"Batı ana akım medya-siyaset klişeleri Afganistan’da asıl sorunun Taliban olduğunu ileri sürse de, Taliban’ın en başta güç kazanması da, şimdilerde gücünü artırmış olması da mevcut rejimin ülkeyi cehenneme çevirmiş olmasının sonucu."
12 Ağustos 2021 15:00
Afganistan’dan Türkiye’ye göç vesilesi ile bu ülke ve Taliban konusu yeniden gündeme geldi. Malum, yirmi yıl önce de 11 Eylül olayı nedeniyle dikkatler bu bölgeye çevrilmişti. Hiç unutmuyorum, 11 Eylül gece yarısından sonra Kabil’e yapılan roket saldırısını bizim gazeteciler, kovboy filmi kafasıyla ABD operasyonu sanmıştı, geç saatlerde üstelik büyük bir haber kanalına telefonla bağlanan ve bu konuları iyi bilen Suriyeli gazeteci Hüsnü Mahalli, bunun Kuzey İttifakı güçleri tarafından yapılan, beklenen bir saldırı olduğunu söyledi de olay yarım yamalak da olsa anlaşıldı. Zira 9 Eylül’de Kuzey İttifakı’na dahil cihatçı liderlerden Şah Mesut bir suikasta uğramıştı ve saldırı buna karşı bir tepkiydi. 11 Eylül’e kadar Afganistan’da neler oluyor diye merak eden yoktu. Belli ki, geçen bunca zaman içinde hâlâ pek merak eden olmamış. Taliban ile IŞİD’i karıştıran mı ararsınız, Türkiye’ye gelenlerin Taliban olduğunu sanan mı, hepsi var. Kimse kim, bizi ilgilendiren yeni bir göçmen dalgası diyebilirsiniz. Ben yine de meraklısı için Afganistan nasıl bir yer, Taliban kimdir nedir, biraz malumat sahibi olalım diyorum.
Biraz malumat sahibi olursak, mesela Türkiye’ye göç edenlerin Taliban mensubu olma ihtimalinin çok düşük olduğunu anlayabiliriz. El Kaide’ye ev sahipliği yapmış olsa da, Taliban küresel ölçekte cihat faaliyeti gösteren bir örgüt değil, Afganistan’ı yönetmeyi hedefleyen bir güç. Türkiye’ye gelenlerin büyük çoğunluğunun Türkiye’nin uzun zamandır irtibatta olduğu Özbek komutan Raşid Dostum’a bağlı ve Türkmen-Özbek asıllı topluluklara mensup olduğu anlaşılıyor. Öyle olduğu için de iktidarın bu göç dalgasından pek rahatsız olmadığını varsayabiliriz. Oluşturacağı ucuz iş gücü bir yana, bu göç dalgalarının siyasal-demografik boyutunu konuşmak gerekiyor. Suriye’den gelenler ölçeğinde olmasa da, bu tür insan hareketlilikleri Türkiye’de öncelikle Sünni, sonra da Kürt olmayan nüfus dengesine tesir ediyor.
Özellikle Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin dış politikasında Sünni-Türk eksenli öncelikler ağır basmaya başladı. Turgut Özal döneminde Bulgaristan’dan göç eden Türk asıllılar, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra Orta Asya Türki Cumhuriyetleri ve Azerbaycan’a ilişkin politikalar, Birinci Körfez Savaşının ardından Irak Türkmenleri ile kurulan ilişkiler, Afganistan’da Raşid Dostum güçlerinin Türkiye ile bağlantısı bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu yönde dış siyaset kuşkusuz, öncelikle demografik olmaktan ziyade, Türkiye’nin bölgesel çapta siyasal ve ekonomik gücünü artırmayı amaçlıyordu. AKP döneminde fazladan, Arap dünyası ile ilişkiler Müslüman Kardeşler’e destek çerçevesinde şekillendi. Bu noktada iddia edildiği gibi söz konusu olan sadece AKP’nin ideolojik tercihleri doğrultusunda Batıdan kopması değildi. Tam tersine, başlangıçta AKP iktidarı ABD ve Batı bloku tarafından bu istikamette destekleniyordu.
