Dünyaya gelmiş bulunmanın çaresizliği ve çıkışsızlığını; dizeleri, cümleleri, figür ve renkleri içinde dillendiren, dünyayla derdi olan bir sanatçı olarak adımladı yeryüzünü...
03 Eylül 2015 12:00
Kimi insanlar vardır, sanki bu dünyaya ait değildirler; her yaptıkları, her düşündükleri ve söyledikleri, yaşadığımız dünyanın kirinden ve kötülüğünden çok uzaktadır; onlar başka bir dünyanın insanıymış gibi yaşarlar yeryüzünde. Felsefecilerin “dünya ağrısı” (Weltschmerz) diye adlandırdıkları o varoluşsal kaynaklı derin sıkıntı, hüzün ve kederi hayatlarının her ânında hisseder gibidirler. Sami Baydar da dünyaya gelmiş bulunmanın çaresizliği ve çıkışsızlığını; dizeleri, cümleleri, figür ve renkleri içinde dillendiren, dünyayla derdi olan bir sanatçı olarak adımladı yeryüzünü.
Yüreğine çöken dünya ağrısının yoğun baskısına uzun süre dayanamayan Baydar, genç denebilecek bir yaşta hayata gözlerini yumduğunda takvimler 29 Ekim 2012’yi gösteriyordu. Ani bir kalp krizi, onu hayattan koparmış, şiirlerini, öykülerini ve resimlerini öksüz bırakmıştı. Daha yazacağı pek çok eser varken, üstelik toplu şiirlerini içeren kitabı baskıdan çıkmak üzereyken, hayatın erken gelen acı sürpriziyle karşılaşmıştı ne yazık ki.
Dünyada varolma sıkıntısı ve sanat
Sami Baydar’ın dünya ile derdi, kitap adlarına yansımış durumda. Bu dünya içinde yaşama sancısına, sanat ve edebiyatın büyüleyici güzelliği sayesinde biraz olsun katlanabiliyor; yeryüzüne ve dünyaya sanatın sonsuzluğa açılan penceresinden bakıyordu Baydar.
Samuel Beckett, insanın dünyaya sürgün olma halini “Yeryüzündesin, bunun bir tedavisi yok” sözüyle yorumlarken, Jean Paul Sartre “Hepimiz varoluş kapanına kısılıp kalmış durumdayız” der. Duyarlı yürekler için bu zorlu kapandan kurtulmanın, dünyadan çıkış yapmanın yegâne yoludur sanat.
Tezer Özlü “Neden edebiyat?” diye sorar ve yanıtını söyler: “Yeryüzüne dayanabilmek için.” Benzer sancılardır, benzer kırılmalardır içte yaşananlar. İnce ruhlu, hayata farklı bakan, sık sık dünyanın dışına çıkıp yaşayan naif ruhların dertleri çok benzer birbirine. Yazarak, sanata sığınarak dayanılabilir bu dünyaya. Böylece sanat ve edebiyat, gerçeğin insanı acıtan sert ve sivri köşelerini yumuşatır ve hayata anlam kazandırır.
Sami Baydar da dünyadan çıkış yollarını genç yaşta keşfetmiştir; sanatın içinde soluk alan, renklerin büyüsünü sözcüklerin büyüsüyle buluşturan bir ince insandır o. Seçilmiş, bilinçli bir yalnızlıkla ve mesafeli bir duruşla bakar evrene; evrendeki her şeye. O sadece yalnızken sanatın kollarına sığınabilmektedir; yalnızken düşünüp üretebilmekte, böylece o sonsuz “dünya ağrısı”yla baş edebilmektedir.
V.B. Bayrıl, Sami Baydar hakkında şunları yazıyor: “Sami Baydar ile Akademi öğrencisiyken tanıştık. 80’lerin başı. Karanlık darbe günlerinde. İstanbul’da tanıştığım, yaşıtım ilk şairdi. Dolayısıyla da ilk şair arkadaşım oldu. Uzun boylu, dal gibi incecik ve sanki yere basmadan, kadife adımlarla yürüyen gencecik bir çocuk. Kocaman çerçeveli gözlükleri arkasından daima büyüyen bir hayret ve gözbebekleri olabildiğince açılmış, dehşetle dünyaya bakan bir çocuk... Dünyayı bu kadar hayretle seyreden bir başka insan daha tanımadım bugüne kadar. Sami’den önce de, sonra da.”
