Batı’ya ait bir kavram olan fantastiği Türkçe edebiyatta aramak anakronik bir yaklaşım mıdır? Her yapıt hayalle iştigal eder, peki o halde fantastiğin farkı nerede ortaya çıkar?
14 Mayıs 2015 03:00
Seda Uyanık’ın Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî Edebiyat başlıklı çalışması 2013’te yayımlandığında, büyük ihtimalle kitabevi raflarında tematik bir yalnızlık çekecek gibi görünüyordu. Nitekim Türkçe edebiyatta bilimkurgu roman ve öykülerini okuduğumuz yazarlar olsa da, bu türü ele alan Türkçe kurgudışı eser sayısı oldukça az. Farklı dillerden yapılan roman çevirilerinde bilimkurgunun önemli bir okur kitlesi olduğu görülse de, konuyla ilgili kurgudışı kitapların çevirileri nadiren yayımlanıyor. Aynı tablo fantastik kurgu için de geçerli. Ancak geçtiğimiz günlerde Pelin Aslan Ayar’ın Fantastik Roman adlı inceleme kitabı yayımlanınca, raflarda hemen Fennî Edebiyat’la buluşması kaçınılmaz oldu. Bu noktada, yazarların doktora tezlerinden hareketle yazmış olduğu her iki eserin de aynı yayıncıdan, İletişim’den çıkmasının bir yayıncılık vizyonuna işaret ettiğini ve benzer kitapları değerlendirecek okurlarda yeni eserler için bir beklenti yarattığını da söylemeden geçmemek gerekiyor. Her iki yazarın konularına hâkim olduklarını ve oldukça emek ve zaman sarf ettiklerini gösteren bu eserlerin en önemli ortak paydası, Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk döneminde yazılmış eserleri ele almaları ve modernleşme tarihimize eleştirel yaklaşmaları.
Fantastik Roman’ın üst başlığı “Türkçe Edebiyatta Varla Yok Arası Bir Tür” kitabın nasıl bir tezi olduğuna işaret ediyor. Fantastik romanları iki eksende değerlendiriyor yazar: Hayal-hakikat ekseni ve mistisizm-pozitivizm ekseni. Son bölüm de eksen dışında kalan eser ve yazarlara ayrılıyor ki bu bölüm kitabın tezini, fantastik romanın neden varla yok arası bir tür olduğunu gösteren bir sonuç bölümü olarak da değerlendirilebilir.
Kabaca özetlersek, çok fazla eserin verilmediği, eleştirmenlerin eğilmekten kaçındığı, modernleşme süreci içinde edebiyat ortamında sözü geçen entelektüeller tarafından hor görülen ve inkâr edilen bir edebi tür olan fantastik romanı Türkçe edebiyat içinde konumlandırmaya çalışan bu kitap, 1876-1960 arasındaki yılları temel alarak, eski ve yeninin, geleneksel ve modern olanın, “halk için” olan ile “sanat için” olanın arasında kalmış bir edebiyatın izini sürüyor.
Bugün de geçerliliğini koruyan önemli sorular var kitapta. Batı’ya ait bir kavram olan fantastiği Türkçe edebiyatta aramak anakronik bir yaklaşım mıdır? Her yapıt hayalle iştigal eder, peki o halde fantastiğin farkı nerede ortaya çıkar? Toplum dünyevileştikçe edebiyat nasıl değişir? Ve tabii ki, fantastiğin işlevi nedir? Ya da bir işlevi olmalı mıdır? Pelin Aslan Ayar bu soruları cevapsız bırakmıyor. Zaten bu sorulara 1876-1960 arasındaki eserler üzerinden, dönemin belli başlı düşünce akımları ve edebiyat dünyasındaki otoriter yaklaşımlar eşliğinde bakıldığında, cevaplar bizi fantastiğin varla yok arası ayak izlerine, modernliğin münkir zamanlarına götürüyor.
Kitabın uzun giriş bölümü, fantastik edebiyat üzerine daha önce çalışma yapmış olanlar için bir hafıza tazeleme işlevi görebilir. İlk defa bu konuya eğilenler de, farklı yazarların fantastik dediğimiz şeyden ne anladığını karşılaştırma fırsatına sahip olup, kaynak gösterilen iddialar üzerinden zengin bir tanım kümesine kavuşabilir. Ağırlıklı olarak Ahmet Mithat’ın, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Peyami Safa’nın eserlerine ve modernleşme süreci içindeki duruşlarına fantastik bir konumlandırmayla bakan bu kitabı doğru izleyebilmek için giriş bölümünde, özellikle “neden fantastik roman okuruz/yazarız?” sorusuna cevap aranan bölümleri altını çizerek okumak gerek.