Afganistan’a ilişkin dış siyaset de, yukarda hatırlattığımız gibi, AKP öncesi dönemde şekillendi ve son olarak Türkiye’nin Afganistan’da inisiyatif almak istemesi de bu iktidarın Batı’ya yanaşma çabaları çerçevesinde gündeme geldi. Nitekim Suriyeli göçmenlerin Avrupa’ya akın etmekten alıkonmak üzere Türkiye’de barındırılması için daha yeni teşekkür aldık. Dünya böyle bir dünya, tüm bu gelişmelerin Türkiye’de yaşayanları ve geleceklerini nasıl etkileyeceğini düşünen yok, artık bu gerçeği herkes açıkça gördü. Tam da bu nedenle, iktidarın politikalarını doğru dürüst eleştirmek için bu genel tabloyu iyi kavramak gerekiyor. Öncelikle Afganistan’da durum nedir, Taliban kimdir, kısa bir hatırlatma yapalım.
Ne yazık ki, 11 Eylül’ün ardından gündeme geldikten sonra bile Afganistan ve Taliban üzerine –bırakın telif eserlerin seviyesini ve kıtlığını– Ahmed Raşid’in İslamiyet, Petrol ve Orta Asya’da Yeni Büyük Oyun başlığı ile 2001 yılında Everest Yayınevi tarafından çevrilen kitabı (Taliban Islam, Oil and the New Great Game in Central Asia, Tauris, 2000) dışında doğru dürüst kitap çevirisi bile yok. Bu kıtlık içinde Raşid’in kitabı iyi bir özet sayılabilir. Gelin görün ki, Pakistan kökenli gazeteci ana akım Batı medyasının öne çıkardığı diğer pek çoğu gibi, mevzuyu genel kabul görmüş belli klişeler çerçevesinde değerlendiren birisi. Söz konusu Afganistan olunca, bu klişelerden biri, zamanında Sovyetler Birliği’ne yakın bir rejimin kurulması karşısında İslamcı muhalefetin yükselişini bu coğrafyanın kaderi olarak görmek. Bir diğeri, İslamcılığı bu toplumun hoşgörülü, çoğul, Sufi meşrep ‘gerçek’ din anlayışından sapmış bir melanet olarak görmek. Bir adım ötesinde, siyasal İslamcılığın en çok da dışardan, Müslüman coğrafya içinde yaşanan siyasi çıkar, rekabet ve iktidar oyunları çerçevesinde beslenmiş olduğunu vurgulamak. ABD ve Batı dünyasının Soğuk Savaş döneminde Afganistan’da Sovyetler’e karşı İslamcı grupları desteklemiş olduğu gerçeğine şöyle bir değinip geçmek, enerji yolları hesaplarına değinmek ama işi döndürüp dolaştırıp Pakistan gizli servisine ve daha genel planda Suudi Arabistan-İran, Sünni-Şii rekabetine yıkmak.
UNICEF Afganistan danışmanlığı yapmış gazeteci Michael Griffin’in Afganistan arka planında daha ziyade El Kaide’ye yoğunlaştığı, Kasırga Biçmek başlıklı, Batı ana akım medyasında övmelere doyulamayan kitabı da (Reaping the Whirwind Afghanistan, Al Qa’ida and the Holy War, Pluto Press, 2001) aynı çerçevede görülebilir. Bu yaklaşım, sadece Afganistan’a değil, geniş Ortadoğu’ya ilişkin yorum ve kitapların pek çoğu için geçerli. Tabii diğer uçta da, bu coğrafyada ters giden ne varsa hepsini emperyalistlerin bir oyunu olarak gören yaklaşımlar var. Onlar konumuz dışında; bizim açımızdan en önemlisi, Batı ana akım medya ve siyaset söylemlerinin Afganistan’ın bugüne gelmesinde oynadıkları rolü mümkün mertebe göz ardı etme çabasının ötesinde, Taliban dışındaki siyasi aktörleri temize çekme çabaları. Bunlar önemli, çünkü her şeyden önce Afganistan’da halihazırda ayakta tutulmaya çalışılan rejimin aktörlerinin çoğunun dünya görüşlerinin Taliban’dan farkı sanıldığından daha az.