Bu ifadeler, Virginia Woolf’un bir öyküsünde yer alan ve çok sevilen bir cümleyi anımsattı bana: “Ne hoş bir güzelliği vardır, dünyadan hafif adımlarla gülümseyerek geçenlerin.” Aynı yazısında V.B. Bayrıl, Sami Baydar’ı “dünyayı kelebek adımlarıyla turlayan, oldukça ilginç, bir o kadar da kendine özgü bir sanatçı” olarak tanımlıyor.
Bence, dünyaya sımsıkı tutunup yeryüzüne kök salma çabasının beyhudeliğini sezmiştir Sami Baydar. Her şeyin geçiciliğini, faniliğini, ölümün her an insanla yan yana oluşunu… Henüz 17 yaşındayken önemli bir mide ameliyatı geçirmiştir; duyarlı bir sanatçı adayı olarak, hayatın çekirdeğindeki ölüm gerçeğini derinden hissetmiştir. Dünyayla derdi belki biraz da bundandır; dünyanın, ölümle yaşamı yan yana getirerek insanı aldatıyor olmasına içerlemiştir sanki. İnsan; ruhuna, iç gözüne inen perde yüzünden ölüm hiç yokmuşçasına yaşamaktadır; tepesinde salınan Demokles’in kılıcını unutmuştur, aldanışlara kaptırmıştır kendini. Sami Baydar, şiirlerinde ve öykülerinde bu aldanış ve körlük karşısında insanın gözünü açmaya çabalar kendi dilince.
Haydar Ergülen, “Sami Baydar bence, şiir bir anlam yaratsın diye olmasa da, bu dünyada ve bu dünyaya bir anlam bulmak için şiir yazdı. Dünyayı şiirle anlamaya çalıştı. Kendisini de şiirle ve şiirle kurduğu dünyayla anlamaya çalıştığı gibi.” diyor 26 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet’teki yazısında.
Şiir, öykü ve resimlerinin çoğunu dostlarına dağıtan, sanatını onlarla paylaşan bir güzel yürekti Sami Baydar. Bir söyleşisinden öğrendiğimize göre, Gezerim Gençliğim Çiçeklenirken ve Hayat Ağacı adlarında iki tiyatro oyunu da yazmıştır. Bu oyunlarını, okuması için bir arkadaşına vermiştir ve elinde başka kopya kalmamıştır. İşin kötüsü, oyun metinlerini hangi arkadaşına verdiğini anımsayamaz. Şiirlerini, öykülerini fotokopi yoluyla çoğaltıp öğrenci kahvelerinde arkadaşlarına, edebiyat meraklılarına dağıtan; resimlerinin bir kısmı dostlarının evinin duvarlarını süsleyen Baydar, sanatta ve hayatının daha pek çok alanında mülkiyet ilişkilerinden bağımsız bir tutum sergiliyor; sanatını beklentisizce paylaşıyor ve böylece ruhen zenginleşiyordu. Öğrenebildiğimiz kadarıyla, Haydar Ergülen’in, Lale Müldür’ün, Perihan Mağden’in evlerinde birer Sami Baydar tablosu vardı mesela.
Yeryüzüne, dünyaya incecik iplerle bağlanmış olan bu özgür yürekli sanatçının hayat ve mülkiyet bağları karşısındaki protest tutumunu, 1950 Kuşağı edebiyatçılarından Hayalet Oğuz’un yaşamına, hayat karşısındaki duruşuna benzettim. Hayalet Oğuz da, Sami Baydar gibi, görünmeyen, öne çıkmayan, kelebek adımlarıyla yeryüzünde yürüyen biriydi; dostlarını seven, zarif bir adamdı. Hayalet olarak adlandırılması, az görünmesinden, yeryüzünde çok fazla yer kaplamamasındandı. Belki o naiflik, özgürlük ve iç güzelliktir her iki sanatçıyı birbirine benzer kılan.
