Kendine Tapan Kadın: “bütün buutları ile hakiki bir hayat”

"Suat Derviş sosyalist olduktan sonra da aşk romanları yazmayı bırakmamıştır. Bunların en önemlilerinden biri, 1947’de tefrika edilen Kendine Tapan Kadın’dır. Bireylerin yaşantılarındaki karmaşalara, karanlıklara odaklanan bir aşk romanıdır bu, aynı zamanda da her şeyin, en yakın duyguların bile alınıp satıldığı bir dünyada iç dünyaların ne hale geldiğinin incelikli ve hüzünlü bir hikâyesi…”

16 Şubat 2021 13:18

Suat Derviş’in roman kişilerinin en önemli özellikleri çok boyutlu olarak kurgulanmış olmalarıdır. Bu kişilerin geldikleri sınıf, aile kökenleri hayli baskın olmakla birlikte sadece bir sınıfı temsil eden karton tipler değillerdir, sınıfsal özellikleri kadar iç dünyaları, kişilikleri, psikolojik halleri ve onları tanıdığımız, romanların anlatı zamanlarından önceki yıllarda başlarından geçenler de aktarılır. Derviş’in romanlarında kadın karakterler çok daha öndedir, ama bu saydığım özellikler nispeten daha arka planda kalan erkek roman kişileri için de geçerlidir. Bu kadınlarla erkekleri çoğu zaman karşı cinsten biriyle (bazen birden fazla kişi de söz konusudur) girdiği çatışmalı duygusal ilişki içerisindeyken tanırız.  Beri yandan onları somut birer insan olarak algılamamızı sağlayan karşılarındaki adam ya da kadınla girdikleri çatışmalar kadar kendi iç çatışmaları ve iç çelişkileridir.

Suat Derviş yaşadığı dönemdeki farklı toplumsal sınıfların yaşayışlarını çok iyi bilen bir yazardır. Varlıklı bir aileden geldiği için bu çevreyi, gazeteciliği nedeniyle toplumun en alt kesimlerini yakından tanımıştır. Gazeteciliğe başlamadan önce yazdığı romanlarda işçiler yok gibidir, belirli bir çevrenin insanlarının, özellikle kadınlarının hikâyelerini romanlaştırmıştır bu dönemde. Beri yandan sosyalist olduktan sonra da aşk romanları yazmayı bırakmamıştır. Bunların en önemlilerinden biri, 1947’de tefrika edildikten yetmiş yıl sonra 2018’te ilk kez kitap olarak yayımlanan Kendine Tapan Kadın’dır.

Suat Derviş’in romanlarında duygusal ilişkiler çoğu zaman bir çatışma, hatta savaş gibi yaşanmaktadır. Özellikle Kendine Tapan Kadın’da bu çok belirgindir, öyle ki sevilen insandan açıkça “düşman” diye söz edilir.

“Onun manevi şahsiyetini sevmiyordu. Onun ruhunun ve karakterinin kendisinin başlıca düşmanı olduğunu hissediyordu. Günün birinde onun felaketini yaratacak olan şey Vahdet’in bu ruhî, bu manevi tarafı, bu karakteri olacağından da emindi.” (KTK, s. 19 – Vurgu eklenmiştir.)

Yeğlenen terminoloji bahsedilenin bir duygusal ilişkiden çok bir muharebe olduğunu düşünmemize neden olabilir.

“Karşısındaki hasımla boy ölçüşemeyecek kadar zayıf olduğunu […] anladığı için açıkça hilesiz olarak ve hiçbir şart koşmadan silahlarını terk edivermişti ve büyük bir teslimiyetle mağlubiyeti kabul etmişti.” (KTK, s. 33 – Vurgu eklenmiştir.)

İki ayrı duygusal ilişkinin, biri erkek öbürü kadın “mağlupları” karşılaştıklarında aralarında doğan yakınlığın ifadesinde de gene savaş terminolojisinden yararlanılması dikkat çekicidir.