İç savaş yüzünden 1992’den sonra, o zamana kadar Afganistan’da ‘geleneksel İslam’ anlayışının ‘çok hoşgörülü’ olduğunu, 1979’da bile geleneksel ulemanın Afgan cihatçılarına katılmadığını belirten Ahmed Raşid (s. 84-85), “Afganistan’da Taliban’dan önce İslamcı aşırılığın asla yaygınlaşamadığını” iddia ediyor. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilmesinin ardından yönetimi ele geçiren ‘mücahit güçler’ için, “onlar da radikal İslamcı ama Taliban ile kıyaslanınca daha modern ve ilericiydi” (s. 86) diyor. Ancak gerçek bu değil; Afganistan’da 1979 Sovyet işgaline karşı radikal İslamcı hareketlerin gelişmesi Batılı ülkeler ve onların bölgesel müttefikleri, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın desteğiyle oldu. Dahası, 11 Eylül vesilesiyle dünyanın dikkati Taliban’a yoğunlaşmadan önce, mücahit güçler arasında korkunç bir didişme ülkeyi yaşanmaz hale getirdi. Taliban’ın 1995’te Kabil’i ve iktidarı ele geçirmesi bu koşullarda gerçekleşti.
Halihazırda Kabil’de başta ABD, Batı dünyasının desteğiyle kurulan rejim çok başlı ve karmaşık bir koalisyona dayanıyor. Tam da bu nedenle bir türlü dikiş tutturamıyor; işin içinde etnik, mezhep ayrışmaları üzerine kurulan güç dengeleri olduğu gibi, daha önemlisi, merkezî bir idareye karşı mücadele eden, her biri kendi gücünü pekiştirmeye çalışan ve rant kavgası içinde olan pek çok güç var. Dışardan bunca desteğe rağmen Afganistan’da merkezî ordu ve güvenlik güçlerinin bu denli aciz olmasının nedeni bu. Diğer taraftan bu nedenle dış ekonomik yardımlar da ülkenin ekonomisini güçlendirmek yerine kapanın elinde kalıyor. ABD’nin Afganistan’a müdahalesinin üzerinden yirmi yıl geçmesine karşın Taliban’ın hâlâ bu denli güçlü olması mevcut rejimin bu zaaflarının bir sonucu. Tam da bu nedenle, ABD dahi Taliban ile müzakere yolu aramak zorunda kaldı ve daha da kalacak.
Ahmed Raşid ve Michael Griffin’in kitapları da dahil olmak üzere Batı ana akım medya-siyaset klişeleri Afganistan’da asıl sorunun Taliban olduğunu ileri sürse de, Taliban’ın en başta güç kazanması da, şimdilerde gücünü artırmış olması da mevcut rejimin ülkeyi cehenneme çevirmiş olmasının sonucu. Nitekim, Raşid ve Griffin de Taliban’ın ilk ortaya çıkışının ve güç kazanmasının nedeninin o dönemde Afganistan’da yaşanan şiddet ve kaos ortamından kurtuluş umudu olduğunu teslim ediyor. (Raşid, s. 21) Griffin, Taliban’ın yükselişinin “insan haklarına karşı barış ve güvenlik seçeneğinin ağır basması”nın sonucu olduğunu ifade ediyor. Dahası, Özbek kumandan Raşid Dostum ve diğer mücahit komutanların insan hakları ihlallerinin Taliban’dan daha fazla olduğunu, Taliban döneminde kadınlara kötü muamelenin yaygınlığına karşın tek bir tecavüz olayının yaşanmamış olduğunu belirtiyor (Griffin, s. 8). Taliban’ın 2001 öncesi ve sonrasında farklı bölgelerinde güçlenmesine ilişkin bir dizi makaleden derlenen Decoding the New Taliban Insights from the Afghan Field (Antonio Giustozzi, London, Hurst&Company, 2009) başlıklı çalışma da, şiddet ve güvensizlik ortamında Taliban’ın Kabil’deki yönetime karşı tepkilerden beslendiğine işaret ediyor.