Seyhan Erözçelik’in, Sami Baydar hakkında yazdığı duygu dolu satırlar da insanın yüreğini sızlatıyor. (Her ikisi de 1962 doğumlu olan bu iki şiir dostundan Seyhan Erözçelik 2011’de; Sami Baydar’dan bir yıl önce, onun gibi, kalp krizine yenik düşerek yaşama veda eder.) Ona dair satırlarında şöyle yazmıştı Seyhan Erözçelik: “Sami, dünyaya sanki evinin camında oturan bir çocuk gibi bakıyor. Sokakta oynamış, işini bitirmiş, oyunlar da bitmiş, ama o hâlâ dışarıyı merak ve ilgiyle izliyor. Her şeyi tekrar ve tekrar keşfeden bir çocuk. Bu çocuğun önemli ya da önemsiz bütün gördükleri aynı sakinlikte söyleniyor: Melek sakinliğinde.”
Arkadaşının, Yeşil Alev adlı şiir kitabı için şöyle yazıyordu Seyhan Erözçelik: “Kitaptaki dünya, bütün zamanları geçmiş, yaşanmış bir Peter Pan dünyası gibi. Bir şeyler hatırlanıyor, aktarılıyor ve başka birtakım çocuklara öğütler veriliyor. Gerilerde masallar, okunan kitaplar, şiirler, ilişkiler, dostluklar, velhasıl dünyaya ilişkin her şey var. Bu her şeyin karşısında da Sami'nin sakin şaşkınlığı. Güngörmüş ve ermiş.” (Cumhuriyet Kitap, sayı 91, 21 Kasım 1991)
Sami Baydar’ın şiirleri ve resimleri hakkında birçok yazı yazılmış ve pek çok yorum yapılmış olmasına karşın, öyküleri ve öykücülüğü hakkında çok söz söylenmiş sayılmaz. Öykülerinin, şiirlerinin gölgesinde kalmış olduğunu belirtebiliriz bir anlamda. Oysa Sami Baydar’ın öyküleri de şiirleri kadar özgün, çarpıcı ve sıra dışı metinlerdir. Öykülerinin arka planda kalması, belki o yıllarda şiirlerinin daha görünür olmasından kaynaklanıyordu.
Dergilerde ve daktilo sayfalarında kalanlar da dâhil olmak üzere Sami Baydar’ın öykülerinin tümü, Sese Gelen Sevgili başlığı altında, geçtiğimiz Haziran ayında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabı hazırlayan Hasan Aydın, baştaki Sunu yazısından sonra Necmi Zekâ’nın Sami Baydar’la, Kitap-lık dergisinin Ekim 2004’teki 76. sayısında yayımlanan söyleşisine yer vermiş. Bu söyleşide, Sami Baydar’ın hayat ve sanata dair düşüncelerini, kendi yaşamından bazı izleri, öykülerindeki gibi, oldukça dağınık ve kendine özgü bir sentaks içinde ifade ettiğini görüyoruz.
Sese Gelen Sevgili’de, Sami Baydar’ın Dünyadan Çıkış Yolları ve Dünyada Anılara Bakıyorum adlı öykü kitapları bir araya getirildikten sonra, kitaplarına girmeyen öyküleri de Kalanlar başlığıyla toplanmış. Sunu yazısında Hasan Aydın, Sami Baydar’ın yalnızlığını; dünyadan çıkmak için resim yaptığını, şiir ve öykü yazdığını dile getirerek, yazara şöyle sesleniyor: “Bu dünyaya acıyla bakışın imgelerini yüzümüze çarptınız. İyi ki varsınız.” Her ne kadar Sami Baydar “Varla Yok Arası” dese de kendi eserine ve yaşamına, değerbilir dostu Hasan Aydın, Sami Baydar’ın var oluşundan duyduğu hoşnutluğu içten bir sevgiyle dile getiriyor.
Sami Baydar’ın öyküleri, bildiğimiz, alışageldiğimiz öykülerden değil. Belirli bir kurguya yaslanmayan, herhangi bir şey anlatmayan, iç döken, sayıklayan metinlerden oluşuyor. Bir hezeyan halinin uzun, bitimsiz bir “sürekli şimdi” içine yayılışını, dağılıp toparlanışını, anlamdan anlama sıçrayışını, bilinçaltının bilince yükselişini izliyoruz derin bir sükûnetin ve yalnızlığın penceresinden. “Düzyazı şiir” özelliği gösteren metinler olmakla birlikte, sadece şiirsellik değil; aynı zamanda görsellik, imgesellik, metinlerarasılık, masalsılık, gerçeküstücülük etkileri ve izlerini de taşıyor bu metinler kendi içinde. Sami Baydar, dünyadan çıkış yollarını bulup, gizli kapılardan geçip bu metinlerin içindeki dünyaya odaklanmış; sadece bu dünyada yaşıyormuş gibi. Metin içi gerçeklik, yaşanan dünyanın gerçekliğini silip yok etmiş görünüyor. Yazarın asıl gerçekliği, kendi içine kapanıp genişleyen, anlamca derinleşen bu metinler içinde çoğalıyor; alternatif bir dünya gibi hem kendisinin hem de okurun önüne seriliyor.