“Bu bombardıman edilmiş bir şehirden kaçıp bir yere barınanların birbirlerine karşı duyduğu yakınlık gibi bir şeydi.” (KTK, s. 47 – Vurgu eklenmiştir.)

Bir başka örnek:

“Onun hayatında tek kadın arkadaşı olmamıştı. Kadınlar onun için karşı taraf, düşman cephe, barikatın ötesiydi. Onlar mücadele edilir, yenilirler ve esir edilirlerdi.” (s. 286)

Kendine Tapan Kadın’ın 2. Dünya Savaşının hemen ardından 1947’de Gece Postası’nda tefrika edildiği düşünülürse savaş terminolojisinin bu denli yaygın olması anlaşılabilir sanırım.

Suat Derviş’in roman kişileri, özellikle kadınlar kendi içlerine dönüp bakmaktan çekinmezler. Biraz da başlarına gelenler buna neden olur. Erkekler iç dünyalarında bir şeylerden rahatsız olsalar da bunun peşinden kadınlar gibi gitme cesaretini daha nadir gösterirler, bazen de bu rahatsızlığı sorgulamak yerine hissettiklerinin basıncıyla karşılarındaki insana kötü davranırlar. Kendine Tapan Kadın’daki Vahdet böyle biridir.

“Nazan’ın her şeyi kabul eden kalbi, ona kendi ruhunun ve egoizminin çirkinliğini gösteren bir ayna gibi onu rahatsız ediyordu. […] Onun tarafından kendisine kötü muamelenin yapılmasını, hakaret edilmesini, onu küçültecek ve ikisini bir seviye üzerine tespit edecek bir jestin ortaya gelmesini bekliyordu.” (s. 129)

Vahdet’ten gelen her türlü olumsuz tavır ve sözü, bunlar canını ziyadesiyle acıtsa da kabul eden Nazan’ın bu tutumu devam etmeyecektir. Başına gelen tatsız ve gergin bir olay (Vahdet’le ilgisi yoktur) onun bir aydınlanma yaşamasına neden olur. Nazan’ı, duyguları, tutumları değişebilen bir kişi olarak kurgulayan Suat Derviş, Vahdet’i, kişiliği daha sabit ve katı biri olarak çizmiştir. Bunun nedeni cinsiyet farkı değildir; romandaki bir başka kadın, Sârâ da çok farklı değildir Vahdet’ten.

“Daha bir gece evveline kadar kendisine karmakarışık bir muamma gibi görünen bu adam, şimdi [Nazan’ın] nazarlarında birdenbire basitleşmişti. […] Faydasız bir adamdı. Ve hiçbir şeyden istifade etmesini bilmeyen bir adam… Kurak bir toprak gibi sıkıntıdan bunalıp çatlayan bir ruhu vardı. […] Birinci defa olarak içindeki benlik onun bu kabalığına omuz silkmişti.” (s. 134, 135, 136 – Vurgu eklenmiştir.)

Suat Derviş’in romanlarında “birinci defa” sözünü sıklıkla kullandığı dikkat çekecektir. Bu, kuşkusuz bugün pek kullanmadığımız, yerini “ilk defa”ya bırakmış bir kalıp olmasından ötürü. Bununla beraber “birinci defa”ların bir başka önemi var. Roman kişilerinin akıp giden hayatlarında bir şeyin değiştiğinin, eskisi gibi akmadığının, bir yatak ya da debi değişikliğinin ifadesi. Olaylar (gerek kişilerin iç dünyalarında gerekse başkalarıyla ilişkilerinde) artık başka türlü cereyan ediyordur; kişi daha önce gördüğünden başka türlü görüyordur, başka türlü tepki veriyordur.

Nazan’ın az önce sözünü ettiği aydınlanması başına gelen olayda ölümden kıl payı kurtulmuş olmasının bir sonucudur.