Bu gerçekler Taliban düzeninin ne kadar iyi olduğunun değil, Afganistan’ın 1995 öncesi ne kadar kötü durumda olduğunun göstergeleri. Benzer bir durum 2001’de ABD müdahalesinden sonra kurulmaya çalışılan düzen için de geçerli. Bu dönemde, yukarıda işaret ettiğimiz gibi merkezî bir yönetimin kurulamamasının nedenleri ve sonuçları, ’90’lı yıllardan itibaren ‘savaş lordları’ denen mahalli, etnik, mezhebi eksende güçlenen milislerin keyfi idarelerine ve insan hakları ihlallerine, fazladan başta ABD olmak üzere yabancı askerlerin ve özel güvenlik şirketlerinin milis güçlerinin suiistimallerinin eklenmiş olması. Sadece ana akım Batı medyasına yansıdığı kadarıyla ve insan hakları kuruluşlarının raporlarına göre bile, Taliban’a karşı askerî müdahaleler esnasında hayatını kaybeden sivillerden yargısız infaz ve işkence merkezlerine, yerel ve yabancı güçlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri tecavüz ve kötü muamele skandallarına, Afganistan’da nasıl bir ortamın olduğunu tahmin etmek zor değil.
Tüm bunlar Afganistan’ın zaten ‘ümitsiz vaka’ bir ülke olduğu izlenimi vermemeli. Geleceğe ilişkin fikir üretmek için geçmişi gözden geçirmek bu açıdan önemli. Yoksa “burası zaten öteden beri, etnik, dinî ve feodal zeminde parçalanmış bir ülke, böyle gelmiş böyle gider” anlayışına savrulmak işten bile değil. Nitekim 2001 ABD müdahalesi sonrası kurulmaya çalışılan düzen bu bakış açısından hareketle, Taliban’a karşı mücadele eden güçlerin koalisyonu etrafında şekillendi. Afganistan’ın kendine mahsus coğrafi ve demografik yapısı bir yana, 19. yüzyıl sonlarına sarkan geç modernleşme sürecinin modern manada merkezî bir siyasal yapının kurulmasını zorlaştırmış olduğu bir gerçek. Ancak pek çok benzer durumda olduğu gibi, Afganistan’da da mesele feodal kimlik ve yapıların zamana dayanıklı olmasından ziyade, bunların özellikle Soğuk Savaş siyasetleri çerçevesinde yeniden üretilmiş ve pekiştirilmiş olmaları. Robert D. Crews’ın Afganistan üzerine çalışması (Afghan Modern: The History of a Global Nation, Harvard University Press, 2015) büyük ölçüde dar bir çerçevede kalsa da, bu ülkede modernleşme dinamikleri hakkında fikir vermesi açısından önemli. Crews İslamcı yönetimler öncesi Afganistan’ını romantik-nostaljik çerçevede resmeden yazarlardan değil. 1973’te Zahir Şah’ı deviren ve cumhuriyet ilan eden darbe öncesinden itibaren bu ülkenin küresel değişimle irtibatlı dönüşümünün serinkanlı bir özetini veriyor. Ardından 1978’de Sovyet yanlısı bir rejimin kurulması hikâyesinin de Soğuk Savaş döneminde resmedilen tablodan daha karmaşık bir süreç olduğunun anlaşılması gerektiğini ileri sürüyor. (s. 234) Afgan toplumunun muhafazakâr ve dinî yapısı dolayısı ile, bu rejimin yıkılmaya mahkûm ve tamamen Sovyetler’in projesi olduğu yaygın fikrinin, ülkenin feodal/muhafazakâr yapısının değişmez bir özellik olduğu gibi bir ön kabule dayandığını ileri sürüyor. (s. 233) Sosyalist rejim güzellemesi yapmak şöyle dursun, bu rejimin sorunlarına işaret ediyor, hatta Sovyetler Birliği’nin yerli rejimin liderliğini yetersiz bulduğuna işaret ediyor. Dahası, sosyalist rejimin de dini siyasallaştırdığına değiniyor. Ancak bu sürecin modernleşme dinamikleri çerçevesinde anlaşılması gerektiğini ifade ediyor. 1983’te 8 Mart Kadınlar gününün sekiz bin kadının katılımı ile kutlandığını ve kadın hareketlerinin seçkin sınıfın dışına taşmaya başladığını belirtiyor. (s. 249) Dünyanın Afganistan’ı 1988’de Rambo III filmi ile tanıdığı yıllarda feminist örgütlerin cihatçı partilerin hak ihlallerinden şikâyetlerini hatırlatıyor. (s. 262)