Metinleri dikkatle incelediğimizde, ses tekrarlarına, iç uyaklara, düşselliğe ve imgelere yer verildiğini; aynı zamanda bu öykülerin kendine kapanan, kendi kendini üreten, ironik özellikler taşıyan metinler olduğunu fark ediyoruz. Sıklıkla karşılaştığımız gibi, cümlelerin birbirinden kopuk, ilintisiz, yer yer tamamlanmamış oluşu dikkatimizi çekiyor. Cümleler arasındaki semantik ilişkiyi, anlam bağlantıları ve örüntülerini kurmak, çoğu kez okura bırakılmış. Şiirlerini de aynı tutumla yazıyor Sami Baydar. Necmiye Alpay’ın belirttiği gibi; “Şairin bir yandan sözünde, bir yandan da kurduğu ‘dünya’da bıraktığı boşluklar bize ayırdığı özgürlük alanlarıdır, bunun hazzını duyarız, ama uçurum boyutlarına varmaları ölçüsünde tekinsiz de gelir o boşluklar. ‘Dünya’nın fazlaca yinelendiği, şairin bize sırtını döndüğünü hissettiğimiz durumlarda özellikle tekinsiz.” (Milliyet Kitap, Aralık 2012)
Lâle Müldür’ün Sami Baydar şiirleri hakkındaki tespitleri oldukça önemli ve zihin açıcı: “Sami Baydar’ın şaşırtıcı bir plastiklikte kırdığı dil, afektif düzeyden kaynaklanan bir ayrışımı, çözülüşü ve deformasyonu taşır –dilbilim yitimi ve linguistik hüzün… Duyarlıkları sarsarak, duyarlıklara çarparak, acılar ve iç-sıkıntılarından bir güzellik çıkarmak… Sentaks zincirinin kırılmasıyla dağılan, parçalanan dünyaya paralel olarak kesintiye uğratılan bildirişimle birlikte konuşan öznenin birliği de dağılır gider. Bu olgu çok anlamlı bir belirsizliği beraberinde sürükler. Sami Baydar’ın şiiri özellikle birisine seslendiğinde -sesin yüklendiği anlamlar oranında- sarsıcı lirik boyutlar alır.” ( Lâle Müldür, Bir Yaprak ya da Bir Pergel Olarak Bir Şair; Sami Baydar ve Dünya Efendileri)
Bu değerlendirme ve yorumları, Sami Baydar’ın öykülerine de uyarlayabiliriz. Eserleri hakkında yazan birçok kişiye göre Sami Baydar’ın sanatı, bir bütün olarak değerlendirilmelidir; şiirini öyküsünden ve resminden ayırmadan, yarattığı her şey, bütünsel yaklaşımla ele alınmalı, eserleri bu bütünlüğün içinde anlamlandırılmalıdır.
Lâle Müldür’ün dillendirdiği Sami Baydar şiirlerinin sentaksı, anlamsal yapısının kırılganlığı ve parçalanmış yapılar içinden çıkan yeni bildirişim boyutları, Sami Baydar’ın öykülerinin dil ve anlatım yapısının da temelini oluşturan unsurlardandır. Sayıklamalar, dilin ve sözün aklın önüne geçmesidir. Sami Baydar’ın öykülerinde, akıl ve mantık zincirlerini koparmış, nedensellik bağlarından azat olmuş sayıklamalı bir dil ve sentaks (sözdizimi) yer alır ve metnin örgüsü bu dil yapısı içinde oluşturulur. Ussal bağlardan özgürleşmiş bu sıra dışı dilin içinde kurulan dünya da çok farklı, gerçeküstü ve aynı zamanda olağanüstüdür.
