapıyorsunuz ama bir noktada bunu bırakıp “Tamamdır, bundan sonra benimle gelmeniz lazım” dediğinizde kitap asıl biçimini alıyor. Okurlara sorumlu hissetmenizin en iyi yönteminin onları umursamamak olması güzel bir ironidir.

Romanlarınızın çoğunda hayata başlamak üzere olan karakterleri seçmeniz, kitaplarınızı “oluşum romanı” dediğimiz türün içine yerleştiriyor. Bunun yanı sıra Hiç Kimse Sıradan Değildir romanında izleri takip et’; Kitap Hırsızı romanında ise ‘saklambaç’ oyunun unsurları romanlarınızda gerçeğin rezaletine karşı olarak oyuncu bir duruş sergilediğinizi hissettiriyor. Bu nitelik sizin hayata karşı bakışınızı yansıtıyor mu?

Kitap Hırsızı, Markus Zusak, Çeviri: Selim Yeniçeri, Martı YayınlarıAslında, bu konuda gerçeği söylemeli miyim, emin değilim. Belki yazarlardan hiçbiri niye bu şekilde yazdığını tam bilemiyor. Kitaplarımın birçoğunda boks ve koşu yer alıyor fakat ne koşmayı severim ne de hayatımda bir kavgaya katıldım. Belki yazının oyunculuğu, her şeyi oyuna çevirebilmeyi sevme fikrinden kaynaklanır. Kurgu olduğunu bildiğim halde okurken içinde olduğumu hissettiğim kitapları okumayı seviyorum. Bu sihirli bir oyun, kitap yazarken yapmaya çalıştığım gibi. Evet, bu yoğun çaba isteyen bir iş ama aynı zamanda bir oyun– insanları gerçek olmayan bir şeye inandırma oyunudur. Karakterleri yaratma sürecinin eşiğindeyken daima bu durumda olduğumuzu hissediyorum. Karakterlerimin hepsinin oluşum sürecinde olduğunu düşünüyorum fakat bu bütün kurgusal karakterler için söylenebilir.

Kitap Hırsızı romanınızda, kültürün kalıntılarını kurtarmaya çalışan, tahribata karşı çıkan genç kızı takip eden bir çocuğun bakış açısıyla Nazi Almanya’sı gözler önüne seriliyor. İkinci Dünya Savaşı, insanlık tarihinde kitap tahribini de içeren aşırı şiddetin en son örneği olarak kabul edilse de maalesef neredeyse aynı seviyede olan ama konuşulmayan başka olaylar ortaya çıkmaya devam ediyor. Bu bağlamda İkinci Dünya Savaşını seçmeniz için bir neden var mı?

“Bildiğinizi yazmanız lazım” diye eski bir kural var; anne babam Almanya’da ve Avusturya’da büyümüş. Nazizm döneminde çok gençlermiş ve hikâyelerinin çoğu savaştan sonraki dönemi anlatıyordu. Ben de bu hikâyelerden bazılarıyla yola çıktım çünkü o hikâyeler oldukça gerçekti. Bildiğim yabancı bir dil gibiydiler benim için. Bu dünyayı tanıyordum. Onları yazmak, hafızamın kabuğunu kırıp içine dalarak bu dünyayı ortaya çıkarmaya çalışmak gibiydi. Büyürken duyduğum hikâyeler başka bir yere ve zamana ait olsaydı belki onun hakkında yazardım.

Kitap Hırsızı kitaba övgü olarak algılanabilir. Hangi yazarlar ve kitaplar yazar olmaya karar vermenize katkıda bulundu?