Afganistan’da Taliban’ın yükselişine kadar yakın tarihine ilişkin Before Taliban Geneologies of the Afghan Jihad (University of California Press, 2002) kitabının yazarı, antropolog David B. Edwards bu süreci üç farklı lider portresi çerçevesinde anlatmaya girişiyor. Bu süreci anlamak açısından ciddiye alınması gereken bir çalışma, ancak Adrews, Afganistan’a dair Crews’ın sözünü ettiği ön kabulleri büyük ölçüde benimsemiş bir akademisyen. Edwards kitabının başında oryantalist bakış açısına eleştirel bir giriş yapmasına karşın, 20. yüzyıl başlarında Amanullah Han önderliğinde girişilen modernleşme çabalarının bu ülkenin gerçeğinden ne denli uzak olduğunu, Amanullah Han ve arkadaşlarının ’20’li yıllarda tenis raketli ve bir kıyafet balosundaki fantastik fotoğrafları ile altını çizer bir üsluba sahip. Nitekim, özellikle komünist lider Nur Muhammed Taraki portresi çerçevesinde, Amanullah Han modernleşmesine benzer şekilde, komünist idarenin de “Afgan halkının ihtiyaç ve özlemlerini” ne kadar yanlış anlamış olduğunun altını çiziyor. (s. 57) “Taraki’nin Halk Partisi’nin Amanullah Han döneminin hatalarını tekrarladığını ve bunlardan birinin kadın haklarını öne çıkarmak olduğunu” (s. 83-84) bile ileri sürebiliyor.
Kral Amanullah, yazlık sarayındaki tenis kortunda. 1920'ler.
Ne yazık ki, malum, bir yandan yabancı oldukları bir toplumun gerçek ihtiyaçlarının ve özlemlerinin ne olduğunu en iyi bilme iddiası, diğer yandan Batı dışı coğrafyada yaşananları sabit kültürel kodlar çerçevesinde anlama/anlatma ısrarı biçiminde tezahür eden yeni-oryantalist yaklaşımlar Afganistan üzerine yazılıp çizilenlere özgü değil. Bu çalışmalardan pek çok şey öğrenmek mümkün ancak genel perspektiflerinin pek çok durumda yanıltıcı olduğunu akılda tutmak şartıyla. Özellikle, genel olarak Müslüman coğrafyada siyasal İslamın yükselişine dair yaygın analiz ve yorumların çoğunluğu, İslamcı hareketleri bu coğrafyanın modernleşme süreçlerine karşı ‘doğal’ veya başka bir deyişle ‘kaçınılmaz’ tepkisi olarak tanımlamakta. Aynı nedenle siyasal İslamın yükselişinde küresel siyasal çatışmaların ve stratejilerin rolü arka planda tutulmakta. Afganistan başta olmak üzere, Müslüman coğrafyada radikal İslamcılığın yükselmesinin “emperyalizmin bir oyunu olduğu” sığlığından kaçarken, bu tür neo-oryantalist kültürselcilikten de uzak durmak lazım.
Afganistan’a Sovyet müdahalesi sonrasında ABD öncülüğünde girişilen cihadın hikâyesi iyi bilinen ve üzerine pek çok şey yazılmış bir konu. Özellikle 11 Eylül sonrasında ABD’nin kendi yarattığı Frankenştayn konusu çok işlendi. Yine de bu süreçte yaratılan Frankenştayn’ın Taliban’dan veya ona katılan diğer radikal İslamcı gruplardan ibaret olmadığı, asıl ülkeyi felakete sürükleyenlerin dışardan desteklenen mücahit lider ve milisler olduğu gerçeği hâlâ gölgede kalan, önemli bir konu. Önemli, çünkü 2001 müdahalesinden sonra ABD ve Batı ülkelerinin Afganistan’da destek verdikleri güçler, Karzai, Gani, Muhammed Muhammed gibi Batı’ya hoş görünen bir iki lider arkasında oldukça karanlık bir yapı.