Farklılaştırdığı dilin içinde yepyeni bir dünya yaratıyor ve o dünyaya sığınıyor Sami Baydar. Böylece o meşum “dünya ağrısı”ndan kurtulmuş, gerçeklerden uzaklaşmış, “dünyadan çıkış yolları”nı bulmuş oluyor. Biz de okur olarak birdenbire, hayale, rüyaya, masala, yani gerçeküstü bir dünyaya giriyoruz bu öykülerin içine girince. Aklın denetiminden kurtulmuş bir dil ve metinsel yapı, bizi de bir girdap gibi kendine çekiyor. Resimlerinde ve şiirlerinde olduğu gibi, Sami Baydar’ın öykülerinde de metnin kendine özgü bir iç aklı var. Bu iç akılla oluşuyor metin içi anlam dünyası. Bu aklın, okuru da kendine uyarlayan inanılmaz çekim ve etkileme gücü derinden hissediliyor.
Sami Baydar’ın öykülerinde, ruhsal bir yarılmanı içinden bakıyoruz dünyaya, insana, olaylara; yeryüzünde var olanlara. Metinler kendi kendini yazdırmış gibi duruyor. Geleneksel ebru sanatında, renkler ve şekiller sanatçının kendi iradesi dışında nasıl bir araya gelip başlı başına bir anlam oluşturuyorsa, aynen öyle. Sami Baydar’ın öyküleri, bir ebrunun kendiliğinden şekillenerek kendi anlamını yaratması gibi oluşuyor. Belki de bir çırpıda çizilen ve derin felsefi anlamlara açılan Zen resmi gibi. Sami Baydar, öykülerinde anlamı özgür bırakıyor; daha doğrusu anlamı öykü metninin üretmesine, yaratmasına izin veriyor.
Önceden belirttiğim gibi, bildiğimiz tarzda öykülerden değildir Sami Baydar’ın öyküleri. Teknik yönden tam anlamıyla öykü sayılmayan, ancak inanılmaz derecede yaratıcı, dolu dolu ve etkileyici metinlerdir hepsi. Kurgu, olay, kişiler, zaman, mekân gibi unsurların çoğu kez belirsiz olduğu; akışkan, sınırları kesin olmayan bir metinler dünyası içinde yol alırız okudukça. Masalsı, derin anlatılar içinde, bilinç akışı eşliğinde, başka bir evrenin kapıları açılır önümüzde. Yeni bir harikalar dünyasının Alice’si gibi oluruz bir anda. Enine boyuna kurgulanıp tasarlanmadan yazılmış olan Sami Baydar öykülerinde, şiir sanatından gelen o “kalpten yazılmışlık hali” de hissedilir. İç konuşmalar, bilinç akışına eşlik eder; yazan öznenin türlü içtenlik halleri ve doğaçlamalar ruhumuzda yankılanır.
Baydar, modern kısa öyküyü de deneyimliyor kitaptaki metinlerinde. Bunlar içimizde yoğun bir masal tadı bırakıyor; yazarın yarattığı gerçeküstü dünyalar içinde kayboluyoruz. Yazar, sürrealist ve ekspresyonist sanatçılar gibi, bilinçaltındakileri, kendi özgün üslubu içinde dışa vuruyor.
Sami Baydar’ın bütün öykülerini içeren Sese Gelen Sevgili, elden bırakılmadan, bir çırpıda, kolayca okunacak bir kitap değil; tam tersine, her bir öyküyü okuma sonrasında kitabı bırakıp bir süre soluklanarak, o metni düşünüp tartarak ve anlamlandırarak okumak gerekir diye düşünüyorum. Metinler içinde, dikkatli okurların gözünden kaçmayacağından emin olduğum bazı yazınsal göndermeler, metinler arası bağlantılar da söz konusu. Bu noktalarda, metnin iç aklı devreden çıkıyor; yazarın kendi yaratıcı iradesi devreye giriyor ve okura başka metinlerin kapıları açılıyor.