Amerikalı yazar S.E. Hinton’un tam bulunduğum duruma uygun kitaplarını okuduğumda 14 yaşındaydım. Bu hikâyeleri yaşıyormuş gibi hissediyordum ve kitabı yayımlanan 15 yaşındaki çocuk olan kahramanlardan birine rastladığımda “Bunu yapmayı istiyorum!” dedim. Tabii ki o zaman kitap yazmaya çalıştım ve o sekiz sayfa şimdiye kadar yazılmış en kötü kitap yarışmasında yer alabilir fakat bu ihtiyacım olan bir başlangıçtı. On altı yaşındayken ise yazar olmaya karar verdim ve beni durduracak hiçbir şey yoktu.

Hikâyenizi beyazperdede görmek sizde nasıl bir his uyandırdı? Başka bir kitabınızla böyle bir deneyimi tekrar yaşamayı planlıyor musunuz?

Kitabı filme uyarlanan bir yazar olarak söyleyebileceğiniz en dürüstçe şey, sevgi ile pişmanlık arasında bölünmüş olmanızdır. Hem çok sevdiğiniz hem de başka bir şekilde yapılmasını istediğiniz anlar var.

Filmle uğraşmamaya uzun zaman önce karar verdim. Sahip olduğumuz her şeyi yazıya dökmüştüm ve filmi çekenlerin yanında durup onların denemelerini izleyerek memnun olacağımı biliyordum. Bir film başkaları tarafından yapılmış olduğunda sorumluluk onlarda olur. Yazmak ve film yapmak iki farklı iştir, tamamen farklı. Yazmam gereken kitabı benim yazdığım gibi, çekmeleri gereken filmin nasıl olacağı filmin yönetmenine bağlı.

Bu yıl konuk olduğunuz İTEF’in konusu “Şehir ve Sınırlar.” Yazar olarak hangi sınırlarla karşılaştınız , hangi sınırları aşmanız gerekti ve roman kahramanlarınız için hangi sınırları tasarladınız?

Kendinden şüphe etmemenin, aşılması en zor olan sınır olduğunu düşünüyorum. Yazar olmak için gereken şey birisinin yazdıklarınızı okumayı isteyeceğine inanmanızdır ve bunu başarmak için çok büyük özgüvene sahip olmanız lazım. Ben her gün kendimden şüphe ediyorum. Her yazdığım kelimeden şüphe ediyorum. Kahramanlarıma gelince, sınırların aşılması konusunda onlar açısından düşünmedim. Belki karşılaştıkları sınırlar oluşum fikrine indirgenebilir karakterler bir durumdan başka bir duruma geçiyorlar ve bu her gün içinde bulunacağımız bir durum olabilir.

Dört gözle beklenen Kil Köprüsü adlı kitabınız için konusunu “heves ve insaniyeti aştığımız anlar” olarak dile getirmiştiniz. Size bu konu için ilham veren an, sanat eseri ya da insana has sonsuz mükemmeliyet, tanrısallık arayışını bizimle paylaşabilir misiniz?

Aslında bilmiyorum – görkemli yapıtları görmemizin yeterli olduğunu düşünüyorum. Ana kahraman olan Kil, görkemli bir şey yapmayı, kendi kendini aştığı ana varmayı ister. Aklıma gelen bir yapıt (ya da yapıtları) Davut heykeli ve Floransa’da bulunan Accademia Galerisi’ndeki Davut’a giden yolu gösteren bitirilmemiş heykeller... Koridorun sonunda prens dururken yolunda pürüzlü, bitirilmemiş, mermerden çıkmaya çabalayan yapıtlar bulunuyor. Belki bu bizim daima bulunduğumuz durumdur. Önünde bulunan yapıt olmaya hevesleniyoruz fakat oraya ulaşmak için önceden yol üstünde bulunan pürüzlü, çabalayan yapıtlar olmamız gerekiyor.

Meraklısına not: Kitap Hırsızı 2013 yılında Brian Percival tarafından sinemaya uyarlandı. ABD ve Almanya ortak yapımı olan filmin başrollerini Geoffrey Rush, Emily Watson, Sophie Nelisse, Ben Schnetzer ve Nico Liersch paylaştı.