"Kaybettiğimiz insanların yeri doldurulabilir mi? Bir başkasını –benzer bir insanı ya da benzer şekilde tasarlanmış bir androidi– kaybedilen kişinin yerine koyabilir miyiz? Kazuo Ishiguro yeni romanı Klara ile Güneş’te bu soruyu yöneltiyor okura."
12 Ağustos 2021 13:00
Kaybettiğimiz insanların yeri doldurulabilir mi? Bir başkasını –benzer bir insanı ya da benzer şekilde tasarlanmış bir androidi– kaybedilen kişinin yerine koyabilir miyiz? Kazuo Ishiguro yeni romanı Klara ile Güneş’te bu soruyu yöneltiyor okura. Gelişmiş bir gelecek çağın teknolojisiyle kayıplardan ve ölümden kurtulmanın yollarını arayan karakterler yaratıyor.
Roman Klara adlı bir robotun ağzından birinci tekil anlatıya sahip. Klara gelişmiş bir yapay zekâ ama sadece çocuklara arkadaşlık etmek üzere yaratılmış bir YA, yani Yapay Arkadaş; güneş enerjisiyle çalışan YA’ların satıldığı bir dükkânda bir çocuk tarafından beğenilip satın alınmayı bekliyor ve bu arada vitrinde tutulduğu günler dış dünyayı gözlemleyerek vakit geçiriyor. Nazik olmaya, gülümsemeye ve beğenilmeye göre programlanmış. Klara’nın vitrindeki bekleyişi, yetimhanede evlat edinilmeyi bekleyen çocuklara benziyor. Üstelik yeni model YA’lar geldikçe şansı azalıyor.
Nesnel anlatı
Anlatıcı Klara olduğu için nesnel bir anlatıya sahip roman. Nesnel anlatı gerçekçi romancıların kullandığı bir tekniktir; anlatıcının duygu ve düşüncelerinin aktarılmadığı, salt gözlemci olduğu bir anlatı şeklidir. Anlatıcı kendini geri planda tutar, gerçeğin yaşandığı gibi anlatılmasını sağlar. Örneğin bir karakter için “utandı” ifadesi yerine “yanakları kızardı” der, böylece sadece dışardan gözlemleyen biri tarafından öğreniriz olayları ve okur kendi çıkarımlarını bu gözlemlere dayanarak yapar. Klara da çok iyi bir gözlemci; bunu romanın başında “dışarıya dair daha çok şey görmeye, üstelik de bütün ayrıntılarıyla görmeye her zaman büyük bir özlem duymuştum” sözleriyle açıklıyor. Bu özelliği Klara’yı hem kusursuz bir nesnel anlatıcı yapıyor hem de diğer YA’lardan ayırıyor. Ayrıca kendi yorumunu, değerlendirmesini, manipülasyonunu ortaya koymadan aktarıyor olayları. Bu anlamda Ishiguro’yu çok başarılı bulduğumu söylemeliyim; her cümlede, her sahnede anlatıcının kim olduğunu unutmamamızı sağlıyor nesnel anlatı dili sayesinde.
Ishiguro’nun romanlarında sıklıkla gördüğümüz bir diğer şey, olayları doğrudan söylemek yerine imada bulunmasıdır. Böylece okurun zihninde bilinmez ve gizemli şeyler yaratır. Örneğin Klara’yı eve götürüp sahiplenen Josie’nin bir hastalığı olduğunu biliriz fakat bu gizemli hastalığın ne olduğu hiç açıklanmaz. Bir de varlıklı ailelerin çocuklarının başarılı olması ve iyi bir üniversitede öğrenim görmesi için genetik olarak yükseltildiklerini öğreniriz ama bu “yükseltilme” nasıl bir işlemdir, ne işe yarar, bunu da söylemez yazar. Sadece tahminde bulunmamızı, ipuçları ile kurguyu dilediğimiz şekilde yaratmamızı sağlar.
Güneş ve din
Klara güneş enerjisiyle çalıştığı için güneş onun için çok önemli. Bu yüzden güneşten söz ederken, aynı dindarların Tanrı’dan bahsederken büyük harfle yazmaları gibi, Güneş olarak yazıyor. Güneş onun tanrısı, onun enerji kaynağıdır ve roman ilerledikçe Güneş’e dua ederken, ondan kutsal mucizeler beklerken buluyoruz Klara’yı. Aslında tam da bu noktada Ishiguro’nun bilimkurgusal yapısı sorun yaşıyor. Yapay zekâ hakkında öğrendiğimiz bir şey varsa, o da çıkarımlar sonucunda yeni bilgiye ulaşma kolaylığına sahip olmasıdır. Bunun en iyi örneğini satrançtaki gelişmeyle gördük. Hatırlarsanız IBM tarafından geliştirilen Deep Blue adlı bilgisayar dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov’a önce yenilmiş, sonra berabere kalmış ama 1997 yılında gelişmiş versiyonu ile saniyede 200 milyon hamle deneyebilecek hale geldiğinde Kasparov’u yenmişti. Şimdiyse telefona yüklenen en basit satranç programını bile yenmenizin imkânsız olduğunu biliyoruz.
Klara üretimi tamamlandıktan sonra yeni gözlemlerini bilgi haline getirmeyen bir yapay zekâ. Vitrinde satın alınmayı beklediği günlerde bir kez evsiz bir adamla köpeğini karşıdaki bir binanın önünde yatarken görüyor ve onların öldüğünü zannediyor fakat ertesi gün evsiz adamla köpeğini canlanmış gördüğünde onların üzerine vuran güneş ışığının bir mucize yarattığını, ölüleri canlandırdığını düşünüyor. Kuşkusuz bu sonuca varmış olabilir, burada bir sorun yok ama aylar sonra, Josie’yi ve evde yaşayanları her gece uyurken gördüğünde bu algısının yanlış olduğunu hâlâ anlamamış olması yapay zekânın tanımına ters düşen bir şey.
