Paşa’yı, zamanı gelince mutlaka ölecek büyük büyük adamlardan çok daha derin bir sevgiyle anacağımızdan kuşku duymuyorum. Herkese sıralı ölüm dilerim ama bazılarının sırayı bozmasına da itirazım olmaz doğrusu
13 Ağustos 2015 14:45
Geçtiğimiz nisan ayında kedimiz Paşa’yı uyutmamız gerekiyordu. İki yılda dokuz defa ameliyat ettirmiştik. Berbere tıraşa götürür gibi her 2-3 ayda bir veterinere götürüp ameliyatla aldırıyorduk tümörleri. Veterinerin son ameliyattan sonra bunun son olduğunu söylemesinin ardından ölüme doğru işleyen süreç başladı. Paşa hayata asılan bir kediydi. Sırtındaki tümörler büyüyüp karnabahar kadar olana dek yaşamayı sürdürdü. Artık ağrılarının arttığı belliydi. Ne var ki ağrılarının dayanılmayacak boyutta olup olmadığını kendisi söyleyemediği için biz tahmin etmek zorundaydık. Veteriner dostumuz Paşa’yı son kez muayene ettiğinde, vereceğimiz herhangi bir kararın “erken” sayılmayacağına bizi temin etti. Yani artık uyutabilirdik Paşa’yı. Benim düşüncem, onu en sevdiği ton balığını yemeyi ve su içmeyi reddettiğinde uyutmaktı. Eşiminse bu konuda hiçbir fikri yoktu.
Paşa, çektiği onca ağrıya rağmen ton balığı yemeyi hiç bırakmadı. Evet acı çekiyordu, fakat hayatın nimetlerinden hâlâ zevk alıyordu. Güçlükle yürüdüğü son günlerinde dahi ton balığı yemeyi sürdürüyordu sevgili Paşa. Ne yazık ki o son adımı atma vakti gelmişti artık. Acılarının dayanılmaz olduğu aşikardı. Gene de kendindeydi ve bakışları da tamamen bilinçliydi. O sıralar ben İzmir’de, eşim de Paşa’yla beraber İstanbul’daydı ve bu tatsız görev omun omuzlarına kalmıştı. Veterinere götürüp iğne vurdurmaktan söz etmiyorum, hayır, esas korkunç olan şuna karar vermekti: Ne zaman?
Hemen şimdi mi? Yarım saat sonra mı? Bir saat? Bir kaşık ton balığı daha yese mi acaba? Okşadığın zaman hala gurulduyor iyisi mi akşam iş çıkışına erteleyelim, ya da daha iyisi ertesi sabaha mı? Yok, bu kararı vermek her an için zordur, öyleyse hemen mi götürsek? Bir saat önce yapmadık, e Paşa hep aynı, demek bir saat erken uyutmuş olacaktık. Veterinerin onayından hemen sonra da yapabilirdik, of, tam bir hafta önce! Bir şeyler söylesene Paşa! Ne zaman, kardeşim, ne zaman? Aklımızda hep erken davranmış olmak kaygısı, belki de geç kalıyoruz. Ama bu onun hayatı, bizim değil ki! Kutusuna koyup eşikten dışarı adım attığımız an tatile değil ölüme doğru yolculuğa çıkacak. Bakalım ecelinden önce ölmek istiyor mu Paşa? Ton balığının verdiği haz, tümörlerin yol açtığı acıdan baskın çıkıyor olamaz mı? Üstelik nefes alır ve bilinçli gözlerle bakarken. Ey cellat, hele bi anlat bize, sen nasıl adam öldürüyorsun!..
Eşimin, “haydi artık” diyerek yaptığım telkinlere karşın kararını defalarca ertelemesini anlayışla karşılıyorum, “bir kedim daha olursa onu asla uyutmayacağım,” demesini de.
Peki ölüm insanları neden bu kadar kötü etkiliyor? Ölüm demeyelim de ölüm anı. İnternetten IŞİD’in, Taliban’ın infazlarını, İran’da sıra sıra ipe çekilenleri izlerim. Bunu zevk aldığım yahut kendime acı çektirmekten hoşlandığım için yapmam. Görüntüleri meraktan ve bir yazar olarak izlemem gerektiğine inandığım için izlerim. Bu infazlarda beni en çok etkileyen şey, infaz edilen kişinin bilinç açıklığıdır. Anlatayım: Önceden ölmüş bir kişi bizi o kadar etkilemez. İdam sehpasına çıkarılan eşcinsel genç çevresine bakınmakta, celladına bir şeyler sormaktadır. Sokak ortasına çöktürülen Kürt komutan, arkasında parmağını sallaya sallaya söylev çeken palalı celladın sözlerini dikkatle dinlemektedir. Gene yol kenarına diz çöktürülen sekiz-on alevinin kimi bir şeyler izah eder, kimi mırıl mırıl dua ederken, bir diğeri yanında oturanın ne yaptığına bakmakta, biri yalvarırken, bir başkası da belki dakikalarca çökmekten uyuşmuş ayağını değiştirmeyi, kelepçenin sıktığı bileğini nasıl ovuşturacağını düşünmektedir. Saddam Hüseyin sehpaya yürürken gözleriyle yeri işaret ederek celladına soru sorması hâlâ gözümün önündedir. Uyuyan, baygın ya da komada birinin ölüşünü kafanızda canlandırın. Bir infaz kadar trajik olamaz değil mi?