“Yaşamasını seviyordu. Ve ölümden kurtulan varlığı, onda hayatta evca [sancı] veren her şeye karşı bir korunma insiyakıyla şahlanıyordu. Bu insiyakın şekil şekil silahları vardı. Bunlardan bir tanesini ve en acısını istihza, ikincisi, daha sert ve kaba olanı istihkardı [hor görmeydi]. Kendisini mütemadiyen ağlatmak isteyen ve hem de ortada bir sebep yokken ona bunu yapan adamı ciddiye almak ona abes geliyordu.” (s. 136)

Vahdet’in Nazan’da hoşlanmayıp kızdığı genç kadının sevme biçimidir. “Kendini olduğu gibi ver[en], hiçbir gizli tarafı, kendini oyalayacak bir ruh sırrı, bir varlık ve yaradılış entrikası olma[yan] […] bir kadın bir erkek tarafından, hem de kendi gibi bir erkek tarafından nasıl olur da sevilmesini isterdi?” (s. 146) Bu nedenle, ilk başta Sârâ ona daha sevilesi görülür. Onu sevmenin bir felaket olacağını düşünür, “Sevince böyle bir bela sevmeli!” diye geçirir içinden.

“Onda birbiriyle tezat halinde görünen iki bariz hususiyet vardı. Bunlardan biri […] insanda arzu uyandıran vücudunun çok şey vaat eden ifadesi ve ikincisi […] gözlerinin soğuk, katı, uzak hissiz bakışları ve yüzünün hiçbir duygu anlatmayan lakayt, âdeta ölü çizgilerinin hareketsizliğiydi.” (s. 149)

Romanlarında kişilerin içsel yaşantılarını önemseyen Suat Derviş, içerideki küçük hesapları da görmezden gelmez. Nazan, Sârâ’nın eski nişanlısı Demir’in dehşet dolu planını hayata geçirmemesi için elinden geleni yapar, fiziksel olarak zarar görmeyi bile göze alır. Bu tutumu genç adam tarafından yüce gönüllülük olarak değerlendirilecektir. Okur olarak bizde de ilk başta oluşan düşünce budur. Genç adamın başındaki felaketi hissetmiş, ona empati duymuştur. Oysa Suat Derviş daha derinlerdeki hesabı da ortaya serer. Çıkacak rezaletten çekinmiştir Nazan. “Sonunda hakikat meydana çıksaydı dahi ilk günlerde böyle bir rezaletin gazete sütunlarını nasıl işgal edeceğini tahmin ediyordu.” (s. 163) Kaldı ki ödemek zorunda kalabileceği bedelin bütünüyle farkında olarak hareket etmemiştir. “Nazan hiçbir kimseye böyle bir iyiliği bu kadar yüksek bir pahaya, hayatı pahasına yapmak isteyecek kadar diğerkâm olmadığını biliyordu.” (s. 164)

Roman kişisinin herkesten sakladığı içerilerdeki hesapları, korkuları kendisine itiraf etmesi onun kendisiyle ilgili her şeyi bildiği, her şeyin farkında olduğu anlamına gelmez. Kafası karışıktır, bir şeyleri farkında olarak yapsa da, pek çok hareketi içgüdüseldir. Bununla birlikte araştırmaktan, daha derinlere bakmaktan kaçınmazlar. En azından hangi dehlizlerin ışıksız olduğunu iyi kötü bilmektedirler. Düşünerek yanıt bulmalarının mümkün olmadığı noktalardır bunlar, yine de kafa yorarlar, iç sarsıntıları, dalgalanmaları tahlil etme çabaları süreklidir.