Kitabın iki ana damarından biri olan hayal-hakikat ekseninin anlatıldığı ilk bölüm, Ahmet Mithat’ın eserlerinde fantastiğin arandığı ayrı bir makale olarak da okunabilir. Fantaziyi işlevselliği nedeniyle tercih eden, okurların gizemli konulara duydukları ilgiden yararlanan, gerçekçiliği pekiştirmek için fantastik türde yazarmış gibi yapan, Ayar’ın ifadesiyle “fantastik unsurları sık sık kullanan, fantastik durum ve olaylar yaratan ancak tüm bu durum ve olayların nedenini yine anlatının içinde çözümleyen fantaziye karşı bir fantazi anlayışı” sergileyen Ahmet Mithat ekolünün bir çözümlemesi yapılıyor ilk bölümde.
Namık Kemal ve Beşir Fuat’ın başını çektiği yazarlar geleneksel anlatıyı, masalı, öykü geleneğini, kültürün fantastik unsurlarını reddedip gerçekçi bir bakışı savunurken, doğaüstünü, tekinsiz olanı, müphemliği konu eden eserler, söz konusu hayal-hakikat ekseninde ne yazık ki hakikatten çok uzak bir köşede yer alıyor. Diğer yandan, Ayar’ın da işaret ettiği gibi, dönemin okurlarının hakikati tam da öyle değil. Dönemin çevrilen ve yayımlanan kitaplarına, yerli dergilerine bakıldığında, hem bilime çok meraklı olunduğu hem de fennî edebiyat eserlerinin okunduğu görülüyor. İşte bu noktada Ahmet Mithat’ı ayrıntılı bir şekilde ele alıyor yazar, çünkü ona göre dönemin belki de kaçınılmaz olan modernlik çelişkileri, teori-pratik uyumsuzluğu, gelenekten kopmayı öğütleyen zihniyetin geçmişle bağlarının sıkılığı, Ahmet Mithat’ın fantastik unsurlar barındıran eserlerinde görülebiliyor.
Bazı eserlerinde eksenin hayal tarafına kayan, bazı eserlerindeyse adeta günah çıkarıp hakikat tarafına meyleden Ahmet Mithat’ın geçirdiği dönüşümün merkezinde, Ayar’ın “fantastik Türkçe romanın ilk örneği olarak” kabul ettiği Muhayyelât-ı Aziz Efendi yer alıyor. Ahmet Mithat’ın bu eseri küçümsemesine rağmen takipçisi olduğunun altını çiziyor yazar. Bu takipçiliğini adeta hafızalardan silmek için Çengi gibi fantastik anlatılara dil uzatma niyeti olan bir roman yazan Ahmet Mithat, bir parodi sunarken fantastik roman yazmanın da tuzağına düşüyor mu, işte bu tartışmalı bir konu; tıpkı Jane Austen’ın bir gotik roman parodisi olarak ünlenen romanı Northanger Manastırı’nın, nihayetinde bir gotik roman olarak değerlendirilmesi gibi…
Ahmet Mithat’ın Fennî Bir Roman Yahut Amerika Doktorları adlı romanı hep Ayar’ın hem de Seda Uyanık’ın Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî Edebiyat eserinde ele alınıyor. Bu eserin “fennî edebiyat konusunda ilk olma” özelliğine değinen Uyanık, ilk fennî romanın Amerika’dan bahsediyor oluşunu vurgulayıp, Osmanlı bilimkurgusunda Amerika imgesini inceliyor. Ayar ise şöyle diyor bu ilk fennî roman için: “Bu romanda Ahmet Mithat, hayalle, olağanüstüyle sorunlu, çelişkili ve çekişmeli bir ilişki kurmamış, kendisini fantazinin eğlenceli ve sıra dışı macerasına bırakmıştır ama bunu yine de ‘bilim, fen’ kılıfı içinde yapmıştır.” Bunun da ötesinde, Seda Uyanık’ın çalışmasındaki tespite katılmadığını belirtiyor Ayar. O, Ahmet Mithat’ın bu eserinin fennî romana göz kırptığını ama “absürd bir fantazi” olduğunu öne sürüyor.