Açık bilinç, kurbanın henüz hayatta olduğunun en bariz işaretidir. İyice yaklaştığı incecik çizginin bir yanı yaşamsa, diğer yanı ölümdür. Ruh dünyamızı en çok sarsan da işte canlı yaşamla, kaçınılmaz ölümün birbirine en çok yaklaştığı o andır. Çünkü ölüm yaşamın zıttıdır. Bu uzlaşmaz iki kavram insan dimağında su ve ateş misali yan yana bağdaşmaz, çelişir. Bize dehşet veren de işte bu çelişkidir. Boğazının kesilmesine saniyeler kala burnunu kaşımaya çalışan kurbanın görüntüsü, ensesine az sonra kurşun sıkılacak adamın düşen pantolonunu çekiştirmesi, ip boynundayken yüzüne konan sineği kovalamaya çalışan adamın canlılığı (!) az dehşet verici değildir. Çünkü bunlar hep yaşamın ta kendisiyle ilgili işaretlerdir. Yanına ölümü koyarsanız denklik bozulur, ayar kaçar. Aynı duyguyu, şiddeti daha az olmakla birlikte kaza videolarında da hissederiz.
Yaşamla ölümü yan yana getirmek -bitiştirmek- ölümün dehşetini bir kat fazla hissetmemize neden olur. İnfaz anında kişi kaçınılmaz ölüme o denli yaklaşmıştır ki, adeta ölüm ve yaşam birbirine karışmıştır. İnfazı önlemek mümkün olmadığına göre (çünkü videoda önceden yaşanmış bir anı izleriz) kurban hem kaçınılmaz olarak ölü, hem de halen diri olduğuna göre zihnimizde adeta hayaletmiş duygusu uyandırır. Aynı düşünceden devam edersek, ölüden korkmamızın nedeni, tuhaf ama canlanmasından korkmamızdır. Değil mi ki hayalet ölünün canlanmış halidir. Oysa ölen kişi sevdiğimiz biriyse sevinmemiz gerekirdi. İşi gereği ölülerle haşır neşir olanlar: gassallar, morg görevlileri, nebbaşlar, hekimler, hastabakıcılarla hemşireler, otopsi teknisyenleri, mezar kazıcıları ve mezarlık bekçileri ölülerden korkmazlar çünkü dirilmeyeceklerinden emin olmaya yetecek kadar uzun süre ölülerle çalışmışlardır. Elbette bir morg görevlisi gecenin bir yarısında hakiki (!) bir hayalet görürse şak diye düşüp bayılacaktır, ama bu olanak dışı bir varsayımdan öte değer taşımaz.
İnfaz sonrası ise, öncesine kıyasla çok daha az korkutucudur. Adam artık ölmüş, çelişki ortadan kalkmıştır. Kafamızdaki dehşetin devam etmesinin nedeni ipte sallanan adamın az önce yaşıyor olmasıdır sadece, yani ölümle dirim hala birbirine çok yakındır. Zaman geçtikçe ipte sallanan adama daha yakından bakabiliriz. Hele ertesi gün hiç tınmadan yanından yürüyüp gidenler dahi çıkar. Ölen kişiden hiç korkmamamız içinse, aradan uzunca bir zaman geçmesi gerekir. Tamamen ve kesinlikle öldüğüne, iskelet kaldığına ve dolayısıyla hortlayıp karşımıza çıkmayacağına ikna olacağımız kadar uzun bir süre. O yüzden mezarlıklarda dolaşmak (gündüz tabii) morgda bulunmak kadar ürpertici değildir. Mezarlık ne kadar eskiyse, yani ölümle yaşam arasındaki mesafe ne kadar uzunsa, iyisi mi mezarlık antikse, içimizde korkudan eser bulunmaz. Taze bir ölümü anıştıran tabuta şakacıktan yatıp uzanmak beni ürpertir de, yüzyıllar öncesinden kalmış taş bir lahite girip sırıtarak ‘selfie’ çekmek ne yalan söyleyeyim hiç de zor gelmez.
Paşa’dan başladık bakın nerelere geldik. İyisi mi özlü bir sözle bitirelim de ağzımızın tadı yerine gelsin. Paşa’yı, zamanı gelince mutlaka ölecek büyük büyük adamlardan çok daha derin bir sevgi ve özlemle anacağımızdan kuşku duymuyorum. Herkese sıralı ölüm dilerim ama bazılarının sırayı bozmasına da itirazım olmaz doğrusu.