Afganistan’da yaşananları bu çerçevede değerlendirirken, özellikle şimdilerde Batılı güçler radikal İslamcılığın sebebini bölgesel güçlere, özellikle Suudi Arabistan ve Pakistan’a yüklerken, bu ülkelerin Soğuk Savaş döneminde en güçlü ABD/Batı müttefikleri olduğu gerçeğini büyük ölçüde tartışma dışında tutuyorlar. Bu önemli bir karartma noktası, ancak tüm sorumluluğu Batılı emperyalist güçlere yükleyenler de, bu ülkelerin fazladan kendi çıkarları doğrultusunda stratejiler izlediklerini görmezden gelme eğilimindeler. Soğuk Savaş dönemi boyunca ve özellikle İran İslam devriminden sonraki dönemde Suudi Arabistan’ın Vahhabi, Sünni, İslamcı ideoloji ihraç etme stratejisi bir gerçek. Daha önemlisi, Pakistan’ın bölgesel çatışma ve güç mücadeleleri çerçevesinde Afganistan’da izlediği siyaset. Pakistan’ın Afganistan’daki gelişmelere yakın ilgisinin bir nedeni, komşu ülke olmanın ötesinde, Afganistan’ın çoğunluğunu teşkil eden Peştunların yaşadığı ve Pakistan’ın kuruluşundan beri merkezî yönetimin denetimine direnen ve kısmi özerkliğe sahip Kuzey Batı bölgesinin (North Western Provinces) sürekli bir baş ağrısı olması. Diğer önemli bir etken, Pakistan-Hindistan çatışma hattında, Afganistan’da Hindistan’a yakın bir yönetimin tehdit olarak algılanması ve son olarak Hindistan ile en önemli çatışma konusu olan Keşmir bölgesinde siyasal İslam üzerinden müdahale alanı yaratma çabaları.
Pakistan devleti kurulduğu anda Soğuk Savaşın Batı ittifakına dahil olmasına karşın, Hindistan ABD/Batı’nın tehdit olarak gördüğü Bağlantısızlar Hareketi içinde yer alıyordu. Özellikle 1973’te Afganistan’da krallığın devrilmesi ve daha sonra Sovyet yanlısı iktidarın kurulması Pakistan’ı fazlasıyla rahatsız etmişti. Nitekim Pakistan, üstelik de seküler bir siyasetçi olarak görülen Zülfikar Ali Butto döneminde, yeni rejime karşı İslamcı muhalefeti barındırma ve destekleme siyasetini devreye soktu. Butto’yu deviren ve idam ettiren Zia ül-Hak darbesinden sonra, bu siyaset Batı desteğiyle doruk noktasına ulaştı. Bu dönemde sadece Sovyetler’e karşı savaşan yerel mücahit güçleri değil, dünyanın dört bir yanından Afganistan ‘cihat’ına katılmak üzere ABD ve Suudi Arabistan tarafından devşirilen radikal İslamcı milisler Pakistan’da kurulan medrese ve askerî kamplarda yetiştirildi. Diğer taraftan, ‘küresel cihat’ kavramı bu çerçevede gelişmiş oldu, buralarda yetişen ve Afganistan’da savaşan İslamcı militanlar Soğuk Savaş dönemi bitişinden sonra da, Sovyetler’in çözülüş sürecinde Çeçenistan ve Bosna başta olmak üzere Rusya karşıtı cephelere gittiler. Orta Asya Türki Cumhuriyetleri’nde radikal İslamcı muhalefet güçleri de bu çerçevede desteklendi.
Türkiye’nin Afganistan’a ilgisinin geçmişi Birinci Dünya Savaşı döneminde kadar geri gitse de, uzun bir aradan sonra özellikle Soğuk Savaş dönemi sonrası yeni dünya düzeninde, Turgut Özal’ın başlattığı enerji yolları üzerinden ve bölgesel güç olma yönündeki siyasal arayışlar çerçevesinde gelişti. Bu konu üzerine pek çok çalışma gibi, Griffin’in kitabının bir bölümü de, Afganistan’ı içine alan ve Kafkasya dahil bu bölgede “yeni büyük oyun” denen güç ve rekabet ilişkileri çerçevesinde ABD, Rusya, İran, Suudi Arabistan, Pakistan ve Türkiye’nin devreye girmesine “Yeni Emirlikler” (s. 92) başlığı altında bir bölüm ayırmış. Malum, Türkiye 11 Eylül 2001 sonrası Afganistan’da Taliban’a karşı ABD önderliğinde yapılan NATO müdahalesinin, mesafeli de olsa müttefik güçlerinden biriydi. Şimdilerde Kabil havaalanının korunmasını üstlenme konusu bu geçmişle uyumlu, Batı müttefiki bir siyaset çizgisinin devamı. Taliban ile müzakerelerde aktif rol oynama hevesi de, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, yine ABD’nin başlatmak zorunda kaldığı süreç içinde öne çıkma çabasından başka bir anlam taşımıyor.