“Hayatın kıymetli bir şey olduğunu idrak ettiği andan beri onu kıymetine layık bir seviyeye yükseltmek ve onu kısalığı içinde şayanı alaka yapmak için birtakım şeylere ihtiyaç duyduğunu biliyordu. Bunlar ne idi? Bilmiyordu. Sadece şimdiye kadar geçirdiği hayatın pek manasız ve pek boş olduğunu hissediyordu.” (s. 164)

“Onu hiç sevmiyorsa, neden şimdi ağlamak ihtiyacı hissediyordu. Eğer onu hiç sevmiyorsa neden biraz evvel onun kolları arasında bütün eski kırgınlıklarını, eski hınçlarını, hatta onun gülünçlüğünü unutacak hale gelmişti.” (s. 293)

Romandaki öbür çifte gelince: Vahdet’in Nazan’ı mutsuz etmesi gibi, Demir’i de Sârâ mutsuz etmiştir. Çok yoksul bir aileden gelen Sârâ, çok güzeldir ve güzelliği nedeniyle çocuk yaşlarından itibaren her şeyi hak ettiğini düşünmüştür. Beri yandan çektiği yoksulluk onun kişiliğini belirlemiştir. Sevme yeteneği gelişmemiştir, anne ve babasını sevmesi için bile bir neden bulunmadığını söyler Demir’e, hatta yoksul oldukları için onlardan nefret eder, kin duyar. Onun nazarında insanlar arasındaki tek ilişki menfaat kaynaklıdır. Bu menfaatçi bakış onun bütün duygularını törpülemiştir. Duygusuzdur, çevresinde pervane olan genç adamlara da ilgi duymuyordur, bu ilgisizlik ahlaki bir kaygının sonucu değildir, bambaşka bir nedeni vardır.

“O kendisini herkesten kıskanıyordu. Kendisini kimseye layık görmüyordu. Kendisine aşkla, arzuyla yaklaşan insanlardan nefret ediyordu. Kendilerini onun aşkına layık gören bu küstahları tokatlamak istiyordu. […] Kendisi, kendi nazarında öyle bir kıymetti ki, onu ancak kendisine birçok şey verebilecek bir insana vakfedebilirdi.” (s. 192-193)

“Şahane egoizmi onun bütün mantığıydı. Kendisinden başka hiçbir şey düşünmezdi. Ve bunu suni olarak da yapmazdı. Böyle oluş Sârâ demekti ve Sârâ kendisine tapan insandı.” (s. 215)

“Tabiat onun kalbine korkunç bir sakatlık vermişti Bu şey onun elinde olmayan bir şeydi. Kimseyi sevmiyordu. Kimseyi sevemiyordu. İçi kendiyle o kadar doluydu ki başkasını sevmek için artık yer kalmamıştı.” (s. 227)

Bu menfaatperestlikten kaynaklanan mesafeli duruşu çevresindeki adamların ilgisini daha da artırmaktadır, onun bu halinde bir çekicilik olduğunu düşünürler. En azından bir süre.[1]

Sârâ bencildir, peki, ona âşık olan Demir değil midir? Sevdiği kadın için birçok fedakârlıktan kaçınmayan Demir’i de Suat Derviş olumlu bir karakter olarak çizmemiştir. Daha önce kaleme aldığı aşk romanlarından farklı olarak Kendine Tapan Kadın’da dünya görüşü meselesini de öne çıkarır. Şu satırlar Demir hakkındadır:

“Şimdiye kadar kendine destek olacak daha ciddi fikirlere, bir dünya görüşüne sahip olmamış, kendisine ait olmayan ve mevzuu kendi benliğinden doğmayan şeylere hiçbir alaka duymamıştı. Onu kendi zevk ve kendi dertlerinden başka hiçbir şey oyalamazdı.” (s. 223)

Suat Derviş’in iç içe geçmiş iki aşk hikâyesini anlattığı bu romanı, sınıfsal konum ve geçmiş yaşantıların roman kişilerinin duygu ve düşünce dünyalarında ne gibi tıkanıklıklara neden olduğunu, nerelerde yollarını kesip onları hareket edemez hale getirdiğini açıkça gösterir. Bu, aynı zamanda, benliklerimizin toplumsal hayattaki eşitsizliklerle, bunlara verdiğimiz tepkilerle, insan, dünya, başkaları hakkındaki önyargılarımızla ve genel geçer fikirlerle nasıl bağlantılı olduğunun da bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.