Ölüm, varoluş, yalnızlık sarmalında çoğalan bu öyküleri, Sami Baydar’ın Necmi Zekâ ile söyleşisinde yer alan sözleri eşliğinde okumak da önemli: “Van Gogh haklıdır. İkisi de çok yalnız. Şiirler ve resimler. İnsan gerçekten yalnız.” Necmi Zekâ’nın, Novalis’ten alıntıladığı cümle, Sami Baydar şiirini ve öyküsünü açabilecek bir anahtar niteliğinde: “Düş, bize garip bir şekilde ruhumuzun hafifliğini, her nesnenin içine nüfuz etmeyi, her nesnenin içinde dönüşebilmeyi öğretir.” Gerçekten, Sami Baydar’ın öykülerinde çoğu zaman öznenin nesneyle bütünleştiğini, bu bütünlükten büyülü bir masal dilinin ve imgelerinin oluştuğunu belirtebiliriz.
Sami Baydar’ın resimlerinde de öykü ve şiirlerindeki naifliği, içtenliği ve masalsı unsurları görüyoruz. Daha çok figüratif çalışmaları olan Sami Baydar, doğaçlama ve kendiliğindenlikle oluşturulmuş izlenimi veren tablolarından, yaramaz bir çocuk gibi bakıyor hayata. Figürlerin üzerinde ya da figürlerin çevresinde, tamamlanmış bir resme sonradan bir çocuk tarafından karalanmışçasına çizilmiş karikatür tarzı yüzler, Sami Baydar’ın resimlerinin karakteristik özelliğini oluşturuyor. Pek çok resminde gri ya da siyaha yakın tonlarda çizilmiş yüzlerle karşılaşıyoruz. Sanki bir ironiyi çoğaltıyor bu yüzler; resim gerçekliğini ve görsel estetiği de sorgulamaya açıyor bir yandan. Bir çocuğun şakası gibi duruyor bu çizgi-yüzler ve yüzlerde gözler… İnsanda resim içi karikatür duygusu oluşuyor. Resimlerde pastel tonların, soluk renklerin egemenliği, Sami Baydar’ın dünyaya sağlam basmayan kelebek hafifliğindeki yaşamını temsil eder gibi. Desenleri incelikli ve zarif. Melek kanatları olan insanlar görüyoruz bazı desenlerde. Yıldız, kedi, melek, kuş, kanat onun vazgeçemediği görsel imgeler arasında. Biraz gerçek biraz rüya, çokça hayal var Sami Baydar’ın tablolarında.
Resimlerinde olduğu gibi, öykülerinde de hayvanlar, hayvan figürleri sıklıkla yer alıyor. Kuşlar, Anka kuşu, bülbül, kediler, kuğu, geyik, yılan, sirk tayı… Elbette renkler de yer alıyor, yedi rengin oluştuğu tayf, kristaller ve ışık kırılmaları…
Bazı öykü metinlerini diyaloglar halinde oluşturuyor Sami Baydar. Tiyatroya yönelik ilgisi bu öykülerinde daha çok hissediliyor. Dünyadan Çıkış Yolları adlı öyküsündeki uzunca bir konuşma, yazarın, hayat ve dünyaya dair düşüncelerini ayna benzetmesi üzerinden ifade ediyor: “ENGİN: Aynada gördüğün derinlikten ilerleyemezsin, ancak geri geri gidersen o derinliğe girip yol alabilirsin. Düşünmek de budur işte. O geri geri giderek girdiğimiz yol: düşünce alıp bizi buraya kadar getirdi işte, aynanın önüne. Şimdi oradan daha ileriye gidemiyoruz. Ancak aynanın içine girip ilerlediğimiz gün dünya değişmiş olacaktır. Bugüne kadar dünyada hiçbir şey değişmemiştir. Biz yalnızca geri geri yürümüşüzdür o yolda. (…) Tek ilerlememiz içine girmemiz gereken aynadır. Odur düşünce, odur sır, odur boyut, odur zaman, odur dünyanın toplamı. Karşımızdaki kişinin sağı ne zaman bizim sağımızın karşısına düşürse ayna ortadan kalkar, dünya ortadan kalkar.” (s.68-69)
Metinlerde, yazarın kültürel ve yazınsal birikiminin, felsefi derinliklere zemin hazırladığına tanık oluyoruz: “Harf nedir: SES. Ses nedir: (Burada insan sesi) Doğada ses vardır. Dünyanın dönüşü kim bilir nasıl ses çıkarıyordur. (Belki de sessizlik dünyanın dönüşünün sesidir.) Dünyanın harfi yoktur.” (s.76)