Sosyal eşitsizlik
Bir romanı okurken yazarın ruhunu yakalamak ya da yüreğinin doğal sesini duymak bize zevk verir ama bundan daha fazla zevk veren şey kendi yüreğimizin sesini roman aracılığıyla duymamızdır. Klara ile Güneş derinlerde bir yerde yüreğimize dokunan bir hikâye anlatıyor. Ishiguro’nun geleceğinde toplumsal sınıfları sadece maddi güç değil, genetik güç de belirliyor. Josie’nin aynı onun gibi genetik olarak “yükseltilmiş” arkadaşları, yükseltilmemiş, Rick adında bir çocukla alay edip ona kabadayılık taslıyorlar. Aslında yükseltilmişliğin onlara nasıl bir avantaj sağladığını anlamıyoruz, çünkü Rick yükseltilmiş çocuklardan daha yaratıcı ve zeki; öte yandan yükseltilmediği için bir üniversiteye girme şansı yok. Çocuklar arasındaki bu fark toplumsal sınıflar oluşturuyor.
Bir başka açıdan hırslı anne babaların çocuklarının sağlığını, hatta hayatını tehlikeye atma pahasına onları yükselttiklerini görmek, acımasız bir rekabet içinde büyüdüklerini de gösteriyor. Bunu da Ishiguro doğrudan söylemiyor roman içinde ama Josie’nin ablası Sal’in ölüm nedeninin yükseltilmiş olması, Josie’nin de bu yüzden hasta olduğu ima ediliyor. Romandaki anneler toplumsal düzene boyun eğmiş kadınlar olarak ortaya çıkıyor, babalar ise evi terk etmiş, çocukların geleceği hakkında söz sahibi bile olmayan kişiler; söz hakkını evi terk ederek kaybetmişler.
Sınıfsal ayrımcılık sadece insanlar arasında değil, YA’lar arasında da mevcut. Klara gibi eski modeller yenileri karşısında daha zayıf, hatta daha insansı. Kusurlu oluşları onları daha insana yakın yapıyor ama her birinin diğerinden farklı algısı, yeteneği ve zekâsı var. YA’lara karşı insanların tutumu da bir nebze köleliği düşündürüyor. Onlara iyi davranma gereğinin duyulmaması romanın hüzünlü bir yanı. Ancak Josie gibi duyarlı çocuklar YA’larına iyi davranıyorlar.
Son zamanlarda insana benzer robotların haklarını, onlarla kurulacak ilişkinin ahlaki boyutunu ele alan çok sayıda roman yazıldı. İlk akla gelen Ian McEwan’ın Benim Gibi Makineler romanı. Orada robotları tehdit olarak görmüştük, Ishiguro’nun robotları ise sadece işgücü olarak, insanların işlerini kaybetmesine yol açtıkları için tehdit oluşturuyorlar, bunun dışında varlıksal olarak insana hizmet etmek üzere yaratılmışlar. Bu noktada yapay zekânın geleceği açısından önemini sorgulamamızı sağlayacak verilerle dolu roman. Bir robot “çok mutlu oldum” derken gerçekten ne kastediyor olabilir diye soruyoruz. İnsan davranışları hakkında bilinen her şeyi bölümlere ayırıp bir bilgisayara yüklesek, insan olabilir mi? Romanda bunu deneyen bir bilimadamı var ve onun kuramına göre eğer her bilgi doğru şekilde yüklenirse, insandan farkı kalmayacaktır robotların; yani insanın “gizli odası” olduğu sanılan ruhu aslında bölünebilir bir sürü davranış bileşeninden oluşuyor; bunların hepsine hâkim olduğumuzda insanın gizli bir odası da kalmayacaktır.
Bu argüman bana yine Deep Blue ile Kasparov karşılaşmasını düşündürdü. Bir bilgisayar tarafından yenilen insanların şampiyonu yapay zekâ karşısında güçsüz müydü? Aslında bu konuya ters bir açıdan baktığımızı fark ettim, Deep Blue ile Kasparov’un satranç karşılaşması bize yapay zekâ hakkında yeni bir şey öğretmedi. Ne de insanın düşünme kapasitesi konusunda yeni bir şey öğrenmiş olduk. Öğrendiğimiz sadece satranç oyununun tamamen parçalara ayrılabilen, çözümlenebilen, mekanik bir yapıya sahip olduğuydu. Şans faktörünün bu oyunda yer almadığıydı.
Bu açıdan baktığımızda Klara ile Güneş bence insanı, evrimi, yaratıcılığı fazla mekanik bir şekilde ele alıyor; sanki insan tamamen parçalara ayırıp tamir edeceğimiz bir makineymiş gibi sunuyor. Oysa “mutlu” bir robot ile mutlu bir insan asla aynı şeyden söz ediyor olamaz mutluluk ya da hüzün ya da aşağılanma ya da kızgınlık söz konusu olduğunda.
Kazuo Ishiguro’nun Nobel Edebiyat Ödülü sonrasında yazdığı ilk romanı olduğu için Batıda çok övgüyle dolu eleştiriler aldı ama bence en iyi romanı olmaktan çok uzak, üstelik bilimkurgusal açıdan da biraz demode bir gelecek fikri sunuyor. Yine de yapay zekâ üzerine okuru düşündüren, zevkle okunacak, sürprizleri olan bir roman.
•