Kuşkusuz, Afganistan’da ve bölgede 2001 sonrası pek çok gelişme yaşandı. 11 Eylül sonrası, ABD Pakistan’ı Taliban rejimine ve dolayısı ile El Kaide’ye destek vermekle suçlamış, o dönem iktidarda olan Pervez Müşerref’e “ya bizden yanasın, ya düşmandan” resti çekmişti. Bu süreci, özellikle Pervez Müşerref’in 2006’da In the Line of Fire: A Memoir (Ateş Altında) başlığı altında yayınladığı anılarından etraflıca öğrenebiliriz. Maalesef, Türkiye’nin özellikle Ortadoğu siyaseti çerçevesinde ABD ile ilişkilerinde yaşadığı gerilimler açısından oldukça zihin açıcı bir kaynak olan bu hatırat Türkçeye çevrilmiş değil. Oysa 1997’de Taliban rejimini resmen tanıyan Pakistan’ın 2001’de terörü destekleyen ülke konumuna düşmesi Türkiye’nin başta ABD olmak üzere Batılı müttefikleriyle birlikte Arap Baharı sırasında izledikleri ve bu sürecin temel aktörü Müslüman Kardeşler’e ilişkin siyasetinin ters dönmesine benziyor.
Pakistan Dışişleri bürokratı ve 1996-2000 yılları arasında Afganistan özel temsilcisi, 2000-2005 yılları arasında Rusya Federasyonu Pakistan Büyükelçisi S. İftikar Mürşed’in anıları (S. Iftikhar Murshed, The Taliban Years, London: Bennet & Bloom, 2006) da, Pakistan’ın Taliban’a yönelik siyasetini resmî açıdan, ancak Batı kaynaklarında göz ardı edilen yönleri ile değerlendiriyor. Afganistan’a ilişkin önemli bir rol oynamaya kalkışan bir ülkede, bu ve buna benzer yayınların eksikliği, tekrar gündeme gelen Afganistan konusuna ne kadar uzak olduğumuzun bir göstergesi.
Geçmiş bir yana, bu bölgede yaşanan gelişmelerin güncel takibini de iyi yapmak gerekiyor. Pakistan’da halihazırda iktidarda olan İmran Han yönetimiyle Türkiye’nin arası iyi gidiyor, ancak ünlü, eski bir kriket oyuncusu ve İngiliz sosyete hayatının renkli şahsiyeti İmran Han şimdilerde ülkesinde ve bölgede radikal İslamcılığı desteklemekle suçlanıyor. Olgun bir yaşta “imanını keşfeden” ve İslamcı çevrelere yakınlaşan İmran Han aslında Pakistan ordusunun desteğiyle iktidara geldi. Pakistan’a ilişkin asıl sorun, Türkiye örneğinde olduğu gibi bir ayağının Batı ittifakında olmasına karşın, alternatif güç arayışı içinde olması. Diğer taraftan, bu bölgede Batı ittifakı açısından Sovyet tehlikesinin yerini Çin’in aldığını biliyoruz. Bu açıdan ABD, Hindistan-Çin rekabeti çerçevesinde, otokrat Modi yönetimi ile ilişkilerini fazlasıyla önemsiyor. Bakalım Türkiye’de mevcut rejim bu karmaşık çerçevede nasıl yol alacak, izleyip göreceğiz. Ama izlerken, meraklısına bu gelişmelerin geçmişine ve karmaşıklığına dair biraz daha fikir sahibi olalım diye birkaç kitap çerçevesinde hatırlatmalar yapmak istedim.
•