Vahdet, pek çok yanıyla Sârâ’dan çok farklı değildir, kibir kumkumasıdır. Kendisine dair imgesine kıskançlıkla bağlıdır; başka adamlar ve kadınlardaki romantik söz ve davranışları gülünç bulur, kendisine yakıştırmaz, o gülünç duruma düşecek değil, düşürecek biridir. Vahdet’le ilgili romanın anlatıcısının şu sözleri, bir yandan ondaki bencilliği, benmerkezcilliği dışa vururken, aynı zamanda entelektüel erkeklerin genelindeki eğilimlerin, beklentilerin de dile gelmesi sayılabilir.

“Vahdet hayatında bütün münevver erkekler gibi yanlarında konuşabileceği, kendi lakırdılarına hayran olabilecek kadar kültürleri olan kadınları daima diğerlerine tercih etmişti. Fakat bu kültür kendi fikirleriyle mücadele edecek, onları tenkit edecek seviyede olmamalıydı.” (s. 265)

Beri yandan oldukça yüzeysel biridir.

“Kendine meclûp olan kimseler gibi o da hayatın ve hayatı hayat yapan şeylerin sathında kalmıştı. Kendini bile, kendine üzüntü verir belki diye derin derin tanımak istememişti.” (s. 271)

Romanın anlatıcısı, Vahdet’in kimi özelliklerinin toplumda ne kadar yaygın olduğunun altını çizmeden duramaz.

“O, devrinde çok akıllı çok malûmatlı ve çok münevver telakki edildiği halde, istikbale kendinden hiçbir şey bırakmak iktidar ve kabiliyetinde olmayan kimselerin zümresine dâhildi. Hayatı, hadiseleri, her şeyi ona öğretildiği kadar ve yalnız o taraflarını kabul edip ve öğretilenler yalan ve yanlış da olsa onlarla üstüne temel kurarak, fikir ve mütalaa yürütmeyi daha az yorucu, daha çok tehlikesiz bulan, rahatı seven ve rahatını sevdiği için her şeyin olduğu gibi iyi olduğunu kendi görmediği şeylerin arkasında bilmediği fenalıkların bulunamayacağını kendine zorla kabul ettiren ve bu suretle rahat yaşayan daha doğrusu rahat yaşamak isteyen kimselerdendi.” (s. 271-272)

Keza Nazan’ın eskisi gibi yaptığı eziyetlere katlanmayıp kendisine karşı lakayt davranmasını “izzeti nefsinde bir yara” gibi hisseden Vahdet’in temel açmazlarından birini romanın anlatıcısı çok net ortaya serer.

“Zekâsının hamle kabiliyeti egoizminin elinde kıskıvrak bağlanıp kalıyor, egoizmi zekâsının bu isyanından ve zekâsı egoizminin bu aptal tahakkümünden rahatsızlık duyuyordu.” (s. 272)

Romanın yan karakterlerinden Fahir’den de bu bağlamda söz edilebilir. Asalak hayat süren bir şairdir Fahir. Menfaatleri gereği her türlü şaklabanlığı yapar, küçük düşmeyi ve düşürülmeyi göze alır. Beri yandan bu düşkün hali şiir konusunda bir deha olduğu vehmiyle dengeler. O da kendisini dev aynasında görenlerdendir. “Para onlarda var,” diye geçirir içinden, “Bende onlarda olmayan bir şey var… Deha! Bu dehayı yaşatmaya onlar mecburdurlar! Ve kendi kendine yabancı masalarda ona ikram edilen içkilerin kendisine bütün Türkiye’nin ödemeye mecbur olduğu telkinine çalışırdı.” (s. 254 – İtalikler metinde var.)