Harfleri böylesine derinden düşünen Sami Baydar, rakamların da öyküsünü yazarak o rakamlara kişilik kazandırır. Dokuz’un Öyküsü adlı öyküde, yazar, birbirlerine kavuşmakta birçok engelle karşılaşan Dokuz ve Altı’yı birer öykü karakteri olarak canlandırır: “Sonra bunları düşünürken kıvrılıp uyuyacaktı ki Altı birden dönmeye başladı. Dokuz oluyordu arada dönerken. Sonra tekrar Altı oluyordu. Birden o kadar hızlı dönmeye başladılar ki Dokuz ve Altı ayırt edilemiyordu artık. Yalnızca bir ‘0’ görülüyordu. Böylece bir Hermeneutik daire çizip boşluğu, saf boşluğu yarattı kendi içinde. (Saf bir hadise de diyebiliriz buna.) (s.96)
Meçhul Sevgiliye Veda Senfonisi adlı öyküdeki bazı cümleler de Sami Baydar’ın varoluşa dair düşünce ve duygularını özetler niteliktedir: “İnsan güldüğü zaman büyük bir sırrı çözmüş gibidir. Varolmanın sırrını. Gülmekten sonra ne gelir? Ağlamak! Yani tekrar hayata dönmek. Çarpıp hayata döndüğümüz bir oyun. Pin-pon. Belirsiz olan evrenin yaratılışı gibi neredeyse. Masa tenisi.” (s.133)
Dünyadan Çıkış Yolları öyküsünde yer alan Sir Isaac Newton’ın konuşmasında Sami Baydar’ın hayat anlayışı da saklı duruyor bana kalırsa. İnsanın yaşarken hep bir şeyler yapmak, yaratmak, oluşturmak, bir ucu başka uca eklemek zorunda kaldığını dile getiren Sir Isaac Newton, Sami Baydar’ın sözcülüğünü yapıyor. Daha doğru bir söyleyişle yazar, kendi öykü karakteri üzerinden konuşuyor: “Bir düğüm atmak değil, yalnızca uçları çoğaltmak. Birbirine eklenebilecek uçlar yaratmak. Yaklaştırmak bunları birbirine. Düğüm atmaya başlarsak, bir örümcek gibi sabırla beklememiz gerekir bir yere gizlenip. Bunu ben hiç istemem. Ağ yaratmak sonunda korkunç hafıza bozukluklarına da neden olabilir. Ağda kendimizle de karşılaşabiliriz. Bakan, bozulmuş ağlar yerine sallanan uçlar görmeli. Pırıltılarında yedi rengin titreştiği, kuru güz yapraklarına, dallarına bir sıcaklık, bir büyü ekleyen; billur yağmur çizgileri. Bu görüntüyü yakalamak isterdim. ” (s.79) Sami Baydar, hiçbir şeye düğüm atmıyor; ne hayatında, ne öykülerinde ne de öykü cümlelerinde herhangi bir düğüm yok. Her şey uç halinde kalıyor; bu ipuçlarına tutunup anlam üretmek, okurun çabasını gerektiriyor.
Aklı özgür bırakan Sami Baydar, böylece çok farklı dünyalar kurabiliyordu şiirleri ve öykülerinde. Ünlü İspanyol ressam Francisco Goya, “Akıl tarafından terk edilmiş hayal gücü, olanaksız canavarlar yaratır, ama o aynı zamanda sanatların anasıdır ve mucizeler de yaratır.” der. Sanatta mantık ve aklın sınırlayıcılığına değil de, hayal gücünün özgürlüğüne yoğunlaşan Sami Baydar, olanaksız canavarlar değil, ama kendi iç dünyasından dış dünyaya yükselen mucizevi şiir dizeleri, öykü cümleleri ve masalsı resimler yarattı.
“Varla yok arası” var olan, aşkla ölümü yan yana getiren, dairesel devinimlerle kendi iç sarmalını oluşturan Sami Baydar öykülerinin, yoğun psikolojik ve psikanalitik okumalara açık olduğunu; Sami Baydar şiirinin de psikodinamik açıdan incelenmeyi beklediğini vurgulamak gerekiyor. “Dünyadan çıkış yolları”nı ararken sanat ve edebiyatın estetik dünyasına sığınan Sami Baydar, özgün imge, yaratım ve dil evreniyle, her zaman anımsanacak gerçek sanatçılar arasında yer alıyor.