Ayrıca tıpkı Ayar’ınki gibi Seda Uyanık’ın eserinde de Namık Kemal ve Beşir Fuat’ın gerçekçiliğe ve hayal gücüne yaklaşımları ele alınırken, bu isimlere ek olarak Şemsettin Sami’nin de hayali imgelere karşı önyargılı yazarlar arasında sayılması gerektiğine ikna ediyor bizi. Tabii ölümü bile “bilimsel” olan Beşir Fuat’ın ayrıca değerlendirilmesi hem fantastik kurgunun hem de bilimkurgunun Türkçedeki izlerini takip etmek için önem teşkil ediyor, çünkü spekülatif kurguların temel meselelerinden biri olan ölümü, adeta bir deney gibi ele alan, kendi ölümünü bilimsel bir deneymişçesine yaşayan Beşir Fuat, akla ve gerçekçiliğe dair ne kadar katı bir tutuma sahip olunabileceğini gösterirken, fantastik ve bilimkurgunun karşısındaki kalenin ne kadar güçlü surları olduğunu da simgelemiş oluyor.
Ayar’ın ikinci bölümde ele aldığı mistisizm-pozitivizm ekseninin merkezinde Hüseyin Rahmi var ama Peyami Safa, Halide Edip gibi yazarlar da önemli bir yer kaplıyor. Gürpınar’ın Ahmet Mithat ekolünü devam ettirdiği iddiası, kitabın ilk iki bölümünü, hayal-hakikat eksenini ve mistisizm-pozitivizm eksenini kesiştirmiş oluyor. Fantastik unsurları kullanarak gerçekçi olmaya çalışmak, bilimsel/pozitivist bir dünya görüşünü yaymaya çalışmak için fantastik roman gibi görünen eserler kaleme almak, belli ki Gürpınar’ın da edebi anlayışını ortaya koyuyor. Bu kanadın karşısına da Peyami Safa’yı yerleştiren Ayar, Safa’nın sentezci bir yazar olduğunun, bilimi dışlamayan bir mistik yaklaşıma sahip olduğunun altını çiziyor. Safa’ya göre Batı modernleşmesinin geldiği noktanın “buhranlı” olduğunu hatırlatıyor ki bu karşılaştırmalar ve hem Gürpınar’ın hem de Safa’nın eserlerden verilen örnekler bize Osmanlı-Türk modernleşmesinin de aynı şekilde buhranlı olduğunu gösteriyor, çünkü her iki yazarın fantastik edebiyatı işlevsel olarak kullandığı sonucuna varıyoruz. Hem Gürpınar hem de Safa, fantastiği “fantastiğin doğasına aykırı biçimde” kullanıyor bu tespitlere göre; onu “amaç değil araç” ediniyor.
Eksen dışında kalan yazarların başındaysa Suat Derviş geliyor. Fantastiği edebiyat dışı bir amaç için kullanmadığına, bir işlevsellik peşine düşmediğine tanık olduğumuz Derviş, resmi söyleme alternatif getiren bir yazar olarak ilk iki bölümdeki eksenlerin dışında kalıyor. 1920-1960 arasında Türkçe edebiyatta gölgede kalmış, kendilerine has özellikler barındıran fantastik romanların tek tek ele alındığı bölümün sonuca bağlandığı eser, Tanpınar’ın Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı öyküsü oluyor. Ayar’ın “Türkçe edebiyatın ilk modern fantazisi” olarak konumlandırdığı bu eser, fantastiğin bir araç olmaktan nasıl çıktığını örneklemiş oluyor. Kısacası eksenin dışı, Suat Derviş’ten Tanpınar’a uzanan ve giderek derinleşen bir fantastik edebiyat dünyasını sunuyor bize. Neye “modern” dediğimizin değişmesiyle neye “fantastik” dediğimiz de değişmiş, evrilmiş oluyor böylece.
Bireyler gibi toplumların da fantazilerinin olduğunu, gelenekten uzaklaştıkça Batı’yla nasıl bir hesaplaşmaya girildiğini, Batı’ya yaklaştıkça ortak kültürümüzün geçmişiyle nasıl çatıştığımızı göstermek ve bu serüveni fantastik romanlar ve fennî romanlar üzerinden yaşatmak, Ayar ve Uyanık’ın çalışmalarının paylaştığı en değerli özellik. Bir yandan geçmişin hayaletlerinin; geleneğin, masalın, sözlü edebiyattaki hakikatin inkâr edilmesinin, diğer yandan akılcılığın, gerçekçiliğin sınırlarının ihlal edilmesinin tarihini takip ettiğimiz bu yolculuk, toplumsal arzularımızın, rüyalarımızın öyküsünü anlattığı gibi, toplumsal saplantılarımızın ve kâbuslarımızın da öyküsünü anlatıyor. Sadece gündelik hayatta, dışarıdaki gerçeklikte değil, kafamızın içindeki dünyada da inkârın her zaman bir ihlalle sonuçlandığını hatırlatıyor; tıpkı iyi bir fantastik romanın yaptığı gibi…