Vahdet’le ilişkisi sürerken yaşadığı değişim Nazan’ın yaşadığı ilk değişim değildir. Genç yaşta evlendiği kocasının vefatının ardından tanıştığı Vahdet’in çekimine kapıldığı zaman da bilmediği, hissetmediği duygular yaşamış, adeta yeni bir Nazan’la karşılaşmıştır:

“Kocasını birçoğunu kendi genç kız muhayyilesinin ona izafe ettiği meziyetleri için sevmişti. Halbuki Vahdet’i, katiyen beğenmeden, takdir etmeden ve daima biraz da küçümseyen bir hisle sevmişti. Bu, izah edilemez, garip bir duyguydu. […] Bütün şuuru ondan kaçmak isterken, kendini ona doğru sürükleyen bir kuvvetin zebunu olmaktı. Ve bu kuvvet daha fazla etlere ve asaba hükmeden çılgın ve hayvani bir kuvvetti. En zeki, en mükemmel insanların bile zaman zaman zebunu olabilecekleri bir kuvvetti bu. Kocasını hülyaları ile sevmiş olan Nazan, Vahdet’i etiyle sevmişti.” (s. 309)

Daha önce değindiğim üzere, Demir’in kişiliği de statik değildir; Nazan gibi, o da yaşadığı felaketin ertesinde büyük bir değişim yaşar. Kendi dünyasına kapalı olmaktan çıkar. Bunun nedeni, Nazan’la aralarındaki yakınlığın geçirdiği dönüşüm kadar, geçmişten ders almasıdır.

“Kendisinden gayrı insanların da şayanı alaka olduğunu hissediyor, kendi hususî vaziyetinin dert ve meselelerinden başka meselelerin de cazip olabileceğini kavrıyordu. […] Yalnız kendi içinde yaşamanın az yaşamak olduğunu düşünüyor ve yüzde yüz yaşamak için dünya ile beraber, dünyanın içinde ve dünyaya ait olarak yaşamak istiyordu.” (s. 313)

Sârâ’ın romanın sonunda farkına varacağı nokta da önemlidir – ne var ki bunun farkına varması onun dünyasında ve kişiliğinde hiçbir şeyi değiştirmeyecektir, sadece daha da mutsuz olmasına neden olacaktır.

“O Holivut revü filmlerine benzeyen suareler düşünmüştü. Bu hayat içinde bir sinema yıldızının perdeye aksettiği gibi şayanı perestiş bir satıh olarak kalacağını, bunun arkasında bütün buutları ile hakiki bir hayatın mevcut olabileceğini biran tasavvur etmemişti.” (s. 327)

“Onun hiçbir hareketine şimdiye kadar gönül hâkim olmamıştı. O kendisini yabancı bir erkeğe verişini yine tıpkı bir alışveriş yapar gibi telakki etmişti.” (s. 333)

“Kendine tapan insan kimseye saadet veremeyeceğine ve saadet ise ancak verildiği zaman alınan bir şey olduğuna göre hiçbir zaman mesut olamazdı.” (s. 339)

“Bütün buutları ile hakiki bir hayat.” Nazan’la Demir’in, Sârâ ve Vahdet’ten farkları, kendilerine tapmamaları ve bu sayede hayatın (ve kendilerinin) görünürdeki yüzeyinin altında pek çok boyutu olduğunu sezmeleridir. Kendine Tapan Kadın, bireylerin yaşantılarındaki karmaşalara, karanlıklara odaklanan bir aşk romanı olmakla birlikte, her şeyin, en yakın duyguların bile alınır satıldığı bir dünyada iç dünyaların ne hale geldiğinin de incelikli ve hüzünlü bir hikâyesidir.

 •

Tefrikanın devamı:
Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır: "Sokaklarda emperyalist orduların zabitleri..."

 

NOTLAR 


[1] Sârâ’nın bu gibi özellikleri, Aksaray’dan Bir Perihan romanındaki Perihan ve Ankara Mahpusu’ndaki Zeynep’le oldukça yakındır.